ZAMANSIZ

By M_Rise

407K 32.5K 37.1K

Rosanna Camborne, bir kitap yazarıdır ve aklındaki karakterleri kelimelere dökmeyi planladığı sırada işler ba... More

Bölüm 1 : Soğuk
Bölüm 2 : Beyaz Yılan
Bölüm 3 : Gölge
Bölüm 4 : Scathan
Bölüm 5 : Efendi
Bölüm 6 : Bilinmeyen Diyârlar
Bölüm 7 : Parehe
Karakterler
Bölüm 8 : Elçi
Bölüm 10 : Karanlık Sular
Bölüm 11 : Zirve
Bölüm 12 : İmkansız Seçimler
Bölüm 13 : Özgür Ruh
Bölüm 14 : Yargı
Bölüm 15 : Salem
Bölüm 16 : Cadıyı Yak
Bölüm 17 : Yanlış Seçim
Bölüm 18 : Kehanet
Bölüm 19 : Dione'un Kitabı
Bölüm 20 : Rose
Bölüm 21 : Tutsak
Bölüm 22 : Düş Kapanı

Bölüm 9 : Efendi ve Gölgesi

10.7K 1K 959
By M_Rise

Saint Mesa- Lion

Bir imparatoriçe gibisin
Yanaklarından aşağı akan ateş var.
Gördüğün her şeyi yakıyorsun.
Altın senin parmakların
Gittiğin yerde iz bırakıyorsun.

İyi okumalar, Zamansızlar!
-

Çığlığımın evrenin en ucundan bile duyulduğuna emindim. Sedna'nın kadife derisinin verdiği histen kurtulabilmek için parmak uçlarımı elbisemin eteğine sürüp duruyordum.

Blake Nightingale durduğu yerden başını bana doğru çevirmişti ve kopardığım yaygaraya kayıtsız bir ifadeyle bakıyordu. Yılanından korktuğum için mi elçi bana Prenses diye hitap ettiği için mi bağırdığımı çözmeye çalışıyor olabilirdi.

Buyursun çözsün, zira ben bile hangisine tepki verdiğimi bilmiyordum.

Beyaz yılan üzerime doğru kıvrılmaya başladığında geriye doğru bir adım attım, tam yine çığlık atacakken Blake'in sesi duyuldu.

"Sedna," dedi uyarı dolu bir tonda.

Yılan sahibinden komutu alır almaz durdu, birkaç saniye daha bana dik dik bakmayı sürdürdükten sonra sahibinin ayaklarının dibine gidip üzerine tırmanarak omuzlarına yerleşti.

Blake benim korkudan beti benzi atmış yüzüme kısa bir bakış attığında, dudaklarında habis bir kıvrım oluşmuştu. Eğer söyledikleri gibi bir büyü gücüm olsaydı şu an seve seve kullanmak isterdim. Onu boğmama yarayabilecek bir güç fena olmazdı.

Ailis koluma dokunduğunda dörtnala koşan kalbimi ehlileştirmeye çalıştım. Gordion hizmetlisinin varlığını o anda tekrar hatırlamıştım. Onunla yalnız kalıp bu elçi meselesini konuşmam gerekiyordu.

"Gördüğün şeyi Gordion Hanımı Rhea'ya ilet," dedi Blake salondaki sessizliği bozarak ve elçiye döndü, "Prenses sağlıklı ve hayatta."

Birkaç saniyelik duraksamadan sonra ekledi.

"Şimdilik."

Şimdilik... Daha sonra hayatta kalmayabilirdim.

Elçi tehdidi anladığında teni kesik süt rengine dönmüştü, bakışlarını Blake'in üzerinde çok fazla tutamıyormuş gibi gözlerini yere indirip konuştu. "Hanımım, Prenses'in burada olduğunu teyit ettikten sonra size bunu vermemi istedi."

Rulo halindeki bir parşömeni Blake'e uzattı.

Blake gözünü kâğıt parçasına dikerken kıpırdamamıştı. Onun yerine Rem harekete geçip parşömeni aldı ve Blake'e götürdü.

Efendi beyaz, zarif parmaklarını uzatıp parşömeni kavradı ve kâğıdı açarak gözlerini yazılanlara çevirdi. Her ne yazıyorsa bilmek istiyor, ok gibi fırlayıp kâğıdı elinden kapmamak için kendimi zor tutuyordum.

Blake yazıyı okuduktan sonra başını kaldırdı ve arkasını dönerek yavaşça tahtına yürümeye başladı. Gözleri kısa bir an bana kaydığında, beni ölçüp biçen bakışlarının yerini memnun bir parıltı almıştı.

İşler istediği gibi gidiyordu...

Başımı çevirip Gölge'ye baktım, o an onun da bana baktığını görünce kalbim tekledi. Sanki beni bu ortamdan kurtarabilirmiş gibi ufacık bir hisse tutunuyordum ama bu mümkün değildi. En imkânsız ihtimalle bunu arzuluyor olsa bile beni Efendi'sinden kurtaramazdı.

Bana bakmak büyük bir hataymış gibi başını tekrar başka yöne çevirdi. Taht odasındaki varlığı o kadar belli belirsizdi ki bunu bilerek yaptığını fark etmiştim. Blake'in odadaki mevcudiyeti Gölge'yi iyice puslandırıyordu.

Efendi tahtına oturduğunda gözüm tekrar onu buldu. Sedna da kıvrılarak tahtın sırtlığına yerleşip usulca oraya tünedi.

Blake elçiye doğru elini gelişi güzel hafifçe salladı, bu hareketiyle onu kışkışlıyor gibi görünüyordu. "Kararımı gün içinde sana iletirim."

Elçi sıkıntılı bir şekilde dudaklarını birleştirsede bir tepki vermesi mümkün değildi, başını eğerek onayladı ve geri geri gitmeye başladı. Rem de ona eşlik etmek için hızlandı ve birlikte salondan çıktılar.

Bir süre taht odası sessiz kaldı.

"Gölge," dedi Blake. "Gordion hizmetlisine odasına kadar eşlik et."

Refleks olarak aniden Ailis'in elini tuttum, teni soğuk ve kuruydu. Kızın da en az benim kadar beti benzi atmıştı. Ona ihtiyacım vardı, konuşmamız gerekiyordu ama Blake şu an buna müsaade edecek gibi görünmüyordu.

Benim elime bakarken tekrar komut verdi. "Gölge."

Tek kelime peçeli robotu harekete geçirmeye yetti.

Varlığı aniden ortamı doldurdu ve bize doğru yürüyüp peçesinin ardından doğru düzgün göremediğimiz bakışlarını üzerimize dikti. Ailis ne onu ne de Efendi'yi kızdırmayı göze almak istemediğini belli edercesine elini elimden nazikçe kurtardı.

Dönüp kızın yüzüne baktım, bana gözleriyle sonra der gibi baktı. Yapacak bir şey yoktu, şu an konuşamazdık.

Omuzlarımı düşürüp onu bıraktım ve Gölge'yle beraber taht odasını terk ederlerken onları izledim. Tahtında oturan Efendi'ye bakmamaya çalışıyordum ama varlığı mıknatıs gibiydi, bakışlarım istemsizce tekrar ona çekildi.

"Annenin ne yazdığını merak etmiyor musun?"

Sorduğu soruyla beraber gerginliğim o kadar yoğunlaştı ki neredeyse fiziksel bir boyut alıp yanımda dikilmeye başlayacaktı. Zihnim ise bir kedinin oynadığı yumak gibiydi ve o kedi de şu an bizzat bana bakarak bir cevap bekliyordu.

"Merak ettiğim çok şey var." Çenemi zar zor hareket ettirsem de konuşmayı başarmıştım.

Bilmediğim bir zamanda, diyarlar arası politik bir savaşın ortasına düşmüştüm. Merak ettiğim ne yoktu ki...

Söylediğim cümle bir süre havada asılı kaldı. Güneş ışıkları mozaik pencerelerden ve tahtın üzerindeki cam kubbeden içeri renk oyunları katarken Nightingale'in üzerinde hale oluşturuyordu. Parmaklarını birbirine sürterek bir süre elini izledi.

"Morian'a gelin olarak gitmek istiyor muydun?"

Sorduğu soru beni hazırlıksız yakaladı. Bu soruyu gerçek Prenses'e sorsa ne derdi bilmiyorum ama benim verecek bir cevabım yoktu.

Sessizliğimi belki de olumlu algıladı bilmiyorum, parmakları durdu ve omuzlarını dikleştirdi. Gözleri tekrar beni bulduğunda işlenmemiş saf mücevherler gibi parlıyordu, ona bakmakta zorlanıyordum çünkü bana baktığında zihnimdeki en karanlık köşelerin bile gün ışığına çıkacağını hissediyordum.

Ayağa kalktığında geriye bir adım atmak istedim ama bedenim hareketsiz kaldı. Üzerine siyah bir pantolon ve boğazlı siyah bir tunik giymişti. Yeşil gözleri ve ay kadar beyaz teni siyahlara tamamen başkaldırıyor, tüm dikkatleri üzerlerine çekiyorlardı. Tuniği yüzünden boynundaki yılan derisine benzer lekeyi göremiyordum.

Çizmeleri sessiz odada tok sesler çıkarırken bana doğru yaklaştı, ellerini arkasında kavuşturup düşünceli ifadeyle beni izlemeyi sürdürdü.

"Beni daha ne kadar böyle izleyeceksin?" diye sordum sonunda, sesimi üzerine bastığım zemin kadar düz tutmaya çalışmıştım. Onun çehresinde ise hiçbir duygunun izine rastlanmıyordu. "Yüzümden ne okumaya çalışıyorsun bilmiyorum ama sorularıma cevap almadan sorularına cevap vermeyeceğim."

"Soruların neler?" diye sorduğunda ses tonu uzlaşmacı, makul ve neredeyse kibardı. Gerçekten ne sorsam cevap verecekmiş gibi görünüyordu.

"Ne yazıyordu?" dedim bu fırsatı değerlendirmeye çalışarak, "Gordion Hanımı ne yazmış?"

Gözleri taht odasında dolaşırken bu sorudan daha önemli şeyler sormamı bekliyormuş gibiydi, yine de düşündüğüm gibi oldu ve cevap verdi.

"Rhea benimle uzlaşmaya varmak için görüşme talep ediyor."

Huzursuzca kıpırdandım. "Nasıl uzlaşacaksınız?"

Blake çevremde ağır ağır adımlar atarak dolaşmaya başladı. "Ne önerirsin?"

"Hayatım hakkında yapacağın pazarlık için sana öneride mi bulunayım?" Çevremde aheste adımlarla daire çizmeye devam ederken, ensemde bile ürperme hissediyordum. Bu hissi ona diklenerek bastırmaya çalıştım. "Beni kaçırdığına göre bir planın zaten var demektir."

"Var," dedi Blake.

"Ne olduğunu söyleyecek misin?"

Tam kulağımın yanında durduğunda söylediği şey işitme duyumu bile bozguna uğrattı.

"Seni kurban etmek."

Bir anda ileri sıçrayıp ona doğru döndüm, elim refleks olarak kalbime gitti. "Ne?"

Dehşet içinde ona bakarken, Blake'in dudakları yukarı kıvrıldı ve habislerin de habisi gülümsemesi yine yüzünde belirdi. "Mübalağa ediyorum, Prenses."

Vücudumdaki tüm kan boşaldı, sinir uçlarım uyuşmuştu. Sadist adam neredeyse aklımı alıyordu çünkü söylediğine pek tabii inanabilirdim. Bu zamanda ne olacağı belli mi olurdu, büyüler için veya başka bir sebeple kurban edilenler olabilirdi.

"Mizahi yönünün ortaya çıkması ne hoş," dediğimde tek kaşı havaya kalktı. Kelimeleri telaffuz ediş şeklimden bile onlardan farklı olduğum belli oluyordu.

Ben bu zamana ait değildim.

"Bir müddet daha burada kalacaksın," dedi gözlerime bakarak. "Bir uzlaşma olduğunda akıbetini öğrenirsin."

"Ya uzlaşma olmazsa ne olacak?"

O an sanki taht odasına bir kasvet çöktü, hava doğal bir şekilde titreşiyordu. Camlardan içeri sızan gün ışığı, güneşin önüne beklenmedik bir bulut gelmiş gibi solmuştu. İçerisi karardı. Sedna bile başını kaldırıp dikleşmişti.

Blake, gözlerinde kaotik ve yok edici bir ateşle bakarken hafifçe kıvrılan dudaklarıyla konuştu.

"Savaş."

Bu sefer aklımı almayı bırak direkt yerinden sökmüştü. Boğazım kurudu, yutkunarak ıslatmak istedim ama onu bile başaramadım. Benim yüzümden bir savaş çıkabilirdi.

Benim değil, Prenses yüzünden. Bu ayrımı yapmam gerekiyordu, bunların hiçbiri benim suçum değildi. Burada olmayı da Prenses sanılmayı da ben istememiştim.

Odadaki ağırlaşan enerji ortamı terk etti ve bulut güneşin önünden kalktı, içeriye tekrar gün ışığı dolmuştu.

"Savaş birçok can kaybı demek," dedim zar zor yutkunup boğazımı ıslatarak. "Beni kaçırarak bunu göze alman korkunç bir şey."

Yüzümdeki yargılayıcı ifadeyi karşılarken yüzünde tek bir kas oynamadı. Arkasında birleştirdiği ellerini çözdü ve iki yanında tuttu. "Morian'la Gordion'un birleşip bana savaş açmayı planladıklarını bilmen için Gordion divanında olmana gerek yok," dedi. "Bunu çocuklar bile tahmin edebilir."

Bana doğru yavaş adımlar atıp yaklaştı. "Görüyorsun ya," dedi gözleri yüzümde dolaşırken. "Savaş ya da evlilik, her şekilde diyarlar için ganimet olarak doğmuşsun."

Bir eşya parçası muamelesi gördüğüm gerçeği normal zamanda olsa feminist damarlarımı kabartırdı, tüm kadınlarla protesto yürüyüşlerine bile katılabilirdim ama monarşilerle yönetilen yerlerde olan bu politik evlilikleri bildiğim için sessiz kaldım.

"Senin gelinin mi olacağım?"

Sorduğum soruyla gözleri gözlerimde takılı kaldı, anlık olarak ifadesinde hayret belirmişti. Açık açık sormamı beklemiyor olmalıydı.

"Bir gelin almaya niyetim yok."

Derin bir nefes vermek istedim, sırtımdan aşağı ter boşalır gibi oldu. Tanrı'ya şükür kimseyle evlenmek zorunda kalmayacaktım.

"Morian'la olan husumetimize Gordion'un karışmamasını sağlasan yeter," dedi kendisi için önemimi vurgulayarak. Yani Morian için bir gelin, Scathan için sadece bir esirdim. "Benim için varlığın daha fazlasını gerektirmiyor, Gordion'la birleşmeye ihtiyacım yok."

Morian'a gidebilseydim keşke diye geçirdim içimden... Biriyle evlenmek zorunda kalmak istemezdim ama en azından orası için daha önemli biri olacağım kesindi.

Neler diyordum ben böyle? Burada kaldıkça konudan daha çok sapıyordum. Benim buraya geldiğim gölü bulmam ve tekrar kendi hayatıma dönmek için bir yol aramam gerekiyordu.

"Rengin git gide soluyor Prenses," dedi Blake. Sonra centilmen bir edayla elini kaldırıp kapıyı gösterdi. "Biraz hava almak için bahçede dolaşmak ister misin?"

Sorusu beni şaşırtmıştı. Onunla biraz daha aynı ortamda durmak istemiyordum ama en azından dört tarafımız duvarla çevrili olmayacaktı, açık havaya çıkmak iyi olurdu.

Yavaş adımlarla kapıya yürümeye başladığımda o da hemen yanı başımdaydı. Birlikte taht odasından çıktık. Kalenin kendisine özel bir kanadında olduğumuzu daha iyi anlamıştım, hizmetliler yoktu ve her geçtiğimiz yerde duvarlardaki oymalara vazolar, lüks şamdanlar ve heykeller yerleştirilmişti.

Beni kemerli bir kapıya götürdü, kapıdan geçmem için elini uzattığında ona kısa bakış atıp dışarı çıktım.

Tertemiz oksijeni içime çektiğimde ciğerlerime sıkışan kasvetli havadan kurtulmaya başlamıştım. Blake hemen arkamdaydı, bu bile beni çok germiyordu çünkü bahçe manzarası nefesimi kesmişti.

O kadar güzeldi ki bir an cennete mi düştüm diye merak ettim. Rengârenk çiçekler, sedir ağaçları, cıvıldayan kuşlar ve fıskiyeli bir havuz vardı. Yer yer heykeller vardı, kimisi hayvanlara aitti kimisi insanlara.

Yürümeye başladığımda Blake biraz arkamda kalsada beni takip ettiğini fark edebiliyordum. Çiçekleri incelemeye ve temiz havayı içime çekmeye devam ettim. Sonunda bahçenin ortasına dikilen bir heykelin önüne gidip onu incelemeye başladım.

"Bu kim?" derken sesim huşu içindeydi, işçilik beni şoka sokmuştu. Michelangelo'nun David heykeli gibi en ince detayına kadar yontulmuştu.

"Babam."

Verdiği cevapla dikkatim daha çok heykele çekildi, bir önceki Efendi'yi iyice incelemeye başladım. Saçları omuzlarına geliyordu, yüz hatları özenle işlenmişti ve sanki yumuşak mizacını ele veriyordu. Beline bağlı kemerde kılıcı sarkıyordu.

"Babana benziyor muydun?"

Benzetememiştim ama yine de gördüğüm bir heykeldi, aslını merak etmiştim.

Blake ellerini arkasında birleştirmişti, sükûnet içinde heykele bakıyordu. O kadar uzun baktı ki cevap vermeyeceğini sandığım esnada gözlerini benim yüzüme çevirdi. "Anneme daha çok benziyorum."

Dorcha. Lanetli Cadı.

Annesini o kadar merak ediyordum ki, soru dudaklarıma kadar geldi ama birden hareketlenip yürümeye başladı. Ben de susup onu takip ettim; etrafıma göz gezdiriyor, bahçenin tadını çıkarmaya çalışıyordum.

Aramızda derin bir sessizlik vardı, o da bana bakmıyor gözleri çiçeklerde dolaşıyordu.

Ben de düşüncelerde dolanırken bir kargaşa oldu, çiçekler sağa sola hareket etti. Minik çığlıklar duyuldu ve beni irkiltecek bir şey gerçekleşti.

"Bunlar ne? Bunlar ne!"

Bana doğru hareket eden dört tane küçük varlıktan kaçarak yakınımdaki ağacın en alt dalına oturdum ve ayaklarımı havaya kaldırdım. İnce sesli çığlıkların kaynakları ağacın gövdesini tırmalamaya başladılar ve bağrışarak benim inmemi talep ettiler.

Tüylü, yavru vaşakları andırıyorlardı ama... bunların boynuzları vardı!

Blake hâlâ kollarını arkasında kavuşturmuş vaziyette beni izlerken kaşları hafifçe havaya kalkmıştı, yüzünde eğlenen bir ifade oluşmuştu. Efendi'yi gerçekten eğlendiren nadir şeylerden biri oluyordu anlaşılan, yüzünü hiç böyle görmemiştim.

"Sadece oynamak istiyorlar, Prenses."

"İnan ben de oynamak isterim," derken sesim abartılı yüksek çıkmıştı, sanki karşımda kocaman aslanlar varmış gibi hissediyordum, "ama hazırlıksız yakalandım!"

"Yetişkin bir Charon tehlikeli olabilir ama yavrusu tehlikeli değildir."

Yavru Charonlar zıplayarak beni beklemeye devam ettiler.

"Hayvan sevgini takdir ediyorum, gerçekten," dedim Blake'e söylene söylene aşağı "Ama daha kaç tane evcil hayvanın var merak ediyorum."

Blake bana doğru adımlar attığında yavrular onun çizmelerine yapıştılar. İnmeme yardımcı olmak isteyerek elini uzattığında tutup tutmamak arasında kararsız kalarak bekledim.

Bekledi.

En sonunda nezaketsizlik etmemek adına elini tuttum.

Elleri ipek bir kumaş gibi pürüzsüz ve yumuşaktı; bu zarif ellerden çıkan siyah ipler ve büyüler sanki çok uç bir hayal gibi geliyordu. Göğüs kafesimde bir sıkışma oldu, içinde zıplayan yavru Charon'lar var gibiydi.

Kokusu burnuma ulaştı, yağmur ve fırtına gibiydi. Ağacın dalları arasından süzülen alacalı ışıkta gözleri tenimi yakacak kadar ışıldamıştı.

Ayağımı yere bastığımda yavrular anında benim eteğimin paçalarına yapıştılar. Bu sayede transa girmekten kıl payı kurtuldum, ona biraz daha baksam sanki üzerimde büyülü bir etki bırakacaktı.

Elimi elinden çekip, yüzüme düşen kısa saçı kulağımın arkasına sıkıştırmaya çalıştım. Bu saç, Parehe'lerin kestiği tutamlardan biriydi. Blue saçımı yaparken onları yeteri kadar kamufle etsede beceriksiz bir kuaför kesmiş gibi dolaşmaktan kaçamayacağım belliydi.

Blake kesilmiş tutamımı fark etsede bir şey söylemedi, ben de bir şey söylemesinden kaçınarak ona bakmıyordum. İşkence çekerek öleceğim esnada gelişi ve Parehe'leri yok edişi gözümün önünden gitmiyordu.

Yüzümü eğip dikkatimi Charon'lara yönelttim. Ciyaklıyor, zıplıyor, onları sevmem için adeta yalvarıyorlardı. Boynuzları geyik boynuzları gibiydi, iki yana yelpaze gibi açılmışlardı.

Eğilip bir tanesinin başına hafifçe dokunduğumda sevgime karşılık vererek başını elime sürttü. Diğerleri aynı sevgiyi talep ederken, onların da başına tek tek dokundum. Sonra gülmeye başladım. Hem de kahkahalarla. Aşırı tatlılardı!

"İsimleri var mı?" diye sordum sessizce bizi izleyen Blake'e.

"Yok."

Gözlerimi kaldırıp yüzüne baktım. "Yılanına bir isim koyuyorsun ama bu yavruları isimsiz mi bıraktın?"

"Yılanıma ismini ben koymadım."

Duraksadım. İkimizin de arasında kısa bir bakışma geçti, onun hakkında bilmediğim bir ton şey vardı ve bilmek isteyip istemediğimden emin bile değildim.

"O zaman onlara isim ben koyabilir miyim?"

Elini uzatıp onay verir gibi devam etmemi işaret etti. "Buyur."

"Cinsiyetleri ne?" dedim en tombul olanını severken. İkisinin tüyleri beyazdı, diğer ikisi sarı ve kahverengi karışıktı.

"Hepsi erkek," dedi Blake.

Dudaklarımı büzdüm, isim düşünürken onları sevmeye devam ettim ve en sonunda sırıttım. "Pekâlâ, işte isimleri; Küçük Joe, William, Jack, Averell."

Onlara Dalton kardeşlerin isimlerini koyduğumda, Blake'in anlamayacağını bildiğim için daha da sırıtmaya başladım. Kardeşlerin liderlerinin ismini koyduğum Joe, aralarında en küçük görüneniydi ve bana ilk kendini sevdirmeye çalışan da oydu. Sarı kahve renkli tüylü başını elime tekrar sürttü.

Bir süre yavruları sevdim, Blake'de sessizce bizi izledi. Havada hafif bir esinti oluştuğunda üşümeye başlamıştım. Bunu fark etmiş olacak ki, "Odana dönebilirsin, Prenses. Git ve ısın, hasta olman işime gelmez," diyerek büyülü dakikaları sona erdirdi.

Buradaki varlığımın tek sebebi işe yarıyor olmamdı, bundan daha kötü ne var bilemiyordum.

Nefesimi usulca içime çektim ve son hamlemin vurucu olması adına gözlerinin içine baktım. "Hizmetlim Ailis'i tekrar hizmetime ver." Söylediğim şeye karşı ifadesizce yüzüme bakmayı sürdürünce isteğimi taçlandırdım. "En azından yemek ve banyo konusunda bana yardımcı olmasına müsaade et. Damak tadımı iyi biliyor ve..." Suratımı hafifçe buruşturdum. "Mutfağınız çok iyi ama... benim yiyeceğim şeyleri Ailis iyi bilir. Yoksa böyle kilo vermeye devam edersem hastalanacağım."

Blake, daha fazla cümle sıralamama tahammül edemeyecekmiş gibi cevap verdi. "Hizmetlinin yemek ve banyo konusunda sana yardım etmesine müsamaha göstereceğim, Prenses."

Kabul etmesini beklemiyordum, bu yüzden soluğumu normalden daha şiddetli verdim. Yine de rahatlayıp bu kadarla kalmayacaktım. Şımarık Prenses rolüme devam ettim ve bir istekte daha bulundum. "Ayrıca kalede serbestçe dolaşmama da."

Bu sefer ifadesinde şüpheli bir tavır asılı kaldı.

"Ne olabilir ki?" dedim durumu dramatize ederek. "Bu şatodan kaçacak gücüm yok, bunu sen de biliyorsun. En azından bir esir gibi tutulmak yerine, şatoya alışabilirim."

Dramım işe yaradı mı diye yüzüne pür dikkat baktım ama ne düşündüğünü anlamak uzanıp güneşe dokunmak kadar zordu.

"Kalede sadece yanında bir refakatçi varken dolaşabilirsin."

Kahretsin. Bu sefer tutmamıştı. Bir taraftan sevinçten zıplamak isterken diğer taraftan hüsrana uğramıştım. Yanımda sürekli birileri varken tutsaklığım devam ederdi.

Yine de verdiği bu tavizler ileri doğru bir adımdı. Daha çok bilgi edinebilir, gideceğim yeri bulmada Ailis'den fikir alabilirdim.

Gözleri arkamdaki kemerli girişe kaydı ve başını eğerek birine komut verdi. Başımı çevirip ardıma bakınca Remus'un orada olduğunu gördüm.

Komutu alarak hemen yanımıza geldi.

"Prenses'in hizmetlisi, yemek ve banyo konusunda Prenses için tekrar hizmete başlasın." Sonra yeşil gözleri benim üzerime tekrar odaklandı. "Ayrıca Prenses yanında bir refakatçi varken kalede istediği gibi dolaşabilir."

Remus'un tıpkı Blake'inki gibi keskin olan bakışları üzerimde dolaştı, bana güvenmediği her halinden belliydi ama bir tepki vermedi. Başını eğerek Efendi'nin emrini onayladı.

"Artık gidebilirsiniz," dedi Blake bizi huzurundan kibarca kovalayarak.

Rem bana ilerlemem için eliyle işaret ettiğinde ikisine de ters ters bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Lanet ilkel yaratıklar. Kendi dünyama döndüğümde ikisini de gerçekten bir yaratık olarak yazacaktım.

Tam kemerli kapıya ulaşmıştık ki içeriden birisi koşarak ortaya çıktı ve gövdeme tosladı.

Nefesim hafifçe kesilirken, bana çarpan kişiye bakıyordum ve bunun için başımı eğmem gerekti. Çünkü bana çarpan bir çocuktu... Bir oğlan çocuğu.

Yaşı on, on bir civarı olmalıydı. Omuzlarına gelen siyah saçları vardı ve yüzü... Gözlerimi kısıp yanımdaki Remus'a baktım. Gözlerim kısa bir an ikisi arasında gidip geldi. İşaret parmağımı çocuğa doğrultarak... "Senin..."

"Kardeşim," dedi Remus düşüncemi onaylayarak.

Bunu söylemese bile kardeşi olduğuna emin olurdum çünkü Rem'in aynısıydı. Bakışları da öyle... Kaşlarını hafifçe çatmış, beni inceliyordu.

"Wren. Buraya gel."

Blake'in sesini duyduğumda başını çevirip ona baktım. Küçük çocuk beni es geçip anında ona doğru koştu ve olduğu yerde kıpırdandı. "Blake amca, bugün hangi ata bineceğiz?"

Blake'in çocuğa karşı hafifçe yumuşayan yüzünü izlerken afallamış haldeydim.

"Hangisini istersin?" diye sordu.

Çocuk bacağına yapışan Charonları severken, sanki hayalini uzun bir süredir kuruyormuş gibi sorusunu sorarken sırıttı. "Gölge'nin atına binebilir miyiz?"

Gölge'nin bahsi geçtiği anda vücudumda oluşan saçma karıncalanmayı yok sayarak Blake'in bir çocukla nasıl zaman geçirdiğini düşünmeye başlamıştım. Onunla at biniyordu, çocuk ona amca diyordu. Bir ailesi vardı...

"Efendi'nin insani şeyler yaptığına inanmak zor," dedim mırıldanarak.

O kadar mutlak bir güce sahipti ki bu aşamaya nasıl geldiğini merak ettim. Nasıl yollardan geçtiğini, annesini ve babasını... Blake'in hayatını merak ediyordum.

Bir kasabada ekmek çaldı diye bir genci idam ettirmesi, Göle Kalesi'nin bahçesindeyken bir kelebek gibi zararsız bir canlıyı bile büyüyle öldürmesi... Bunlar onu benim kurgumdaki kötü karaktere yaklaştırsa da; savaşçıları, ailesi ve tüm tebaası ona hürmet gösteriyordu.

Kafamdaki düşünceler sivrisinek gibi beynimi ısırırlarken, arkamı döndüm ve Rem ile birlikte kalenin diğer kanadına geçtik. Merdivenleri tırmanırken ya da koridorlardan geçerken hizmetlileri görüyordum ama tanıdık bir yüze rastlamamıştım.

Sonunda Rem beni bir odanın kapısına getirdiğinde, ona dik bir bakış attım. "Bizi dinlemen kabalık olur, biliyorsun değil mi?"

Bana aynı dik bakışlarla karşılık verip, "Neyse ki kibar olmak gibi bir gayem yok," dedi ve kapıyı açtı.

O geçmem için beklerken dik bakışlarımı sürdürerek içeri girdim, Rem arkamdan kapıyı kapattı.

Derin bir nefes verip odaya baktığımda, Ailis'i cam kenarındaki tekli bir koltuğun önünde ayakta dikilirken buldum. Odasını incelediğimde, benim odam kadar olmasada iyi şartlarda kaldığını fark ettim. Yatağı gölgelikli değildi fakat bordo nevresimleri yumuşak ve rahat görünüyordu. Bir şöminesi vardı, içerisi sıcaktı ve tavandan yere kadar uzanan camlardan gün ışıkları odaya vuruyordu.

Hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm ve Rem'in orada olduğunu belirtircesine kapıya kaçamak bakışlar attım. "Efendi seni tekrar hizmetime verdi," dediğimde Ailis şaşırmış görünüyordu. Sonra sesimi alçaltıp konuştum. "Konuşmamız gerekiyor."

Derin bir nefes verdi, başını aşağı yukarı salladı.

Elini tutarak onu yatağa çektim, ikimizde oturduk. "Ne oldu orada öyle, Ailis?" derken fısıltımda hayret saklıydı. "Elçi neden bana Prenses olarak seslendi?"

Önüne düşen kızıl saçını kulağının arkasına sıkıştırdı, yavaşça yutkundu. "Onu tanıyorum, Hanımım Rhea'nın yakın hizmetlilerden birisi. İsmi Gregor."

Devamında ne geleceğini merak ederek tek kaşımı kaldırdım. Ailis'in yanakları hafifçe kızarmaya başladığında algım açıldı, ağzım hafifçe aralandı. "Aranızda bir şey mi vardı?"

Dudağını ısırdı, bakışlarını odada dolaştırdı. "Tam olarak öyle olmasada, evet, biz Morian'a gitmek için yola çıkmadan önce Gregor bana aşkını ilan etmişti."

Ciğerlerime hava doldurmakta sadece burnumun işe yaramayacağını düşünerek ağzımdan da nefes aldım. "Diyarlar arası bir savaş söz konusu ve bu adam seni korumak için Prenses olmadığım halde bana Prenses dedi, öyle mi?"

"Eğer Prenses olmadığını söyleseydi, şu an yaşamıyorduk. Ayrıca Gregor, Rhea Hanımın emellerine ters düşecek bir şey yapmaz. Bundan Hanımımın da haberi olabilir."

"Hanımının ne gibi bir emeli olabilir, Ailis?" diye sorduğumda sesim istemsizce yüksek çıktı. Yüzümü buruşturup Rem'in bizi dinliyor olabileceği gerçeğini hatırladım ve gerildim. Derin bir nefes verip sesimi daha alçak tutmaya çalıştım. "Bu lanet yerde neler döndüğünü anlamam gerek."

"Bilmiyorum," dedi, bilgiye dair açlığımı silip süpürerek. "Prenses'i buluna kadar durumu idare etmeye çalışıyor olabilir."

Sinir krizi geçirmemek için kendimi zor tutarak fısıldadım. "Ya kızını hiç bulamazsa?" Sonsuza kadar burada esir mi kalacağız?"

"Ölmemizden iyidir," dedi Ailis.

Gözlerim kızın yüzüne odaklandığında, yüzümde hayret dolu bir ifade belirip hızla yerini baygın bakışlara bıraktı. "Olaya iyi yönden bakmanı takdir ediyorum, Polyanna. Ama ben burada kalamam."

"Polyanna?" dedi kafası karışmış bir şekilde.

Ona modern zamanın iyimserlik timsali olan masal kahramanını anlatacak zamanım yoktu. "Bizi ilk buldukları yere gitmem gerekiyor. Orada bir göl var, ona ulaşmalıyım."

"Bahsettiğin yer Hidden gölü. Gordion ve Scathan sınırında. Ama buradan oraya nasıl gidersin bilmiyorum, bu topraklara ait değilim."

Gölün adını duyunca anında dikkat kesildim. "Hiddenfield'ı biliyor musun?"

Başını iki yana salladığında hüsrana uğradım. Hiddenfield'daki göl olduğuna şimdi daha çok emin olmuştum ama belli ki Hiddenfield henüz yoktu.

Nefesim gittikçe göğüs kafesime batmaya başlayarak bana kurtuluşumun olmadığını hatırlatıyordu. Sonra aklıma bir şey geldi, gözlerimi kaldırıp Ailis'e baktım.

"Harita," dedim umut kıvılcımları tekrar çakmaya başlarken. "Bana harita lazım."

Ailis, dudak büktü. "Elbette bir harita odası vardır ama ona nasıl ulaşacaksın?"

Aklımdaki tilkiler fıldır fıldır dönerlerken bu konu hakkında bir şeyler düşünmeye çalıştım. "Bir harita bulacağım ve buradan kaçacağız," dedim. "Benimle gelecek misin?"

Yüzü soldu. "Sen gidersen hiçbir işlerine yaramam ve sana yardım ettiğimi düşünüp beni sorguya çekerler. Sorgu sırasında ölmek istemiyorum."

Başımı aşağı yukarı salladım. "Buradan gidecek bir yol bulacağım. Sana söylediklerimi yap yeter."

Ailis tereddütle başını salladı ama başarabileceğimize dair bir umudu olmadığı belliydi. Daha fazla onun yanında kalıp ben de aynı umutsuzluğa sürüklenmek istemedim. Ayağa kalkıp ona son bir bakış attım ve odadan çıkmak için kapıya vurdum.

Rem kapıyı açtığında, bakışları önce benim ardından da hâlâ yatakta oturan Ailis'in üzerinde dolaştı. Bir gözünden geçip giden yara izi olmasa da yeterince tehditkâr görünürdü.

"Blue'yu görmek istiyorum," dediğimde tek kaşını kaldırıp bana baktı. "Efendi kalede dolaşmama müsaade etti. Yanımda biri varken. Ama istersen tek dolaşıp Blue'yu bulabilirim."

Yenilgi dolu sıkkın bir nefes verdi.

Ailis'e dönüp buyurgan bir tavırla emir verdim. "Dönünce banyo yapmak istiyorum. Gerekli şeyleri hazırla."

Ailis duraksadı ama Rem'in gözleri pür dikkat üzerimizde olduğu için toparlanması uzun sürmedi. Başını eğip parmak ucunda alçaldı. "Emredersiniz, Prenses."

Rem gösterimizden sıkılmış olacak ki bıkkın bir sesle, "Sana ilk seferinde yardımcı olmaları için hizmetlilere haber veririm," dedi Ailis'e. Sonra bana hitaben, "Gidelim, Prenses," dedi ve ilerlemeye başladı.

İçimde filizlenen gülümseme dudaklarıma ulaşmadı, zira henüz bir arpa boyu yol alabilmiş değildim. Yine de umudumu kaybetmeyecektim, bu benim fıtratımda yoktu. İnatçıydım ve bu diyar inatçı bir prensesle uğraşmak zorundaydı.

Merdivenlerden indiğimizde Rem hizmetlilerden birini kolundan yakaladı. Kız irkilse de gözlerini yere dikip Rem'in konuşmasını bekledi.

"Blue'yu gördün mü?"

Kız başını aşağı yukarı salladı. "Mutfakta."

Rem gözlerini devirip, ilerlemeye başladığında ben de takip ettim. Blue'yu beklediğim yer mutfak değildi.

Sonunda hararetle mutfağa girip çıkan hizmetlilerinin arasından geçtik ve içeri girdik. Kaynayan kazanları karıştıran, orta tezgâhta sebzeleri doğrayan ve bağırarak birilerine komut veren aşçıyı izleyen hizmetlilerin arasında Blue'yu gördük.

Mutfağın dışarıya açıldığını anladığım küçük bir kapısından içeri bir şeyler taşıyordu. Kollarında turp, marul ve daha birçok sebzeyle dolu bir hasırdan örme sepet vardı. İki hizmetli ise içeri bir fıçıyı getirip koydular. Blue onlara gülümseyip, diğer fıçıları da getirmelerini tembihledi.

Rem kollarını gövdesinde birleştirip Blue'ya bakarken homurdandı. "Burası benim başımı ağrıtıyor, dışarıda bekliyorum." Topuklarının üzerinde dönüp mutfaktan çıktığında iyi ki başını ağrıtıyor diye düşündüm. Blue'yla yalnız konuşmam gerekiyordu.

Blue da o an beni gördü. "Ah. Ross!" dedi şaşkınlıkla. Bu kız bana her Ross dediğinde ona sarılasım geliyordu. "Burada ne işin var?"

"Seni arıyordum," dedim. "Efendi kalede dolaşmama müsaade etti ve benim... burada konuşacak pek kimsem yok."

Elindeki sepeti ortada duran tahta masaya yerleştirip, mavi saç örgüsünü geriye attı. "İyi yaptın, seni görmek çok güzel." Benim etrafa göz attığımı görünce sırıttı. "Andillar'dan gelen Ambrossia'ları teftiş ediyorum. Tanıdığım bir nemften geliyor, Efendi şarap konusunda oldukça titiz."

İçeri fıçı taşıyan oğlanlara direktiflerini verdikten sonra bana baktı. "Andillar neresi?" diye sordum.

"Tepenin aşağısındaki kasaba. Buraya en yakın kasaba o."

Küçük kapıya doğru yavaşça yürüyüp dışarı bir bakış attım. Biraz ileride atların çektiği bir yük arabası vardı ve arkasında fıçılar doluydu.

Zihnimin çarkları dönerken, gülerek Blue'ya baktım. "Ambrossia leziz bir içecek," dedim ve beklentiyle yüzüne baktım. "Tadımlık var mı?"

Başıyla onayladı. Getirttiği şarabı övme ihtimalimi kaçırmayarak hemen bir sürahi buldu ve bir kadehe şarabı doldurdu.

Memnuniyetle içecekten yudum alırken, beğendiğimi belli edercesine kocaman tebessüm ettim. "Mükemmel."

Bu durum oldukça hoşuna gitmişti, yüzünde tatlı bir gülümseme vardı.

O esnada aşçının hizmetlileri fırçalamasını duymazdan geldim ve konuya odaklandım. "Kaleyi dolaştıkça burayı daha çok sevmeye başladım. Madem artık burada kalacağım, keşke benim de ilgi alanıma yönelik yerler olsa."

Blue'nun mavi gözleri kısılıp aşçıyı buldu ama dikkati bir yandan da bendeydi. "Ne gibi ilgi alanların var? At binmek, ok atmak, bahçeyle uğraşmak..."

"Kitap okumak," dedim birden. Blue dönüp bana baktığında beklentiyle kaşlarımı kaldırdım. "Okumayı, incelemeyi çok severim. Haritalar. Haritalarla coğrafyayı keşfetmek de çok hoşuma gider."

Yüzünde meraklı bir ifade belirdi ama hizmetlileri fırçalayan aşçıdan da gözünü alamıyordu. Tombul adamı her an yere devirecek gibiydi. "Burada okumayı seven çok yoktur," dedi dudaklarını büzerek. "Sadece Üstatlar çok okur, onlar da hünerlerini şifada kullanırlar."

Anlaşılan burada esaslı bir yazar eksikliği vardı.

"Ben bir kitap yazayım da herkes okusun," dedim Blue'nun anlamayacağı şekilde sırıtarak. "Geldiğimden beri yaşadıklarımı yazsam çok tutardı."

Blue başını çevirip anlamsız gözlerle bana baktığında onu elimle geçiştirdim. Benim tuhaf konuşmalarıma alıştığı için üstelemiyordu, bu kıza bayılıyordum.

"Haritalara gelince... kalenin sol kanadındaki kubbenin en tepesinde harita odası var. Ama orası hizmetlilere kapalı."

"Ya sana?"

Blue düşünüyor gibi dudağını büzdü. "Gerçekten coğrafyadan keyif mi alıyorsun?"

"Okuyacağım bir aşk romanı yoksa haritaları incelemek beni memnun eder."

Blue dudaklarını büzmeye devam ederken düşünüyordu. İstediği kadar düşünsün... Bu kızın özünde kötü düşünce olmadığına emindim, bu yüzden saftı. Blue için kullanabileceğim kelime bu olabilirdi.

"Tamam, önce şu fıçıları taşısınlar çünkü hava karardığında tekrar kasabaya boşları göndermemiz gerekiyor. Ondan sonra beraber gidelim."

Sevinçle zıplamamak için kendimi zor tutarak başımı salladım. On dakika boyunca onun fıçıları taşıyanlarla uğraşmasını izledim, sonunda Blue yanıma geldi ve "Gidelim," dedi.

Tam onu onaylayarak hareket etmiştim ki aşçının ansızın vurulan bir hayvan gibi kesik sesle ciyakladığını duydum. Başımı çevirip baktığımda adam yerde felç olmuş gibi yatıyordu.

"Ona ne oldu?" diye sordum orayla hiç ilgilenmeyen Blue'ya bakarak.

Omuz silkti. "Nemf ışık huzmem ona çarpmış olabilir." Hınzırca sırıttı. "Biraz sesi kesilsin de hepimiz rahat edelim."

Kötülüğe aklı çalışmasada adaleti sağlarken oldukça gözü kara olabileceğini hatırlamam gerekiyordu. Blue diğer savaşçılar gibi vahşi görünmüyordu ama güçleri muntazamdı. En son istediğim şey nemf ışık huzmesi yiyip felç geçirmekti.

Yutkunarak onu takip ettim. Kapıda bekleyen Rem'i gördüğümüzde Blue konuştu. "Prenses'le ben ilgilenirim Remus. Sen işine bakabilirsin."

Rem, delici bakışlarını ikimiz arasında dolaştırdı. "Yine elinden kaçırma."

Blue dişlerini sıktı. "Arion'la çok fazla vakit geçirdiğini düşünüyorum," dedi yüzüne sahne bir gülümseme yerleştirerek. Daha çok Arion'un adından bile tiksiniyor gibi görünüyordu. "Onun kadar baş ağrıtmaya başladın."

"Ben sadece uyarıyorum, Blue."

Blue, başıyla onayladı. "Tamam, ama endişelenmen yersiz. Kaledeyiz. Nereye kaçabilir ki?"

"Ben de buradayım, farkı da mısınız?" dedim varlığımı hatırlatarak. "Ve seni temin ederim Remus, kaçmaya niyetim yok. Bizi kız kıza bırak yeter. Senin somurtkan yüzün günümü çekilmez kılıyor."

Tam bir Prenses gibi kibirle çenemi dikleştirdiğimde Remus gözlerini kıstı. Blake kendisi yetmiyor gibi kuzenini de başıma bela etmişti. Bir de Gölge'sini...

Onun varlığını hatırlamak gözlerimle etrafı taramama neden oldu. Önce onu görmek istediğimi düşünsemde bir yandan da etrafta olmamasına memnun oldum. Rem'i atlatabilirdim ama o olursa bilgi arayışım kaçınılmaz olarak hüsranla sonuçlanırdı.

Blue'nun rehberliğinde kalenin başka bir kanadına geçtik, hizmetliler gittikçe azaldı ki bu da işime geliyordu. Harita odasının olduğu kubbenin merdivenlerini tırmanmaya başladığımızda gergindim, ellerim terliyordu ama hedefime odaklandığım için sakin kalmaya çalıştım.

Sonunda en üst kata geldik ve Blue bir şeyler mırıldandı. Tahta kapı menteşeleri gıcırdayarak açıldığında bakışlarım mavi saçlı nemfi buldu. "Efendi özel odalarını nemf gücüyle kilitletir. Burayı zaten ben mühürlemiştim."

Bu iş için en doğru kişiyi seçmem şansın benden yana olduğunun bir işareti olmalıydı. Bu sefer başarabilirdim.

Yüzümde bir sırıtma belirdi ve kapıyı iyice iterek içeri girdim. Blue'da arkamdan geldi ve ilerleyip perdeleri çekerek odanın içine ışık dolmasını sağladı. Pencerelere yaklaştığımda kalenin bu yükseklikten görüntüsü harikaydı. Buradan kale dışında kalan ormanı bile görebiliyordum. O ormanın içindeki patikadan gelmiş olmalıydık. Patikanın aşağısı da Andillar kasabası olmalıydı.

"İşte haritalar," dedi Blue, sarı renkte büyük kalın kâğıtları çıkararak. Masaya koymasının etkisiyle uçuşan toz zerreleri buraya çok girilmediğini belli ediyordu.

Neşeyle masaya koştum. Üzerinde birçok kâğıt ve kitap vardı ama benim ilgim tamamen haritadaydı.

Modern haritalar gibi her detayına kadar işlenmemiş olsada çizim çok iyiydi. Bildiğim hiçbir bölge ya da isim yoktu, eğer bambaşka bir dünyada değilsem 1600lü yıllarda olabilirdim.

Burada ilk ortaya çıktığım gölü bulup çevresini araştırmam gerekiyordu. Hiddenfield'da yükseklikten düşerken bir çeşit portaldan geçmiş olabilirdim.

"Biz şu an hangi noktadayız?" diye sordum Blue'ya.

Blue dudağını kıvırıp, ince beyaz parmağıyla bir noktayı gösterdi. "Scathan Kalesi," dedi. "Geldiğimiz yer de işte şurası, Göl Kalesi."

İki kale arasında bir yay gibi geçen Farran isimli orman vardı; burasının Matron'la ve Prahe'lerle karşılaştığımız orman olduğunu anladım. Gözlerim Göl Kalesin'den çaprazlama yukarı doğru çıktı, hanında kaldığımız Dowra kasabasını gördüm. Ondan incelememi sürdürerek biraz daha ilerledim ve Gordion sınırı işte oradaydı!

Benim Farran ormanından geçmeden bir şekilde o sınıra ulaşmam lazımdı, tekrar Parehe'lerle karşılaşma riskini alamazdım. Bu da yolu uzatıyordu ama canımdan önemli değildi. Gözlerimle haritayı iyice taradığımda, Farran'ı geçmeden sınıra ulaşmak istiyorsam Vulcan isimli bir yerleşim yerinden geçmem gerekiyordu. Vulcan, gelin gideceğim yer olan Morian sınırına yakındı.

Başımı iki yana salladım. Ben gelin gitmeyecektim, Leda gidecekti. Scathan ve Morian tamamen onun sorunuydu. Tek derdim Hidden gölüne ulaşmaktı.

"Ross?" dedi Blue. "İyi misin?"

O kadar dalmıştım ki birden irkildim. "Ah, evet," dedim dikleşerek. "Evet, çok iyiyim. Bir harita incelemek oldukça keyifliydi. Teşekkürler Blue."

"Bu haritayı buradan kaçabilmek için incelemedin değil mi?"

Aniden gelen soruyla neredeyse bozguna uğruyordum. "Ne? Hayır. Haritayı bilsem ne olur Blue, tek başıma nereye kadar gidebilirim ki?"

Blue, koyu mavi gözleriyle beni izledi. "Bunu anlamış olduğuna çok sevindim," dedi derin bakışlarını üzerime dikerek. "Çok zor günler yaşadın, mutlu olman için seni buraya getirdim ve tekrar üzmek istemem ama Efendi'den kaçamazsın."

Kalbim külçe gibi ağırlaştı.

"Bu diyar onun, seni her yerde bulabilir. Daha da kötüsü başına türlü belalar gelebilir ve canından olabilirsin."

Vücudum uyuşmaya başlıyordu, ellerimi kapatıp açtım ve göz ucuyla pencereden görünen manzaraya baktım. "Biliyorum," dedim sakin bir tonla. Biliyorum ama beni anlamıyorsun, ben bu dünyaya ait değilim.

"Hadi artık gidelim. Birisi bizi burada yakalarsa azar işitebilirim."

Onu onayladım, haritayla işim kalmamıştı.

İkimizde aşağı inip tekrar benim kaldığım kanada geçtik, odama gitmek istediğimi söyleyerek Blue'ya veda ettim. Ona sarılmamak için kendimi tutmuştum, hem o kadar yakın değildik hem de bu şüpheli kaçabilirdi.

Blue, onu son görüşüm olabileceğini bilmemeliydi.

--

Sıcak küvetin içinden çıkıp giyinmem için verdikleri kıyafetleri tek başıma üzerime geçirmeye çalışırken kapım tıklatıldı. Gri renk bir elbiseydi, eteği düz olarak aşağı iniyordu. Pileli etekli elbiselerden birini giymediğim için memnundum, planlarıma çok ters düşerdi.

Gelenin Ailis olduğunu bildiğim için, "Gel," diye seslendim.

Ailis, elinde tepsiyle içeri girdiğinde telaşlı görünüyordu. Önemli bir şey olduğunu anladığım an kalbim sıkışmaya başladı. "Ne oldu?"

Tepsiyi küçük sehpaya koyarken, "Efendi kaleden ayrılmış," dedi.

Kalbimdeki sıkışma çözüldü fakat bu seferde çok hızlı bir şekilde göğüs kafesimi tekmelemeye başlamıştı. "Nereye gitmiş?"

"Bilmiyorum," dedi Ailis. "Mutfakta duydum, Efendi için yemek hazırlanmadı fakat savaşçılar yemekhaneye geçiyor," dedi ve fısıldadı. "Hizmetliler de onlarla meşgul olacak. O sırada mutfak boş."

Efendi'nin kalede olmaması bizim için çok güzel bir mucizeydi ama nedense uğursuz bir şeymiş gibi hissettiriyordu.

"Elbisenin korsesini bağlamama yardım eder misin?" diye sordum. Bu elbiseleri tek başına giyinmeye çalışmak zulümdü.

Ailis arkama geçip ipleri bağlamaya başladı. Üzerine Scathan hizmetlilerinin giydiği bordo kıyafetlerden vermişlerdi. Kızıl saçını örgü yaparak toparlamıştı.

"Kalede olmaması bizim için iyi bir şey mi kötü mü emin olamıyorum," dedi Ailis.

Ben de aynı şekilde düşünsemde de onun cesaretini kırmamak adına yüz ifademi sabit tuttum ve aynadan ona baktım. "Her şey planladığımız gibi olacak," dedim. "Buradan kurtulacağız."

O an kapı tıklatıldığında zaten bir yay kadar gergindim, irkilerek havaya hopladım. Cesaret maskem yırtılmıştı. Duymuşlar mıydı? Biri bir şeylerden mi şüphelenmişti?

Ailis bir bana bir kapıya baktıktan sonra, benden daha soğukkanlı davranarak yavaşça ilerleyip kapıyı açtı.

Kapı eşiğinde hizmetlilerden birini gördüm. Kız başını eğmiş, bize bakmıyordu ama avucunu açmış bir şey uzatıyordu. "Prenses, bunu Efendi size gönderdi."

Ailis bana bir bakış attığında başımla onaylayarak her neyse almasını işaret ettim. Kızın elindeki şeyi aldığında kız oyalanmadan uzaklaşmaya başladı.

Ailis kapıyı kapattı ve bana doğru geldiğinde elindeki katlanmış kâğıda baktım; kırmızı bir mumun üzerine basılan yılan damgasıyla mühürlenmişti.

Ellerimin titremesine aldırmadan notu Ailis'den aldım ve kalbim güm güm atarken notu açtım. El yazısının zarifliği bile bana sesinin tonunu anımsatmıştı.

Prenses,

Kendi bu diyardaki akıbetini kendi ellerine bırakıyorum. Yokluğumda dahi kilitlenmeyeceksin. Odanda kalmak ve ipek örtülerin üzerinde güzel bir uyku çekmek gibi iyi seçimler yapmanı dilerim.
                                            Blake Nightingale

Kelimelerin üzerinden iki kere geçtikten sonra kalbimin gümlemesi daha da arttı. Güvenini kazanmam için beni sınava sokuyordu fakat kaçmayacağıma dair güvenini kazanmam, sonsuza kadar burada kalacağım anlamına geliyordu.

Notu Ailis'e verdiğimde hızla okudu. "Bu bir tuzak olabilir mi? Belki de harekete geçmen için seni deniyor..."

"Eğer bu onun hastalıklı bir oyunuysa işin sonunda esir oluruz, ama sana bir haberim var; zaten şu anda da esiriz," dedim hararetle fısıldayarak. "Eğer oyun değilse kurtulma şansımız var. Bu fırsatı kaçıramayız."

Odada bir oraya bir buraya dolanmaya başlayıp pencereden dışarı baktım. Güneşin batmaya yakın kızıllığı bir battaniye gibi kalenin üzerine serilmişti.

"Bu işi bugün bitireceğiz," dedim ve ona dönerek planın başladığını belirtircesine başımla onay verdim.

Ailis bir şey demesede kasveti bana kadar ulaşıyor, omuzlarımın kasılmasına neden oluyordu. Başıyla onayladı ve dış kapıyı açarak odadan çıktı. Bir süre daha gergin bir şekilde pencereden baktım, güneş ışıkları tamamen kaybolup karanlık kalenin üzerine örtündüğünde, Ailis'in banyodan sonra giymem için getirdiği kıyafetlerin arasındaki içi tüy astarlı pelerini giydim.

Derin bir nefes alıp kapıya ilerledim ve odadan çıktım. Koridorda duvarlardaki oyuklara yerleştirilmiş şamdanlar etrafı aydınlatıyordu. Blake'in benim kapıma muhafız bırakmaması bende yolumdan dönme isteği oluşturuyor, onun güvenini kırmadan bu kalede sonsuza kadar yaşama düşüncesini aklıma getiriyordu. Sonra annem ve kendi dünyam aklıma gelince tekrar yürekleniyordum. Gitmem gerekiyordu.

Merdivenlere doğru yürürken bana doğru gelen bir hizmetliyi gördüğümde en yakındaki kolonun arkasına saklandım, nefesimi öyle bir tuttum ki kalbimin atarken çıkardığı ses kulağımda yankılanıyordu.

Kız hızlı hızlı geçip gitti. Soluğumu usulca verip ortalığı kolaçan ettim, adrenalin bedenimi tamamen kontrol altına almıştı ve algılarım aşırı açıktı. Cesaretim ise tavan yapmıştı.

Merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladığımda, bir hizmetli bir anda karşıma çıktı.

Beni görünce önce duraksadı, ikimiz de birbirimize bakakaldık. Sonra başını yerlere kadar eğip hürmetle, "Prenses," dedi. "Bir şeylere mi ihtiyacınız vardı?"

Elim merdiven korkuluğuna iyice yapıştı, stresten bayılmadan ayakta durmam gerekiyordu. "Ben... Ben hizmetlimi arıyordum," dedim. "Getirdiği yemek korkunçtu, aç kaldım!"

Kızgın bir tonla kurduğum cümleden, hizmetlimi fırçalamak için onu aradığım izlenimi verdim ama ne kadar yuttu bilmiyordum. Birilerine mutlaka haber verecekti. Bu büyük kalede haber vereceği kişiyi hemen bulamaması için dua ettim.

"Çekil," dedim elimle kızı kışkışlayarak, kelimelerimden kibir damlıyordu. "Yoksa azarı sen işitirsin."

Aksi Prenses rolüme iyice adapte olduğumda, kız anında başını sallayıp merdivenleri tırmanmaya başladı. Yüzümdeki keskin bakışı silip gerginlikle nefesimi verdim. Adımlarım hızlandı, karşıma çıkan her hizmetliyi böyle kovalamaya hazırlandım ama neyse ki başka kimse çıkmadı.

Mutfağa geldiğimde Ailis orta tezgâhın önündeydi. Hızla yanına ilerlediğimde, "Birazdan fıçıları almaya geleceklermiş," dedi. "Aşçıya senin yemeği beğenmediğini ve yemekhaneye indiğini söyledim. Tahmin ettiğin gibi yemeği beğenmemene sinirlendi, yemekhaneye gidip sana ne istediğini kendisi soracaktı. Seni bulamayınca geri gelir."

Her şey planladığım gibi gidiyordu. Adrenalinden neredeyse titremeye başlayacakken, "Acele et," dedim Ailis'i kolundan çekiştirerek.

Kapıdan çıkıp at arabasının arkasına dizilmiş fıçılara yöneldik.

Zar zor arabanın üzerine çıktım ve Ailis'in de elinden tutup yukarı çektim. Fıçının kapağını açmaya çalıştığımda o da bana yardım etti. İlk fıçının içine girmesini işaret ettiğimde hâlâ tereddütleri olduğunu görebiliyordum ama neyse ki daha fazla oyalanmadı. O fıçıya girdiğinde üzerini kapatıp, kendi fıçıma geçtim. Kapağı tutup içine girdim ve oturarak kapağı üzerime doğru çekip zar zor kapattım.

İçerisi buram buram Ambrossia kokuyordu. Umarım kasabaya gidene kadar bu kokuyla baş edebilirdik.

Yaklaşık beş dakika sonra dışarıdan sesler duyuldu, bu da ucu ucuna saklandığımız anlamına geliyordu. Az daha her şey boşa gidecekti.

"Haftaya tekrar teslimat bekliyoruz," dedi aşçı, bugün o kadar çok söylenmişti ki sesini tanımıştım. "Bu da ödemen."

Birkaç şıngırtı duydum. Arabacı ödeme olarak bakır ya da gümüş para almış olmalıydı.

Sonra araba sarsıldı, arabacının bindiğini anladım ve nefesimi içime çektim. Hadi, hadi, hadi...

Ve hareket ettik.

Sevinçten zıplayıp fıçıyı devirmemek için kendimi zor tuttum. Elimi ağzıma kapatıp kahkahamı sakladım ve araba sarsılarak ilerlemeye devam ederken bekledim.

Özgürlüğüme giden yolda kalbim uçmaya hazır bir kuş gibiydi, şimdi tek umudum bir yırtıcının o kuşu yakalamamasıydı.

Yılan gibi bir yırtıcının...

-

Araba yolculuğu tahminimden uzun sürdü, yaklaşık yarım saat geçmiş olabilirdi.

Kapalı alanda bu kadar kaldığım için klostrofobi kapımı çalıyor, sarsıntılar midemin çalkalanmasına neden oluyordu. Kapağı hafifçe kaldırarak hava almaya çalışıyordum, bu da kollarımın ağrımasına neden olmuştu. Bacaklarım da büktüğüm için tamamen uyuşmuştu.

Ailis'in durumunu merak ettim, umarım bu kadar yol kat etmişken kötü bir şey olmazdı.

Sonunda araba durduğunda bitmiş haldeydim. Arabacının indiğini ayak seslerinden anladım, bir süre sonra hiç ses çıkmaz oldu.

İşte çıkmak için fırsat buydu. Anında kapağı kaldırıp ayağa dikildim, tüm kaslarım isyan ediyordu, ciğerlerim temiz havaya kavuşmanın etkisiyle sevinçten ağlıyordu.

Zar zor fıçıdan çıkıp Ailis'in fıçısına gittim ve kapağı kaldırdım.

İçinde gözleri kapalı durduğunu görünce korktuğum başıma gelmişti. Anında kolunu dürttüm. "Ailis!" dedim dehşet içinde. Panik, Sedna misali tüm bedenimi sararken tekrar dürttüm. "Ailis!"

Birden irkildi ve derin bir nefes çektiğinde ben de aynı hızla rahat bir nefes verdim.

"Geldik, kalk, hadi!"

Afallamış ve kafası karışmış halde birkaç saniye kendine gelmeye çalıştı, sonra ayağa kalktı. Kolunun altına girip onun da çıkmasına yardım ettim. "Nefes alamadım, korkunçtu."

"Biliyorum ama hemen gitmezsek daha korkunç şeyler yaşayacağız, hadi," dedim.

Arabadan atladığımda bacaklarım hâlâ kendine gelemediği için neredeyse yere kapaklanacaktım. Zar zor dengede durup elimi uzattım ve Ailis'in inmesine yardım ettim.

İkimizde tam arabadan indiğimizde bir ses duyuldu.

"Hey!" dedi birisi. "Siz de kimsiniz?"

Arabacı...

"Koş," dedim Ailis'i çekiştirerek.

İkimizde eteklerimizi tutarak son sürat koşmaya başladık. Arabacı arkamızdan biraz koştu, sonunda durup bağırdı ama daha fazla kovalamaya tenezzül etmedi. Onun sorunları değildik, fıçıları getirmişti, işi tamamdı.

O kadar panik halindeydik ki, nereye koştuğumuz hakkında bir fikrimiz yoktu. Bir sokağa girince Ailis'i kolundan tutup durdurdum.

"Tamam, tamam! Gelmiyor, dur."

Kızıl saç tutamları örgüsünden kurtulmuştu, yüzü ay ışığında solgun görünüyordu. Birkaç dakika soluklandık, o sırada ben de etrafı taradım.

Kerpiçten yapılmış derme çatma evlerin olduğu bir sokaktaydık. İri taşlardan yapılmışlardı, çatıları ise tahtadandı. Sokakta yerlere iri taşlar döşenmişti ama ıslak ve çamurluydular. O an adrenalinden fark etmediğim şeyi fark ettim; üzerimize yavaşça damlayan yağmur damlaları vardı.

"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Ailis.

Çok güzel bir soruydu.

"Bir şeyler sorabileceğimiz insanlar bulmalıyız," dedim temkinli adımlarla yürümeye başlayarak. "Bunun için de en uygun yer..." İzlediğim dizileri düşünmüş ve bir sonuca ulaşmıştım. "Taverna. Burada taverna var mıdır?"

Evet, eğer kadim bir zamandaysak genelde her türlü bilgiyi, kalabalık insan grubunu orada bulabilirdik. İçkinin olduğu yerde boşboğazlık da çok olurdu.

"Orada ne yapacağız?" dedi Ailis. "Oralarda tehlikeli tipler olabilir."

"En tehlikelisinden kaçtığımızı unuttun galiba."

Ailis, derin bir nefes verdi. Bu durumda olmayı ben de istemezdim ama maalesef bu durumdaydık. İyi kişilerle karşılaşmayı dilemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.

Temkinli adımlarla yürümeye devam ettik, rüzgâr yüzümü kesiyordu ve yağmur damlaları hafif hafif çiselemeye devam ediyordu. Ailis'in örgülü saçından kaçan tutamlar yüzüne yapışmıştı. Benim açık saçlarımın da ondan farkı yoktu. Üzerinde bir pelerin olmadığını görünce dayanamadım ve kendi pelerinimi çıkarıp ona verdim.

"Biraz da sen giy."

Ailis, böyle bir şey beklemiyor olacak ki şaşkın bir şekilde suratıma baktı. "Dönüşümlü giyebiliriz," dedim. "Bu yola beraber çıktık ve sen benim gerçekten hizmetlim değilsin Ailis, eşitiz."

Şaşkın ifadesini silip dudaklarını birbirine bastırarak pelerini aldı. "Teşekkür ederim," dedi üzerine geçirerek.

Bir süre sokaklarda dolaştık ama insana rastlamamıştık ve bu gittikçe tuhaf gelmeye başladı. Bazı evlerin ahşap panjurları kapalıydı ama bazılarının pencerelerinden içerideki şamdanların kısık ışığı görünüyordu; burada yaşam olduğu belliydi ama sokaklarda insanlar yoktu.

İlerideki tepede Scathan Kale'sinin sivri kubbelerinden birini görebiliyordum. Bu da bir an önce bu kasabadan da uzaklaşmamız gerektiğini bana hatırlıyordu.

Sonunda birini koşturarak ilerlerken görünce yağmur damlaları gözlerime gelmesin diye elimi siper ettim ve bize yaklaşmasını izledim. Birden yolunu kestiğimde adam irkildi, sanki sokağın ortasında dikildiğimiz halde bizi fark etmemişti. Orta yaşlarını geçmiş, kır saçları çoğalmaya başlamış bir adamdı. Üzerinde kumaşı yamalı pejmürde bir kıyafet vardı.

"Af edersiniz, biz..."

"Siz neden dışarıdasınız?" diye sordu etrafa korkarak bakarken. Konuşurken gördüğüm kadarıyla dişlerinin yarısı dökülmüştü. "Benim gidecek evim yok, ya siz? Evlerinize gidin!"

Ailis'le birbirimize kısa bir bakış attıktan sonra, "Neden sokakta kimse yok?" diye sordum.

Adam dönüp bana baktığında gözlerinin beyazı artmış, korkusu yüzünden okunuyordu. "Herkes evlerine girdi. Savaşçılar geldi, sokağa çıkma yasağı ilan ettiler!"

Anlam vermek ister gibi kelimeleri kafamda dolaştırdım. Gözlerimi hızlı hızlı kırpmak ve ağzımı yarı aralamak dışında bir şey yapamayacağımı anlayınca Ailis konuştu.

"Neden?"

Adamın gözleri ona kaydı, "Yaratık," dedi söylediği kelimeden bile irkilerek. "Haberiniz yok mu? Kasabada bugün üç cinayet daha işlendi. Yaratık yakalanmadan evlerden çıkmamalısınız." Sonra bana daha yakın olduğu için birden elime yapıştı. İrkilsemde elinden kurtulamamıştım, bir can simidiymişim gibi tutuyordu. O an diğer elinde bir bıçak olduğunu gördüm. "Beni de evine götürür müsün?"

Dehşet bana derin bir şiddetli misali çarparken, şoktan uyuşmuş bedenimle gözlerimi bıçaktan kaldırıp adamın yüzüne bakakaldım. Bana iyice yaklaştı, "Peşimde olduğunu düşünüyorum," dedi.

Şansıma

tüküreyim.

Adam ya aklını kaçırmıştı ya da doğruyu söylüyordu. İki türlü de başımız beladaydı, elindeki bıçakla her an bize saldırabilirdi.

"Bizim... Bizim evimiz yok," dedim adama.

Elimi aniden bırakıp kendi kendine söylenerek yakarmaya başladı. Ben adamın histerini krizini izlerken Ailis'in parmakları koluma öyle bir yapıştı ki neredeyse etime gömüleceğini sandım.

Ağrıdan dolayı buruşan suratımla ona baktığımda, kocaman gözlerle bir yere odaklandığını gördüm. Bakışını takip ettiğimde kapalı bir dükkânın gölgeliği altında hareket eden bir karartı gördüm.

Gözlerimi kısıp iyice odaklandığımda, önümde yakaran adamın ağzını kapatması için bir hamle bile yapamamıştım. Çünkü karartının dikkatini çoktan çekmiştik, bize doğru geliyordu.

Ay ışığının aydınlattığı alana çıktığında Ailis geriye doğru giderken beni de çekiştirmeye çalıştı ama çok geçti.

Uzun ince bacaklı, kambur durduğu için kolları neredeyse diz kapaklarından aşağı kadar uzanan, teni kararmış bir varlık akıl alıcı bir hızla önümdeki adamı boynundan ısırarak kaptı. Adamın eli elimden ayrılırken soluğum hızla dudaklarımı terk etti ve bir sonraki nefesi alamadım. Feryadı bile saniyelik sürmüştü, onu iki yana sallayıp resmen boğazını parçaladığında çığlık bile atamadık.

Adam savrularak bir duvara çarptığında, ölümle yaşam arasında cebelleşiyor ve hırıltılı sesler çıkarıyordu. Yaratık kocaman dişlerini açıp adama baktı ve tekrar ona doğru ilerleyeceği sırada dikkatini bize yöneltti. İnce birkaç tel saçı vardı, omurgasında iki yandan sarkan şeyin kanat olduğunu fark ettiğinde dehşetle ağzım aralandı. Bakışı beni bulduğunda dehşetim kat kat arttı. Tek gözlüydü. TEK GÖZLÜYDÜ.

Ailis'i var gücümle ittirdim ve bağırdım. "Kaç!"

Ailis, aksak adımlarla koşmaya başladığında ben de ileriye savrulduğu için yerde yatan adama doğru koşarak elinden kayıp yere düşen bıçağı aldım. Gerilim aklımı ele geçirmişti, vücudum ise çoktan ona boyun eğmişti.

Yaratık bana doğru harekete geçti, kocaman uzun parmaklı elini bana savurduğunda ufak bir çığlık atarak yere eğildim. Darbesinden kıl payı kurtulmuştum. Kendimi diğer sokağa atıp var gücümle koşmaya başladığımda peşimde olduğunu biliyordum, varlığı tam ensemdeydi. Neyse ki uçmuyordu ya da uçamıyordu.

Arkaya sık sık bakmaya çalıştığım için ıslak saçlarımdan Parehe'lerin kestiği kısa tutam yüzüme yapışıyordu, yağmur damlalarıyla beraber görüşümü kısmen engelliyordu. Eteğime basarak yarı yalpalayıp yarı duvarlardan tutunarak koştum ama tek gözlü şey uçmasa bile hızlı ve atikti. Parmaklarını omzuma geçirip beni savurduğunda tırnaklarının etime saplandığı yerlerin kanadığına emindim.

Acı omzumdan başlayıp tüm vücudumu sardı. Pareheler tarafından da öldürüleceğimi düşünmüştüm ama o işkenceyle gelecek yavaş bir ölümdü, bu ise hızlı bir yok oluştu. Sırtımı duvara yaslandığım esnada tam karşımda belirdi.

Titreyen parmaklarımla arkamdaki evin kerpiç duvarına tutundum, nefesimi son kez hızlı hızlı almaya çalıştım.

Bu diyarda ölümün kapımı çaldığı birçok an olmuştu ve beni kurtaran iki kişi vardı. Onlardan ebediyen kaçmak istesemde bir türlü kurtulamıyordum ve kaçınılmaz şey yine gerçekleşmişti: onlara ihtiyacım vardı. Eğer biri ortaya çıkacaksa tam da şu an çıkması gerekiyordu.

Efendi ve Gölgesi...

Yaratık sivri dişlerini gösterip, tek gözüyle bana bakarken gözlerimi kapattım ve ikisinden birinin ortaya çıkması için gökyüzüne sessiz bir dua gönderdim.

Ve yaratık tam da o an üzerime saldırdı.

Geceyi benim çığlığım sardığında, sesim Scathan Kalesi'ne kadar ulaşmış olmalıydı.

-

Bölümü nasıl buldunuzz?

Daha çok görmek istediğiniz bir karakter var mı?

Yeni bölümde görüşelim aşkolar! Muah.

Continue Reading

You'll Also Like

386K 32.8K 81
'Kafamın içindeki çığlıkları, senin ruhunun fısıltısı susturdu.'~Ayza A. *ESKİ İSİM: ABİLERİM Mİ?* ... Bir kız düşünün, şizofren.. Evet bu kız Ayza...
55.2K 2.7K 27
Bir berdel hikayesidir.. Havin sevdiğinden ayrılırken nerden bile bilirdi evleneceği adamın kuzeni olduğunu herşeyden habersiz berdeli kabul etmişti...
680K 16.1K 55
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
174K 14.7K 40
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...