IŞIK MÜRİDİ (TAMAMLANDI)

By BatuhanKadnah

3.4K 732 2.7K

Metal ayakları benek benek kabarmış, paslı bir ranzada yatan mahkûm, tavanın köşesini, iki taş duvarın kesişt... More

GİRİŞ
MAHKÛM
YAZ GÜNDÖNÜMÜ
AV
GRİ EV
DAVETSİZ MİSAFİR
MEDCEZİR
KARANLIK
SERAPHOS BATAKLIĞI
DEVİNİM
ANATOLİA
BAŞKALDIRI (Birinci Kısım)
SİTHİS
BAŞKALDIRI (İkinci Kısım)
ŞAMAN BÜYÜCÜ
SOYSUZ BİR SOYLU
BEDEL
HİÇLİK
ANATOLİA BEYİ
ÇANLAR
ELVEDA
BUZ ve ATEŞ
YARIMADA
IŞIK (Birinci Kısım)
IŞIK (İkinci Kısım)

FİNAL

45 4 11
By BatuhanKadnah


Arş'ın kızıl hareli kapısı, hiçlik denizindeki çarpıcı uğultudan bu yana ilk defa titredi ve Ruh Bağışlayıcı baş tanrı Kal, mürekkep mavisi ile başlayıp kan kırmızısına doğru uzayıp giden bir dalgayla karşıtına çarptı. Baş tanrı ve baş tanrıça arasında vuku bulan husumet girdabı, kâinatın üzerine tüm ağırlığıyla çökerken bu dehşete çekilmiş olan iki davetsiz misafir, uzaktan aralarında fısıldaşıyordu.

"Söylentiler ilk defa doğru demek..." dedi talihin tanrıçası Ferlux. "Işık Kaçıran... Rhea... Sonunda hiçlik denizine sürüklenip orada unutulmaya boğuldu."

Ötekinin duygusuz dalgalarının aksine avcı tanrı Brelas kederli dalgalar yayıyordu kuşağa. "Ne sanıyordu ki!" diyerek içten bir sitem etti. "Büyük bir kumar oynadı ve pek tabii kaybetti."

Tüm hesapçılığı ile tahlile devam ediyordu tanrıça Ferlux. "Sadece kâinat hükümleri değildi onu bitiren." diye çıkıştı. "Her denemesinde özünden bir parça da kaybetti."

"Farkında mıydı acaba?"

Öteki kıkırdadı. "Başta bunun olabileceğinden bizim gibi habersizdi kuşkusuz. Ama zamanla..."

"Arz'ın çocukları bunun bir lütuf olduğunu düşündü. Hâlbuki sadece kendini kurtarmaya çalışıyordu. Ne kadar da aptallar!" diye aşağılayan bir dille yerdi Brelas. Sinirden bir nevi köpürüyordu.

"Yine de ilginç..." diyerek sohbetlerini ferasetli dalgalarla derinleştirdi Ferlux. "Bize ait olanın Arz'ın çocuklarında, o yarımada müritlerinde böyle bir güce dönüşeceğini tahmin edemezdik... Şaka gibi!"

İkili birer çocuk gibi hoşbeşe dalmışken Şekil Verici baş tanrıça Fer'e "Aramızdaki dengeyi tehlikeye attın." diye vurgun yediren bir dalga yükseltti baş tanrı Kal. Dalgaların arasında tehditkâr bir sureti vardı Arz gözüyle görülebilseydi.

"Bilmukabele..." diye zarif bir dalgayla karşılık verdi baş tanrıça Fer. "Ama artık sona erdi. Işık Kaçıran... Rhea... Dengedeki aykırılık... Hiçliğe karıştı artık. Ait olduğu yere geri döndü. O hilkat garibesi artık yok!" diye köpürdü tüm azametiyle.

Baş tanrı Kal, kainatın tüm renkleriyle dalgalanırken baş tanrıça Fer, gece gibi duruydu. Keyfine de diyecek yoktu doğrusu. Ve görünüşe göre baş tanrı Kal, bunu sona erdirme niyetindeydi. Gülümsedi. Hikmeti, her şeyi sığ kıyılara süpürürcesine taşkın ve yüceydi.

"Işık Kaçıran'ın dalgalarını hissedemiyorsun, öyle değil mi? Ondan böyle durusun." dedi baş tanrı. Bunu söylerken dalgaları keyifle fokurdamıştı.

Baş tanrıça Fer gerildi. Dalgaları ıssızlaşıp ip gibi çekildi.

"Hiçlik denizine boğuldu, özü yitip gitti. Yoksa? Hayır... Hayır... Olamaz... O..."

Haşmetli ve babacan bir dalga yayıldı baş tanrı Kal'dan. "Rhea... Hala var!" dedi köpür köpür bir neşeyle. "Dalgalarını hissedemiyorsun çünkü bizzat kendi ellerinle yoğurduğun kabuklardan birine sığındı. Onca denemeden sonra evet! Sonunda bir kabuğa tutunmayı başardı! Henüz zarını yırtıp doğmamış, yeşermemiş, vaktiyle bir ruh bağışlamaya fırsatım olmayan bir kabuğa... Ve ben, benden olan her özü, her ruhu bilirim... Rhea hala var!"

###

Buz gibi serin suda, su kuyusunun yassılaşmış taşları arasından ışığa doğru çırpındı Sura. Hemen arkasındaki Westos da onu takip ediyordu. İkilinin ciğerlerindeki hava, dehşetle atan kalplerine yetişemeyecek gibi göğüs kafesinde kıvranıyordu o saniyelerde. Neyse ki ışık uzakta değildi; karanlık suların yüzeyinde kıpraşıyordu son tanecikleri.

Son bir gayret kulaçlarını sıklaştırıp başlarını inleyen bir nefesle yüzeye fırlattı ikili. Korkudan, heyecandan kaynayan kanları sebebiyle gerisin geri battılar ancak son bir kuvvet tekrar suyu aşabildiler. İkinci nefesleri ilkine kıyasla daha sakindi artık ve tekrar batmadılar.

Yeraltı sularınınım yüzeyinde süzülürken çatallaşan bakışları, her bir nemli nefesle netleşti Sura'nın. Tavanda, sarkıtların kıvrımlarında dolanan ışıklara bakakaldı. Işık Tapınağı'nın tepesine dikilen, tüm o saldırıya sebep olan ışığın aynısı, bir parçası gibiydi bu. Sanki son demleriydi. Tel gibi, iplik iplik süzülüyordu kayaçların dikenlerinde.

"Biliyordun..." dedi Westos, ötekinin hemen arkasından kaygan taşları tırmanıp sudan çıkarken. "Kuyunun içinde bir şey olduğunu biliyordun."

Sura, birkaç metre öteye yürüdü ve mağaranın köşesine öylece dikildi. Westos'un kaygılı adımları yaklaşırken konuştu kız çocuğu. "Burada..." diye fısıldadı. "Bana yalvarıyordu West... Canı için değil ama... Yukarıda kalanlar için yalvarıyordu bana."

"Kim Sura? Kim yalvarıyordu?"

Başına yavaşça sol omzuna doğru çevirdi Sura. "Köşeyi dönünce öğreneceğiz West." dedi. İkili kadim mağarayı adımlamaya yeni başlamışken taşlardan sekerek gelen bir inleme sesi duyuldu. Bunun üzerine sesin geldiği köşeye yöneldi ikili. Çok geçmeden ses bir cisim buldu gölgelerin ardında. Oradaydı. Dikitlerin berisinde, iri bir taşa sırtını vermiş cüppeli bir adam acıyla inliyordu. Elindeki asanın yardımıyla doğrulmaya çalışıyordu lakin kan ve revan içindeydi.

"Truk!" diye inledi adam. "Kerah... Kerah... B-ben... Ben..."

Zavallı adam kanlı cüppesine sarınmaya çalıştı; titriyordu. Bir yandan da sevgili dostlarının isimlerini sayıklıyordu. Dudaklarının kenarından sızan kanın arasında iki can dostunun isimleri dehlizde gezinirken karşısında genç bir erkek ve on altı, on yedi yaşlarında bir kız buldu. Kılık kıyafetlerine bakılırsa asker değiller idi. Corthus gibi bir adamın onun arkasından iki sivil göndermesi de pek olası görünmüyordu.

"İnsanlarım... Trukh... Kerah... Dostlarım... Yaşıyorlar mı? Ben... Ben..." diye eveleyip geveledi afallamış durumda olan cüppeli adam. Uzun, siyah saçlarından sızan damlalar cüppesinde benek benek büyüyen kanın üzerine düşüyordu. Olsa olsa birkaç dakika önce sudan çıkmış olmalıydı.

Adama yaklaştıkça göz bebekleri genişledi Sura'nın. Bu yüzü, bu adamı biliyordu. Daha önce de görmüştü. Neredeyse canına mal olacak o görüde görmüştü onu. Athmir'den önceki yarımadada... Kara cübbeli adam, Ptah'ın ta kendisiydi!

Hâlbuki Sura'nın şaşkınlığı Ptah'ın yara bere içindeki suratında büyüyen şaşkınlığın yanında devede kulak kalırdı.

"N-Na-Nasıl?" diye inledi kara cüppeli. Elleri, sırtını yaslamış olduğu taşı sıvazlamıştı. Göğüs kafesi heyecanla genişliyor, hemen ardından vücuttaki kesikleri, ezikleri, şişlikleri hatırlayıp iniltiyle tekrar sönüyordu.

Westos, koruma içgüdüsüyle Sura'nın önüne doğru hamle yaptı fakat işin ilginci, asıl korkan, duvara mıhlanmış vaziyette titreyerek kız çocuğuna bakmakta olan kara cüppeli adam idi.

"B-bu nasıl mümkün olabilir? S-sen... R-Rh... Onun dalgalarına sahipsin. Sen... Bizzat osun"

Ptah'ın yüzünde şekillenen huşu ile karışık korku, yerini hafifçe çatıklaşmaya başlayan kaşları ile birlikte öfkeye bırakıyordu.

"Beni zorladın!" diye inledi kara cüppeli. "Zihnimi talan ettin ve beni zorladın! Beni kaçmaya zorladın sen!"

Sura'yı sırtının arkasına saklayan Westos, tetikteydi. Bu adam her kim ise, bir şekilde kız çocuğunu tanıyor gibi laflar ediyor, onu henüz anlamadığı bir şeyler için sorumlu tutuyordu.

Kara cüppelinin çehresindeki karanlık daha acı bir tonda, yani umutla baktı bu defa. "Lütfen... Lütfen... Onları kurtardığını söyle! Yaşıyorlar öyle değil mi? Lütfen... Onları kurtardım de bana!"

Westos'un gerilmiş kolunu okşayıp yavaşça önüne geçti Sura. Genç adamın gümbür gümbür atarak uğuldayan bakışları kendini takip ederken yutkunup Ptah'a doğru yaklaştı ve bir, iki metre ötede çömeldi.

"Kurtuldular..." diye yalan söyledi Sura. "Dostların... Trukhanas ve Kerah yaşıyor... Saldıranlar püskürtüldü. Aynı diğerleri gibi... Eviniz kurtuldu." Adamın yaşlı yanaklarında parmaklarını gezdirdi Sura. "Her şey bitti..."

Ptah'ın nefesi ölgün bir ferahlıkla sessiz sedasız sönmeye, hırçınca tokatladığı falezlerden uzaklaşıp çözülmeye başladı. O narin, rahatlamış nefeslerinin arasında minnetle baktı kız çocuğuna. "Biliyorum... Onları sen kurtardın..." Adamın buğulanan gözleri, yitip gitmekte olan nefesine katılmış, karanlığa doğru çöküyordu. Bir yanıp bir sönen gözleri son defa baktı Sura'ya. "Kendim için hiçbir dileğim olmadı. Ama bunun için... Minnettarım... Minnettarım tanrıçam."

Bu sözlerinin ardından önce gözlerinin feri sonra da hayat nefesi bıraktı kendini tamamen. Ptah, kendince bir huzurla ölmüştü böylelikle.

Tüm bu anları şok içinde takip etmişti Westos. Neler olduğunu bir nebze dahi anlamamış, bunlara dair minicik bir ipucu bile yakalayamamıştı. Kara cüppeli adam, hezeyan içinde hayal görüyor olmalıydı. Sura'ya tanrıçam diye hitap etmişti. Peki ya Sura? Adamın nelerden bahsettiğini anlıyordu sanki. Bir şekilde onu rahatlatmış, ölümün sığ kıyılarına olan tereddütlü yolculuğunda sakinleştirmişti.

Sura'ya keşmekeşlikle yaklaştı Westos. Birkaç saniye anlamsızca mırıldandıktan sonra yılgınlıkla, "Sura? Arş'ın tüm efendileri adına! Söyle bana... Neler oluyor? Kim bu adam? Nereden tanıyorsun bu adamı? Ne hakkında konuştunuz böyle?"

Sura, feri solmuş gözlerin üzerini Ptah'ın göz kapaklarıyla örtüp adamın yanında duran asayı eline aldı. Parmak uçlarında garip bir his belirmişti yine. Çömeldiği yerden başını Westos'a doğru çevirdi. Derken adamın karanlık yüzü hafif bir ışıkla belirginleşti. Ancak bu yüz Sura'ya değil artık kız çocuğunun elinde tuttuğu asaya bakıyordu. Ucunda portakal turuncusu renginde saten bir ışık yayan asaya...

"Geçmiş hakkında konuşuyorduk." dedi Sura, "Tozu toprağı günümüze kadar uzanan küflü, zehirli ve acınası bir geçmiş hakkında..."

Bu enteresan cevabın Westos için bir anlaşılırlığı yoktu ve "Anlamıyorum..." dedi." İşin aslı Sura da yarım yamalak anlıyordu. Tanrıça Rhea konusu ise tamamen muammaydı. İhtimal ki Ptah da ölümün sığ kıyılarına çekilirken aciz umutlarını acınası bir hülyaya hapsetmiş olmalıydı.

Aklını zor da olsa başına toplayıp "Gitmeliyiz Sura!" dedi Westos ve kız çocuğunu olduğu yerde çekiştirmeye başladı. Işık Tapınağı içindekilerle birlikte düşmüş, her şey bitmişti.

Westos'un çekiştirmeleri arasında "Sağdan..." dedi, sanki yolu biliyormuşçasına Sura. Mağara sistemi iki farklı yöne uzanan bir sapağa varmıştı. Doğal bir fısıltı yüzlerine vuruyordu ikilinin. Körfezin nemli ve tuzlu esintisi, gerilmiş yanaklarını yalayıp mağarayı kat ediyordu.

İyice daralan dehlizde, dikitlerin ve sarkıtların arasından dikkatlice ilerlerken daha fazla dayanamadı Westos. "Bana asadan bahsetmeyecek misin? Asa sana tepki veriyor Sura. Bu... Sen..."

Elindeki asaya baktı Sura ve titreyen nefesinin arasında, "Dostlarım... Caithlin, Akay, Eva... Hatta Ida... Onları kurtarabilirdim. Aileme ne oldu? Babam! Annem! Hepsini kurtarabilirdim West!" diye inledi ve sayıklamaya başladı: "Bü-bü-büyücü olduğumu bilseydim... Şu lanet asa daha önce elime geçseydi hiçbirini kaybetmezdim. O yüzden eveleyip gevelemeyi kes! Büyücüyüm işte! Dile getirmekten korkma."

Sustu Westos. Sura'yı ateşlendirmek istemiyordu. Tek derdi, onu sağ salim şu lanet olasıca şehirden kaçırmaktı.

Birkaç dakika sonra dalgaların sesi, boğuk da olsa rahatlıkla duyulmaya başlamıştı. Dehlizi tıkayan kocaman blok kaya olmasaydı o anda körfezin hırçın sularını görebiliyor olurlardı.

"Diğer sapağı denemeliydik." dedi Westos. "Çıkmaz sokak..."

"Hayır..." diyen Sura, elindeki asayı kaldırıp blok kayayı karmaşık bir vuruş dizilişiyle rahatsız etti. Gelgelelim ne umduysa olmamıştı ve asadan yayılan turuncu ışığın parlaklığında yüzünü Westos'a çevirdi. "İşe yarayacağını düşünmüştüm."

"Ne yaptığını biliyor muydun?"

"Görünüşe göre bilmiyorum!" diye çıkıştı Sura ve asanın ucunu öfkeyle dehlizin yumuşak kayaçlı zeminine çarptı. Darbeden yayılan uğultu dehlizi terk ederken yollarını tıkayan blok kaya, Westos'un şaşkın gözlerini de kendine katıp yukarıya doğru açılmaya başladı.

Zihninde yankılanan milyonlarca soruyu kışkışlama gayretiyle Sura'ya yanaştı Westos. Korkularının mahkûmu olup ayaklanan Athmir halkının bir açıdan haklı oluşunu görebiliyordu. Sadece Sura mıydı acaba? Işık Tapınağı bir şekilde büyücülüğü geri getirmeye mi çalışıyordu. "Buradan defolup gidiyoruz. Elindeki o değnek seni yenilmez yapmayacak. Eğer asayla görülecek olursan bu yıkımı haklı çıkaracaksın. Aklından geçenleri biliyorum. Kimseyi kurtaramazsın Sura."

Gel gör ki Sura çoktan harekete geçmişti bile. Yanında kaygıyla çırpınan Westos'un sözleri bir nebze vurmamıştı kulaklarına. "Kayalıkların arasında bir kayık var, baksana! Çabuk West! Hala yetişebiliriz! Arş'ın efendileri bizimle olsa gerek!" derken bir yandan da kayıklardan birine doğru koşuyordu.

Sura'dan farklı olarak Westos'un o kayıkla ilgili başka planları vardı. Sura'ya kayığı kızgın sulara doğru sürüklemesine eşlik ederken adeta yalvarıyordu Westos. "O elindekiyle üç sokak bile ilerleyemezsin. Buradan gidiyoruz Sura! Gerekirse seni kıtanın diğer kıyısına kadar sürüklerim. Arş'ın tüm efendileri şahidim olsun ki, bugün onları ikinci defa anıyorum, bunu yaparım!"

Mübalağasız Sura'yı kayığın içine fırlattı Westos ve dalgalarla biraz boğuşup o da içine attı kendini. Daha küreklere davranamadan azgın dalgalar kayığı sığlığa sürükleyince çaresizce kendini yine sulara bıraktı Westos. O esnada Sura'nın gözleri ise falezlerin tepesindeydi. Kara bir duman yükseliyordu. Athmir halkı tapınağı ateşe vermiş olmalıydı.

"Acele et West!" diyerek çırpınmaya başladı Sura. "Onları durdurabiliriz. Biliyorum... Onları durdurabiliriz. Belki... Sağ kalanlar olabilir. Onları kurtarabiliriz West! Hala vaktimiz olabilir!"

O esnada West ise dalgalarla cebelleşen kayığı sığlıktan uzaklaştırabilmişti. Lakin kendini kayığı üzerine atacak gücü kalmamıştı genç adamın. Sert bir dalgayla savrulacaktı ki Sura yetişti imdadına. Asayı tam zamanında uzatmıştı genç adamın tutunması için.

Küreklere tekrar asılan Westos, kız çocuğunun sayıklayışını duymuyor gibiydi. Ötekinin yalvar yakar kurtarma planları arasında kendileri için bir yol tayin etmeye çalışıyordu genç adam. "Harethum! Ana yollardan uzak duracağız ve Harethum'a gideceğiz Sura. Orada dostlarım var. Fakat yolumuz uzun; erzaka ihtiyacımız olacak."

Kayığın kıçında akın akın üzerlerine gelen dalgalarla boğuşan Westos'un adını fısıldadı ve yutkundu Sura. Önceki yağız hallerinden eser kalmamıştı adeta. Elindeki asaya sıkı sıkıya sarılmış, gözleri tapınağı saklayan falezlerin tepesine kilitlenmişti.

"İki adam var. Onları görüyorum West! Kayalıkların üzerinde... Dalgalarını hissediyorum o ikisinin. Biri... Biri fena halde beni öldürmek istiyor. Ama öteki... Bilemiyorum. Üstleri başları kan içinde West!"

Başını yukarı doğru çevirdi genç adam. "Kimse yok Sura! Sadece iki karartı... Bu karanlıkta kimseyi seçemezsin. Sakin ol canım benim. Sakin ol... Gidiyoruz... Buradan def olup gidiyoruz!"

Diğerinin tüm telkinlerine rağmen Sura ağlamaya başlamıştı. "Fısıltılarını işitebiliyorum West! Kimse kalmamış... Tüm yarımadayı temizlemişler. Annem! Babam! Herkes öldü West! Herkes!"

Westos tümüyle afallamıştı. Aklına mukayyet olmaya çabalıyordu. Işık Tapınağının tepesinde dikilip Athmir'in tamamını yerlere seren o ışığı önceden hissetmişti Sura. Her nasılsa mağaradaki kara cüppeli adamı da hissetmişti. Ve şimdi de Yarımadada kimsenin kalmadığını, herkesin öldürüldüğünü söylüyordu.

Zihni Sura'nın bu söyledikleri sebebiyle alabora olmuşken yeni bir bilinmezle yüz yüze gelmişti Westos. Yarımadayı yükselten kayalıkları aşınca Liman bölgesini görüyor olmalılardı fakat ne gemiler vardı ne de tersane. Aşina olduğu topraklar oranın ona Liman bölgesi olduğunu söylüyordu lakin bu toprakların üzerinde alev alev yanmakta olan taşra evleri katiyen tanıdık değildi onun için.

Dalgalar kayığı kulaç kulaç kıyıya doğru sürüklüyordu. Kafa karışıklığı içinde mücadele etmeye çalışan Westos biçareydi. Ağlamayı kesen Sura ise gözlerini kapatmış, boynunu bükmüş, elindeki asayı canı pahasına sıkıyordu.

Genç adamın mücadelesini sonlandıran yegâne görüntü artık netleşmişti. Yarımadanın tamamı görünür olmuştu. Ama bu görüntü Westos'un sindirebileceği türden değildi şüphesiz. Toprak oracıktaydı ama Athmir ortalıklarda yoktu. Keth Körfezi'nin incisi, Seres Ovası'nın kadim şehri gözlerine değmiyordu. Bulundukları noktadan yarımadanın ucuna dikilen bir kale görünüyordu sadece. Kaba inşaatı nedense Işık Tapınağı'nı andırmıştı ona.

"Neler oluyor? Sura cevap ver! Biliyorsun, öyle değil mi? Bir şeyleri önceden hep biliyorsun. Neler oluyor? Neredeyiz biz? Athmir yok Sura! Neredeyiz biz?"

Sura'nın gözlerini açan Atmir yok sözüydü kesinlikle. Önce Ptah... Şimdi Athmir yok...

"Athmir'de acıyla hepimizi yerlere seren ışık, o büyücünün işiydi, öyle değil mi Sura? Tüm o canavarlar... Saldırılar..."

Anlamsızca sayıkladı Sura. Korkuyla baktı yarımadaya. Cevabı biliyordu. Belki de Ptah ile karşılaştıklarından beri biliyordu. "Yanlış soruyu soruyorsun West... Bana doğru sorular sormamı öğütleyen sendin, hatırlıyorsun değil mi?"

"Neredeyiz Sura? Neredeyiz?" diye bastırdı Westos. Parmakları büklüm büklüm küreklere kilitlenmişti, omuzları titriyordu genç adamın. Dalgalar tüm gücüyle kayığı sahile doğru itiyordu.

"Her şeyi kaybettiğimiz yerdeyiz Westos. Hiçbir yere ayrılmadık."

Westos çıldırmak üzereydi. "Sura! Neredeyiz biz? Koca bir şehir öylece yok olmadı ya! Hem... Hem..."

Sürüklenmekte oldukları sahile doğru bayır aşağı koşan askerlere bakıp, "Çünkü herkesi geride bıraktık. Çok uzaktayız Westos. Evimizden çok uzaktayız." diyebildi Sura.

Genç adamın ellerinden sıyrılan kürekler, halkalardan kayıp kendini dalgalara teslim etmişti. Direnmiyordu artık genç adam. Çok demeden kayıkları da sahile vurdu. Askerler temkinli bir biçimde onları bekliyordu orada. Okçular yaylarını germişti. Sura, elindeki asayı kıyıya fırlattı. Okçuların lideri gibi duran bir kadının tam önüne düştü asa. Alev rengi kehribar gözlerini örten simsiyah perçemleri ve delici bakışları vardı kadının. Kayıktan inmekte olan adama ve kız çocuğuna dikkatlice bakıyordu. Zararsızmış gibi görünmelerine katiyen aldırmıyordu.

Kayığın içinden, "Asa benim değil..." diye seslendi Sura. "Büyücülerle bir alakamız yok. Onu... Şey... Onu öylece bulduk."

Kadının dudaklarındaki gülümseme, gözlerine kesinlikle dokunmuyordu. Yanındaki askerle başını çevirmeden konuştu. Gözlerini bir an olsun kız çocuğundan ayırmıyordu. "Bana mı öyle geldi, yoksa Lapsisçe mi konuştu bu kız?"

Bu fırsatı değerlendirmek istedi Westos. "Evet, Kadim Lap... Ihh... Evet, Lapsisçe konuştu. Anlayacağınız üzere büyücülerle bir alakamız yok. Asa ise şansız bir tesadüf... Alın sizindir. Bırakın yolumuza gidelim."

Hançerini kınından söküp çeliği dudaklarında gezdirmeye başladı kadın. Taşlar bir türlü yerine oturmuyordu nedense. Muhtemelen bozuk, taşralı bir Lapsis lehçesiyle konuşuyordu bu ikisi, lakin kılık kıyafetleri, her ne kadar sırılsıklam olsa da o işlemeleri ve kesimindeki zarafeti ile başka bir şey söylüyordu ona. Bu ikisi her kim ise onların topluluğundan değildi. Büyücülere sığınan köylülerden de olamazdı. Zamanlamaları ise her bakımdan manidardı kesiklikle.

Hançeriyle oynaşmayı kesip "Komutana götüreceğiz! Birazcık da o kas kafalı kafa yorsun bakalım." dedi kadın ve askerlerden ikisine işaret etti. Ölenlerin sıcak kanları, üstlerinde buram buram tüten askerler, Sura ile Westos'un itaatsiz bacaklarını harekete geçirdiler. Ne var ki, henüz birkaç adım sonrasında Sura, askerin pençeleri arasında dizlerinin üzerine yığıldı.

"West!" diye titrek bir nefes verdi Sura. "West! Göremiyorum... Göremiyorum West!"

Çakıl taşlarına devrilen dizleri sıyrılmış, kanıyordu Sura'nın. Parmakları dehşetle açılmış, elleri havayı kovalıyordu. Avuç içleri genç adamı arıyordu. Kolunu kavrayan eli dirseğiyle uzaklaştıran Westos, Sura'nın yanına çömeldi. Askerlerin lideri gibi görünen kadın da aynı anda ona eşlik etmişti.

"Bir tür hastalığı mı var?" diye sordu kadın.

Westos kekeledi. Büyücülük Arz için bir hastalıktı elbette. "Bi-bilmiyorum... Neler oluyor bilmiyorum."

Dalgaların hışırtıları arasında Sura'nın haykırışları da yükselmeye başlamıştı. Görme duyusunu ansızın kaybeden gözlerinden yaşlar akıyordu. Görüşünü yitirmesine rağmen alev rengi o kehribar gözleri her zamankinden daha parlaktı. Sanki cayır cayır yanıyorlardı.

"Nöbet geçiriyor olmalı." dedi kadın. Askerlerden birine kız çocuğunu taşısın diye emir verdi ve koşar adım hep birlikte tepeyi tırmanmaya başladılar. Sura hala sayıklıyordu fakat kelimeleri anlaşılmaz bir biçime girmişti artık. Acizce çırpınan bedeni gibi kelimeleri de bükülüyor, eğri eğri esniyordu. Anlamdan yoksun, bebek konuşması gibiydi bunlar. Sanki bir anda konuşmayı unutmuştu kız çocuğu.

Sura'yı taşıyan askerin hemen yanındaydı Westos, kızın ellerini sıkı sıkıya tutuyordu. Bir yandan da Arş'ın Efendilerini tek tek sayıklıyor, bildiği tüm duaları ediyordu.

Kaleye yaklaştıkları sırada Sura artık tamamen kendinden geçmişti. "Şifahene çadırını kurmaya fırsatımız olmadı fakat şifacımız buradadır. Emin ol... Ne yapar eder kız kardeşini kurtarır. İçin rahat rahat olsun." dedi kadın. Gelgelelim Westos'un içi rahatlıktan bir Arş yolu kadar uzaktı. Nihayet tamamen emin olmuştu çünkü. Kale, Işık Tapınağı'nın süslenmemiş, ek yapılar inşa edilmemiş haliydi. Her şeyin başladığı yere bir şekilde geri dönmüşlerdi.

Kadın, şifacılarına bakınırken bir asker çıkageldi. Üzerinde paramparça olmuş bir deri zırh vardı. Öldürdüğü erkeklerden, kadınlardan ve belki de çocuklardan kalan kanlı hatıralar ile yamalanmış yorgun bir adımdı bu. "Komutan bekliyor." dedi asker.

Kadın homurdandı. "O kalın kafalı komutanına söyle! Kızın şifacıya ihtiyacı var. Sonra ne yapacaksa yapsın."

"Abla lütfen! Hem... O da orada zaten." diye ısrar etti asker.

Tiksintiyle homurdandı ve "Yürüyün..." diye talimat verdi kadın.

Körfezin esintisi, yağmur damlalarına karışmıştı. Uçuruma yaklaştıkça sislere bulanmış karartıların içinde üç adam ve kadın gördü Westos. Bu dördü de en az yanındaki kadın kadar belalı görünen tiplerdi. Ama aralarında biri vardı ki onun gözlerini kan bürümüştü resmen.

Asayı taşıyan asker, alelacele elindekini komutana verdi ve tez biçimde uzaklaştı. Eğer yağmur yağmıyor olsaydı, döktüğü ecel terleri belli olabilirdi.

"Ptah..." dedi komutan, yanındaki adama bakıp. "Bu asa Ptah'ın. Yüz yüze görüştüğümüz zamandan hatırlıyorum. Hayatta mı dersin?"

Sarışın adam cevaplamadı. Gözlerini baygın haldeki kız çocuğuna dikmişti. Öyle bir bakıyordu ki, gözlerinin yuvaları öyle bir gerilmişti ki, sanki gördüğüne inanamıyor gibiydi. "Corthus bu o..." diye fısıldadı. "Bu o!"

Ne var ki komutanın dikkati tamamen asadaydı. Keyifsizce ama aslında huzursuzca homurdanması nihayete erdiğinde Westos'un üzerine yürüdü. "Büyücü nerede?"

"Aşağıda bir mağara var. Aradığınız adam orada." diye cevapladı Westos. "Ama öldü."

Bir süre bekledi komutan. Dalgalı siyah saçlarını kaşıdı. "Ne yani? Olmadık bir mağarada, hiç olmadık bir zamanda, yanıla yakıla aradığımız bir büyücüyle karşılaştınız. Ulu Kal aşkına! Sen de kimsin be adam?"

Westos, "Ben... Ben..." diye gevelediği esnada Sura'yı kucağında taşıyan asker, kız çocuğu ile birlikte ansızın yere yığıldı. Kolları kızın altında kalmıştı ve sanki üzerinde kocaman bir kaya varmışçasına sıkışmıştı asker. Kollarını bir türlü kurtaramıyordu kızın altından."

"Sersem herif!" diye bağıran komutan, askerin kollarını ezen Sura'nın yanına geldi. Kız çocuğunu kolları arasına geçirip öylece kucağına aldı. Hafifçe kucağında salladı Sura'yı. Bir nevi tartıyordu. "İlginç..." diye fısıldadı. "Bu kadar hafif nasıl olabilir ki?"

Komutan kucağındaki kızı aval aval incelerken sarışın adamın zihninde artık şimşekler çakıyordu. Tutarsız, aylak adımlarla komutana yaklaşmıştı. Gerçekleşmişti! Rüya... Saraykent'te iken gördüğü rüya anbean gerçekleşiyordu. Bu kız oydu.

"Corthus..." dedi sarışın adam, ısrarlı bir dille. "Bu kız o... Anlasana artık! Bu o!"

Şifacı olarak tanıtılan gri saçlı kadın ve komutana oldukça benzeyen diğer adam da merakla sokuldu. Alev rengi kehribar gözlü kadın ise temkinliydi. Birkaç adım öteden takip ediyordu.

"Tanıyor musun? Gaius? Sana soruyorum! Cevap versene!" diye azarladı adamı gri saçlı kadın.

Sarışın adam hayretle kıza bakıyordu. Küllü sarı saçlarını okşadı Sura'nın. "Bilmiyorum Flora..." dedi sarışın adam. "Nedense..."

Gri saçlı kadın kızgınca başını çevirdi. "Rufus! Bu ikisi bir şeyler saklıyor. Umarım sen de bu işin içinde değilsindir!"

"Ne demezsin!" diyerek sırıttı Rufus. Aynı diğerleri gibi o da merakla kızı inceliyordu. Gaius'a bakıp "İlginç..." diye fısıldadı. "Küllü sarı saçlar..." Ardından biraz ötede duran İrte'ye baktı. "Minik bir burun... Dolgun elmacık kemikleri... İrte? Acaba?" Kız çocuğunun kapalı gözlerini araladı. "Elbette! Alev rengi kehribar gözler..." Kahkaha atmaya başladı Rufus. Bir yandan da Gaius'un sırtını sıvazlıyordu. "Siz ikiniz sandığımdan daha hızlıymışsınız!"

"Kes şamatayı!"

"Benzerlik oldukça şaşırtıcı ama..."

"Yeter artık!" diyerek buna bir son verdi Corthus ve kucağındaki kız çocuğunu nazikçe Gaius'a verip Westos'a döndü yüzünü.

"Kim bu kız?"

Westos'un gergin dudakları gibi gözleri de huşuyla aralanmaya başlamıştı. İsimler... Bu insanlar... İlk başta bunun bir tesadüf olabileceğini söylemişti kendine Westos. Bu uçuk kaçık bir rastlantı olmalıydı. Nasıl olabilirdi ki bu?

Yutkundu Westos. Dili damağı birbirine yapışmıştı. Derin bir nefes aldı. Gırtlağındaki sıkı boğum gevşeyince söyledi: "Sura Athea... Adı Sura Athea..."

Öylece birbirlerine baktılar. Bu bir şaka olmalıydı. Dahası hiçbiri için mümkün görünmüyordu. Yaptığı onca gevezeliğin bir bakıma doğru olabileceğine Rufus dahi inanamıyordu.

"Haklı mıydım yani? Gerçekten de bu kız bir Athea mı?"

Westos'un gülümseyişi büyüyordu. Flora'ya baktı. "Aynı zamanda bir Gaeric..." Yüzünü İrte'ye çevirdi. "Aynı zamanda bir Arıkan..." Doğrudan Corthus'un gözlerinin içine baktı. "Ve elbette, aynı zamanda bir deAharis... Sura hepinizin kanını taşıyor. O sizin geleceğiniz."

Bir hayli kafası karışık bir şekilde genç adama sokuldu Gaius. Her şeyin bittiğini sanmışlardı ama muhtemelen hikâyeleri daha yeni başlıyordu. "Bu gerçek olamaz. Siz gerçekten de kimsiniz? Tüm bu olanlar baş tanrıça Fer'in bir oyunu olmalı."

Şüpheci bir şekilde gözlerini kıstı Westos. "Tüm bunların arkasında bir tanrıça var hakikaten de." Göz ucuyla Sura'yı süzdü. "Ama bu bir oyun mu, pek emin değilim."

Gaius'un aksine Corthus aceleciydi. "Bana gerçeği anlat evlat. Ta en başından başla."

Gözleri sindirircesine boşluklarda dolaştı Westos'un. Bildikleri, bilmedikleri, gerçekler, yalanlar, ışık ve karanlık, hemen hepsi birbirine girmişti. Hayatları kocaman bir griye dönmüştü artık. Arş ile Arz arasında bir yerde sıkışmış gibiydiler. Sanki ikisi arasında gidip geliyorlardı.

"Sizlere anlatmak istediğim bir hikâye var dostlarım. Ama inanın ki nereden başlayacağımı bilmiyorum."

Continue Reading

You'll Also Like

2K 186 37
Ahsen, babasının ihanetinden sonra terk etmek zorunda kaldığı Artvin'e seneler sonra tekrar dönmek zorunda kaldığında başına geleceklerden habersizdi...
46.2K 2.1K 74
-İSTEK ALIMLARIMIZ KAPALI AMA KAPAK ÇEKİLİŞİMİZ BAŞLADI- - TAKİPTE KALIN VE KURALLARI OKUYUN :) -GÜNCEL KURALLAR İÇİN SON BÖLÜMLERE BAKIN! /Kapakla...
7.4M 311K 58
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
744K 17.2K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...