Bölüm 4 : Scathan

En başından başla
                                    

Gölge'nin adımları aniden kesilince herkes taşa döndü ve yürümeyi kestiler. Gündüz vaktiydi fakat kül rengi bulutlar gök yüzünü daha çok sarmaya başlamıştı, gün ışığı azalmıştı. Gölge, yavaş adımlarla bize doğru yürüdüğünde ileri geri sallanan Kaidan'ın bir adım geri gitme isteğiyle savaştığını fark ettim.

Sessiz adımlarla bize yaklaşırken, eğer tamamen karanlık olsa birinin yanına bir nefes kadar yaklaşsa bile onu kimsenin fark etmeyeceğini düşündüm. Tam önümüzde durdu ve kumaşın ardından gelen boğuk sesiyle konuştu. "Prenses," dedi mekanik gözlerini yüzüme dikerek, "hareketlerinin sonuçlarıyla yüzleşmeyi öğrenecek."

Titreyen bedenimle sessizce ona bakmaktan başka bir şey yapamadım. Yine de birbirine çarpan dişlerimi zor zapt edip birkaç kelime mırıldanmaya çalıştım; dudaklarımın bir cesedinkinden farkı olmadığına emindim.

"Cehenneme git."

Bana kısa bir süre daha baktı, bir tepki verecek mi diye bekledim fakat sözlerimin ona işlemediğini belli edercesine arkasını döndü ve yürümeye başladı. Kaidan, komutu almış gibi hareketlendi ve hepsi beraber onun arkasından ilerlemeye başladılar. Gölge, liderleriydi, onu kayıtsız şartsız dinledikleri belliydi fakat asıl baştaki kişi o değildi. Ve o an, onu düşündüm.

Efendi Nightingale demişlerdi. Nightingale.

Blake Nightingale.

"Sen iyi misin, prenses?"

Kaidan'ın benimle konuştuğunu fark etmem uzun sürdü. Yazmaya çalıştığım kitap karakterimin adını bu manyaklardan duymamışım gibi, "Harikayım," dedim zar zor. Belki de beyin kanaması geçiriyorumdur.

Şu durumda iyi olabilmem mümkünmüş gibi sorusu sinirlerimi daha çok bozmuştu. Söylediğimi ya ciddiye aldı ya da kötü olmam umurunda değilmiş gibi, bakışlarını önüne dikerek yürümeye devam etti. Nereye gidiyorduk, daha ne kadar yolumuz vardı bilmiyordum fakat bir an önce sıcak bir yere kavuşmam gerekiyordu. Vücudum hissizleşmişti ve uyumamak için çabalıyordum. Grup sükûnet içinde ilerliyordu.

"Handa duracağız," diyen bir ses duydum. Platin saçlı, Ardell'in konuştuğunu anladığımda o da bize bakıyordu. Sonra arkasını döndü ve Gölge'yle yan yana yürümeye başladı. Han mı? Deli gibi gülmek istiyordum. Tabii ya, ilkel silahlarla donatılmış, ilkel insanların bir otele gitmesini bekleyemezdim. Elbette bir han olacaktı.

Kirpiklerim artık birbirlerine çarpıyordu, gözlerimi açık tutmakta zorlandım ama yine de etrafıma bakmaya çalıştım. Derme çatma evlerin arasından geçtiğimizi fark etmiştim. Yerler çamurdu, alçıdan duvarları olan evler vardı ve ahşap panjurlarından yansıyan ışıkla ara sıra geçtiğimiz yerler aydınlanıyordu. Bazı evlerin bahçelerinde koyunlar, bazılarında kümesler vardı.

Bir köydeydik. Gölge'nin Dowra'ya kadar durmak yok dediğini anımsadım; Dowra, burası olmalıydı.

Sokaklar, taş döşemeyle kaplanmaya başladığında, evler de değişti. İki, üç katlı binaların dış cephesi, gaz fenerleriyle aydınlatılmıştı. Yanımızdan geçen insanlar gördüm; paspallardı ve gözleri beni kaçıranlara her çarptığında sanki korkuyla irkiliyorlardı. Hızlı hızlı yürüyorlardı, biz önlerinden geçerken bazı evlerin kısık ışıkları sönüyordu. Nasıl kişilerin eline düştüğümü düşünürken korku iliklerime daha çok işlemişti.

Bahsettikleri hana geldiğimizde, yüzünde uzun bir çizgi şeklinde yara izi olan Rem kapıya sertçe vurdu. Sırtında ok ve yayı vardı, aynı zamanda elinde beni taşıdığı için silahından mahrum kalan Kaidan'ın baltasını tutuyordu. Benim hizmetçim olduğunu düşündükleri kızıl saçlı kız da onun yanındaydı. Gölge, Blue, Ardell ve amazonlara benzeyen Camilla'yı göremiyordum, yolun bir kısmında bizden ayrılmış olmalılardı.

ZAMANSIZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin