CENNETİN RENGİ

15 3 7
                                    


Korku cennetten çıkma derler... Duydum... Merak ettim de hangi cennet o? Benim kafamda cennet olgusu, bir ödül olarak konulmuş, görülebilecek en güzel renklerle bezenmiş bir yer. Yeşilin türlü tonlarına ev sahipliği yapan bir yer canlanıyor gözümde... Açık bir sarıya dönüyor güneş olup büyük bir nokta misali, sonsuz bir maviye çalıyor gök kubbe. Sonsuz... Evet mavi kadar sonsuz... Gözlerimi kapatınca durgun bir deniz geliyor gözlerimin önüne. Berrak. Dingin. Taş bir iskelenin hemen dibinde bir taş oturakta oturmuşum. Yeşilin en güzel tonu var hemen arkamda. "İncir yeşili". Uzanıp bir tane alıyorum. Malum göz hakkı denen bir şey var. İskelenin hemen bittiği yerde deniz demiştim ya. Böyle dingin olan hani... Suyu dinledin mi hiç? Dinginken bile melodisine açtın mı kendini kapatıp gözünü. Her zamanki gibi tatlı bir rüzgar yüzünü okşarken en çok sakinleştiren o güzel melodiyi dinledin mi cidden? Bence cennetin rengi bu yüzden yeşil.

Korku denince akla gelen ilk rengi sorsam yüksek ihtimalle siyah diyeceksin. Ben hiç yeşilden korkan birini görmedim henüz. Olur mu? Ben siyahtan da korkmam! Mesele korkmak mı acaba? Yine derinlerdesin Murathan! Yok aslında hiç amacım öyle ağır felsefe yapmak falan değil sadece simgelemeye çalışıyorum ki anlayabileyim. Çünkü meraktayım. Biz incir yeşili, gök turkuazı, yeni doğan güneşin umut -beyaza çalan sarı- renginden oluşan bir cenneti nasıl olur da bütün renkleri hapseden bir form olan siyaha boyama derdindeyiz ki?

Kağıttan gemi yapmayı bilir misin? Evet mi? O zaman aslında kağıttan tişört de yapabilirsin. Nasıl mı? Geminin iki ucunu da yırtarsın. Dümenini de üstten biraz oval bir şekilde yırtarsın. Sonra açarsın ve açtığın hali ikiye katlarsın. Tişört olur. Konumuzla ne alakası var? Şu alakası var; Ben bu bahsettiğim durumu ona benzetiyorum. Kağıtlara yazmak kadar istediğimiz neler varsa yapıp gerçekleştiremediğimiz, ne varsa başka baharlara, başka okyanuslarda buluşmak umuduyla gemiler yaptıklarımızı okyanuslara salamıyoruz. Çünkü batmasından korkuyoruz. Ve batacak umuduyla sulara salamadığımız her yeni gemi öyle birikiyor ki içimizde, umut mezarlıklarında yaşıyoruz. Sonra da bunları başkaları görüp bize burdan vurmasın diye onları tişört yapıp zırh misali içimize giyiyoruz. Üstünde korku yazan zırhlarımız içimizi kömürün karasıyla, siyah form ile tanıştırıyor. Hadi şimdi içimiz bu denli siyaha boyanmışken umutlardan, güzel şeylerden bahset gel de...

Belki de umut, bütün renkleri içinde barındıran beyaz bir formdur, olamaz mı? Sıcacıktır belki? İnsanlar korktuklarından kaçmak istemez mi? Peki bunun yerine sevgi olsa? Polyannacılık olarak bakmamak lazım olaya. İş temelden beri yapılan bir yanlış bence. İçlerimiz o denli kara ki, bunun için kahve fallarına gerek yok. O yüzden herşeyi korkutarak yapmaya çalışıyoruz. Belki daha hızlı oluyordur. Mesela yaramazlık yapan bir çocuğa metroya bindiğinde uslu durmasını, yoksa metrodaki diğer insanların rahatsız olacağını anlatmak yerine, "BAK YARAMAZLIK YAPARSAN SENİ POLİSE VERİRİM!" deyince tek celsede mevzuyu halletmek kolay geliyordur belki... Bir gün bir çocuk "POLİS AMCA SİZ YARAMAZ ÇOCUKLARI TUTUKLUYOR MUSUNUZ?" diyecek ve polis de "ELBETTE HAYIR POLİS ÇOCUKLARI SEVER, TUTUKLAMAZ." Diyecek ve ben işte o gün bunu duyunca kahkaha atacağım. Arada bana da oluyor. Amca kızar bak yaramazlık yaparsan. Diyenler denk gelmiyor değil ama ben o zaman diyorum. "Amcalar çocukları sever. Ama annesini babasını üzmeyen çocukları daha çok sever. Gel oyun oynayalım gidene kadar." Diye. Bir metro boyunca oyun oynayabilirim ben severim oyunları. Ama çocuklara bir amca, bir dayı, bir abi olarak kızmam. Çocuktur ya hu. En doğal hakkı yaramazlık yapmak. Ki zaten; olduuuuu... Zaten polis yaramaz çocukları yakalama masası kurdu. Başına da "Hep amir, en amir, üf çok yıldızlı amir" pos bıyıklı, kaşının üstünde kesiği olan katnem suratlı bir amir getirdi, kök söktürüyor çocuklara... Ben de mahallede kurdum teşkilatı. Yaramaz çocukların evlerini basıyoz falan.

Bunlara cidden gerek var mı? Bize öyle yapıldı diye biz de öyle yapmak zorunda mıyız? Oysa küçükten severek yapsak her şeyi gerek kalır mı korku imparatorluklarına? Sevdiklerini düşün. Her ne varsa işte. Sevdiklerimizi kaybetmekten çekinmez miyiz? Bu yüzden de hayatlarımızı o şeylere göre düzenlemez miyiz? Ama isteyerek? Sınırlar, zincirler olmadan? Zırh diye giydiklerimizin içine hapsolmadan! İşte mesele bence asıl bu. Odak nokta isteneni yaptırmak olunca kolay olandansa güzel olan daha hak bence. Hem bilemezsin. Belki işi istediği, onu severek yaparken kendinden de bir şeyler katacaktır ve sen ondan da bir şey de öğrenmiş olacaksın. Her şeyi biliyorsan da ben bu parametreyi atladıysam özür dilerim cehaletime ver. Oysa sen de ben de çok sonuç olarak topraktan gelmiş ve toprağa dönecek olanlarız. Şayet kendi adıma çok da vazgeçilmez biri olduğumu düşünmüyorum. Sen de düşünme. Önemli değiliz bu kadar da. İşine gelen, yalnızlığı dolan, zamanı dolan herkes ve her şey öyle bir gider ki hayatından. Şaşar da kalırsın. Mevlana'nın dediği gibi: "Düşmem dersin düşersin. Şaşmam dersin şaşarsın. En garibi de budur ya; öldüm der durur yine de yaşarsın."

O yüzden sözüm o dur ki... Korku imparatorluğu siyahına boyamaktansa, incir yeşili ile tanışsın tüm dünya. Cennetin rengi siyah olmasın.

İncir yeşiline selam...

SUSKUNLUĞA DENEMELERKde žijí příběhy. Začni objevovat