Bölüm 25 - Meleğin Dokunuşu

47.8K 3K 140
                                    

Bölüm 25
Meleğin Dokunuşu



Soğuktu... Buz gibi.

Ve karanlıktı... Yıldızsız göğün derinlikleri kadar karanlık.

Nerede olduğumu, ne olduğumu, zamanı, mevsimi bilmiyordum.

Görüntüler bir bir belirip, zihnime dolmaya başlarken beni kim olduğum, ne olduğum konusunda bilgilendiriyordu. Parça pinçik anılar, hayatıma gözlerimi yumduğum o ana değin uzanıyordu. Sevdiğim adamın haykırışları ve adımı bağırarak beni sarsışının üzerinden yıllar, hatta yüzyıllar geçmiş gibiydi. Vakitten azat edilmiş gibiydim. Zaman boşluğunda süzülüyordum sanki.

Aklımda beliren son anı, sevdiğim adamın beni sunağın üzerine yatırışı ve 'Beni bırakıp gitmeyeceğine söz ver," deyişiydi. Ve ben ona söz vermiştim.

Sonra mı?

Ölmüştüm.

Bunu biliyordum. O kadar şeye rağmen - Kat'e rağmen - o sunakta yatıyordum işte. Ölmem gereken sunaktaydım ve ölüydüm. Daha çok korkacağımı sanıyordum, daha çok panik olacağımı... Ama Kat'i tanıdıktan sonra, bir meleğin hapsolduğu o bedeni gördükten sonra her şey daha farklı bir pencereden görünüyordu. Korkmuyordum. Garip olan şey... Hala hissetmeye devam edebilmemdi. Bu nasıl olabiliyordu? Hala nasıl düşünebiliyordum?

Bedenimin altındaki soğuk taş zemini, üzerindeki çıkıntıları, karnımdan sırtıma doğru yayılan kanımın sıcaklığını, yanaklarımın üzerindeki Kat'e ait olduğunu düşündüğüm ellerin baskısını. Hatta fark ettikçe daha da belirginleşiyordu. Dudaklarının yumuşak dokusunu kulağımın kenarında hissedebiliyordum ve nefesinin saçlarımı uçuşturduğunu. Konuşuyordu! Onu duyamıyordum - henüz - ama konuştuğunu biliyordum. Alnımdaki saçlarımı geriye doğru tarıyordu ve nefesi durmaksızın kulağımın kenarından geliyordu.

"Hala oradasın, savaş!"

Kat'in sesi!

Ve sesiyle birlikte içimde olmayan o korku, yüreğime çörekleniverdi. Onu duyabilmek için kendimi zorlamaya çalıştım. Daha fazlası için.

Tıkanmış kulakların bir anda 'pop' diye açılıvermesi gibi kendimi tavandaki gravürlere bakarken buldum. Ağzımı açıp konuşmak istedim, buradayım, seni duyuyorum demek istedim ama imkansızdı. Konuşamıyordum. Hareket edemiyordum. Ben hala... fazlasıyla ölüydüm.

Kendimi sakinleştirmek için derin nefesler alamıyordum, hayır. Buradan sonrasında ne olacağını bile bilmiyordum. Öylece pof diye yok olacağımı düşünürken hala aynı yerdeydim işte. Kat'in kapkara gözleri odaklanmış bir şekilde yüzüme bakıyordu. Gözlerini kısmış, görünenin ardındakini görmeye çalışıyordu.

"Sakın pes etme, daha bitmedi," diye mırıldandı. "Beni duyduğunu biliyorum."

Ellerini şakaklarımın kenarına bastırdı ve gözlerime baktı. Bakışlarındaki boşluk ve panikten anlıyordum beni göremediğini. Yine de vazgeçmiyordu. İnatla devam ediyordu.

"Bunu düzelteceğim Angel. Sonsuz ruhuma and olsun ki düzelteceğim." Elini kaldırıp bir tel saçı alnımdan çekmeye çalıştı ama parmaklarının ardında kızıl izler bırakıyordu. O güçlü, savaşmaktan berelenmiş elleri titriyordu. Yüzümün kanla kıpkırmızı olduğuna emindim. Bir şekilde süzülüyordum sanki. Hem bedenimin içinden bakıyordum, hem de bedenimin görüntüsü saliselik gözümün önünde beliriyordu. Kat'in titreyen soluğunun ardından kendi kendine konuştuğunu duyabiliyordum. Dudaklarını kulağıma dayadı. "Bebeğim, lütfen gitme. Bekle. Bunu düzelteceğim, lütfen bekle. Lütfen bekle."

Kaşlarımı çatmak istedim. Zaten bir yere gidemiyordum ki. Kat'in kendinden vazgeçmiş, titreyen hali kalbimi deşip geçiyordu sanki. Yanımda ayağa kalktı ama gözlerini yüzümden ayırmadı.

"Gabriel!"

Haykırışı altımdaki sunağı titretti ve tepemizdeki gravürlerken kopan parçalar yere yağmaya başladı. Kat'in burun delikleri şişiyor ve birbirine kenetli dişlerinden ürkütücü çatırtılar geliyordu. Ama gözleri... Ah o gözleri... Cehennemin kızgın ateşlerinden fırlayıp, cennetin tatlı denizlerinde söndürülmüş korlardan yapılmış o gözleri öylesine büyük bir acıyla doluydu ki artık atmayan kalbimin göğsümden çıkıp onunkine girdiğini sandım. Üzülme, demek istedim ona. Nerede olursam olayım kalbim seninle, sen üzülme.

"Angel, ... Adımı düşün. Ona tutun." Geriye çekilip yüzümü incelerken fısıldadı, "Bana tutun."

Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ona tutunmayı her şeyden çok istiyordum, onunla birlikte olmayı, hayatta kalmayı... Ama istemem yetmiyordu demek ki.

Karşımdaki duvarın hemen önünde parlak ışıktan bir şey belirdi. Kalbim atıyor olsaydı boğazımda gümbürderdi. Parlak ışığın içinden bir adam çıktı. Yüzü o kadar parlak bir ışıkla aydınlanıyordu ki yüzünü göremedim. Onun ışıktan çıkmasıyla gök gürültüsünü andıran bir ses yankılandı ve Kat'i duyamadım. Ben... Korkuyordum. Çok korkuyordum. Kıpırdayamıyordum. Ve bu... bu... ışıktan adam elinde koca bir kılıçla bana yaklaşıyordu. Arkasında yansıyan çıkıntılar vardı.

Kanatlar!

Bacakları, kolları bir şekilde ışıktan bir kıyafet giymiş gibiydi. Sadece siluetini görebiliyordum.

Dudaklarımı kıpırdatıp bir şey söylemeye çalıştım. En azından küçük bir ses çıkarmak istedim. Kat'i uyaracak, gitmesini sağlayacak herhangi bir şey. Çırpındım, titredim ama beceremedim. Kat aniden dimdik durarak kafasını çevirdi ve ışık adama baktı. Onu görebiliyor muydu?

"Ashriel," dedi kafasını hafifçe öne eğerek.

Ashriel dediği ışık yumağı, Kat'ten biraz daha fazla eğilerek selam verdi. "Katzfiel."

Kat tek elini gözüne siper etti ve Ashriel, "Özür dilerim," dedi. Ardından çevresindeki ışık azalıp onu insana benzer bir halde bıraktı. Mavi gözleri fazla iriydi ve dudakları dolgundu, pembeydi. Bir sanatçının elinden çıkmış kusursuz bir ilahi esere benziyordu. Kafasındaki, iki yanından tüyler çıkan başlık yüzünden saçları görünmüyordu. Saçı var mıydı onu da bilmiyordum. Kat'ten çok daha uzundu ama bunun sebebinin Kat'in insan bedeninde olmasıydı.

Bu ışık adamın kim olduğunu biliyordum sanki. Tüm bu bilmediğim bilgiler de nereden geliyordu? O beni almak için gelmişti...

Ashriel... Ruhları bedenlerden ayıran melek.

Buna inanabilir miydim? Cennet ve cehennemin varlığı karşımda bu kadar belirginken bu fazla zor olmayacaktı.

"Kız götürülmeyecek Ashriel," dedi Kat. Sesi ölümcül ve dikkat edilmeyi talep eden tonundaydı.

Ashriel'in yüzünde huzursuz bir ifade belirdi. O yüze hiç yakışmayan bir ifade. Sırf bu meleği üzmemek için onunla gitmek istedim ama Kat'i bırakamazdım. Tekrar kendini kaybetmesinden korkardım.

Ashriel sunağın yanında durdu, kafasını çevirip aşırı iri mavi gözlerini bana dikti. "Beden ölü, ruh içeride." Sanki bu her şeyi anlatıyormuş gibi bakışlarını Kat'e çevirdi. "Onu orada bırakmak söz konusu bile olamaz."

Konuştukları ilahi bir dildi ama bir şekilde anlayabiliyordum. Tanrım... Neler oluyordu?

"O geri getirilecek," dedi Kat.

Ashriel temkinli bir ifadeyle geriye doğru bir adım attı. "Gabriel buna izin vermez."

Kat kafasını iki yana salladı, yüzünde kendinden emin bir ifade vardı. "Onu geri getiren Gabriel olacak."

"Ne dediğini bilmiyorsun sen." Ashriel'in yüzündeki şaşkınlık mıydı?

"Ne dediğimi bilmiyor muyum?" Bağırışı zemini titretti. "Onun yüzünden rüyalara hapsoldum!"

"Bir kaza."

"Bir ihmal," dedi Kat.

Neden bahsettikleri konusunda bir fikrim yoktu ama Kat korumacı bir tavırla Ashriel'le arama girdiğinde ona çekil demek istedim. Bunu yapma, kendini kurtar. Hatta... Hatta evine dön.

Başını yukarı kaldırdı ve bağırdı; "Gabriel."

Bu kez karşı duvarda beliren ışık, bir öncekinden büyüktü ve kat kat parlaktı. İnsan gözlerim ona baktığımda erir miydi? Atmayan yüreğimi öylesine bir sıcaklık kapladı ki... Ölü olmasaydım bayılırdım. Ve günlerce kendime gelemezdim. Kusursuz, ışıktan varlık sapsarı ışıltılar yayarken büyük bir adım attı. Ve her yeri deprem oluyormuşçasına salladı. Gözlerimi yummak, kulaklarımı tıkamak, buradan sessizce yok olmak istedim. Ama gözkapaklarım çalışmıyordu. Gözlerimi kırpamıyordum, yine de kurumuyor, acımıyordu. Öyle bir refleksim yoktu sanki.

Doğru ya... Yaşamıyordum!

Kat kafasını hızla çevirdi ve başını önüne doğru eğip öylece durdu. Yumruğu göğsündeydi. "Gabriel," derken nefes nefeseydi ve sesinin tonundan saygısı belli oluyordu. Bu Ashriel'le konuşması gibi değildi. Bu... çok daha başkaydı. Gabriel'in devasa kanatları katlanmış, arkasında duruyordu.

"Katzfiel." Sesi... Koroların ilahi söylerken çıkardığı seslerden kat kat daha iyiydi. Bu dünyada sevdiğim bütün her şeyi bir araya getirsem, onun sesinin kıvamını tutturacağımdan şüpheliydim.

"Yanlış kişinin canı alındı."

"Sen hata yaptığımızı mı söylüyorsun?" Gabriel'in sesi şimdi bıçak kadar keskindi.

"Onu bana geri ver Gabriel. Lütfen. Bana bu kadarını borçlusun." Kat'in sesinin bu yalvaran tonda çıkmasından nefret ettim. Benim yüzümden yaşamak zorunda kaldıklarından nefret ettim!

"Borç mu?" Gabriel'in sesindeki şey şaşkınlık mıydı?

"Beni rüyalar diyarına bıraktın ve orada unuttun." Ah... Tabii! Gabriel... Dirilişin meleği. Tutku ve rüyaların meleği. Bir baş melek! Tanrım... Sen bize yardım et. "Asırlardır rüyalarda yürüyorum. Yollandığım beden kendi adını unuttu, ben kendi ruhumun amacını unuttum. O benim adımı aldı, ben onun amacını. Kaynaştık, bir olduk. İki ayrı varlık değiliz. Kırılgan insanoğlunun ruhuyla benim ruhum, tek bir ruh oldu. O ve ben diye bir şey yok. Bedeni terk edersem, beden hayatta kalamaz. Ben de kalamam."

Hayatta kalamam deyişi, onun hayatta olamayacağının, böyle bir olasılığın düşüncesi bile beni bir kez daha yaraladı.

"Sen bir meleksin. Ölmezsin," diye cevap verdi Gabriel. "Seni rüyalar diyarında bıraktığımı bilmiyordum. Burada, bu bedende görünüyordun. Yolunu kaybettiğini düşündüm." Işıktan kafasını yana eğdi. "Ve birkaç yüzyıl için kaybettin."

"Sadece... Şu vampir olayları yüzünden baskılandım."

Gabriel kafasını diğer yana yatırdı. Katzfiel başını kaldırıp ona bakmıyordu. Yasak mıydı? Yoksa Gabriel, Ashriel gibi bedenini ışıktan arındırmaz mıydı? "Sen altıncı cennetin, Zebul'un koruyucu prensisin. Ve baskılandın? Doğru anladım değil mi?" Sesinde kinayeden eser yoktu. Gerçekten de karşısındakini hatasızca anlamaya çalışan birinin tonundaydı.

"Çünkü rüyalar aleminde esir kaldım ve oradan etkileyebildiğim kadarıyla devam ettim. Adım anılmadıkça dünyaya adım atamadım."

"Şimdi nasıl döndün?"

Kat başını eğip bacağıma baktı ve parmaklarını hafifçe ayakkabımın üzerinde gezdirdi. "Beni o çağırdı."

"Nasıl?"

"İlahi dilde." Başını hafifçe kaldırıp büyük ışık topuna baktı. "Beni rüya aleminde de buldu."

"Biliyorum. Rüyalar benim kontrolümde."

"Evet, elbette." Derin bir nefes aldı. "Onsuz olmaz. Zamanı gelmedi."

"Onun zamanı bugün, burada ve bir saat önce sona erdi. Olması gerektiği gibi."

Kat kafasını yana yatırdığında yüzü anlamak istemiyormuş gibi buruşmuştu ve titreyen alt dudağını dişlerinin arasına sıkıştırdı. "Olmaz," diye fısıldadı.

"Artık eve dönme vaktin geldi Katzfiel."

"Bir prens evinden bu kadar uzak kalmamalı," diye mırıldandı Ashriel.

Gabriel geldiğinden beri ona dönüp bakmamıştı. Ona bakıp kafasını bir kez aşağıya eğdi. "Görevini yerine getir Ashriel."

Ashriel kafasını bir kez aşağıya doğru eğdi ve bedenime yöneldi. Daha doğrusu bana... Gitmek istemiyordum. İstemiyordum. Kat kenara kayarak tam Ashriel'ın karşısında durdu.

"Benim evim burası." Elini elimin üzerine kapattı. "Onunla kalmak istiyorum."

"Bu hoşa gitmez."

"Lütfen Gabriel. Ben eve gidersem, bu beden de ölür."

"Bu alakasız bir teferruat," dedi. Sesi sıkkın geliyordu.

"Acı çekebilirim. Çekiyorum. Gabriel," dedi yavaşça, "ben hissediyorum."

Gabriel'in hafifçe geriye çekildiğini gördüm. "Bizler de hissederiz. Sadakat. Şefkat-"

"Ben öfkeyi hissediyorum. Nefreti de hissediyorum. Sevgiyi ve şehveti de. Ben her şeyi hissediyorum."

"Benden ne istiyorsun?" diye sordu tekrar anlayışlı bir tonla.

Kat kafasını çevirip bana baktı. Bedenime. Sevgiyle, bağlılıkla, şefkatle. "Onu," dedi sadece.

"Bir baş melekten borç talep ettiğini ve karşılık olarak yalnızca bu kızın geri getirilmesini istediğini mi söylüyorsun?"

"Talep etmiyorum, affına sığınarak rica ediyorum."

Gabriel bu cevaptan hoşnut kalmış gibiydi. Adım attıkça gök gürültüsü gibi sesler çıkararak sunağa yaklaştı. Eli olduğunu tahmin ettiğim bir şeyi göğsümün ortasına dayadı. Ah... Zamanı gelmiş miydi? Bu çok zordu. Tanrım. Gözlerimi Kat'in yüzüne diktim. Bakışlarımı kaşının üzerindeki yara izinde, gözlerinin kenarlarındaki çizgilerde, iri kara gözlerinin altında, dudağının kenarındaki izde gezdirdim. Kıvırcık saçlarından birkaç tutam alnında duruyordu. Kanla ıslanmıştı. Vahşi bir savaşçıya benziyordu. Güçlü, asil ve... ve yenilmiş. Onu son bir kez gözlerimle sevmek istedim.

Gabriel'in ışıktan eli beni itiyordu. Bedenimi değil, ruhumu. Yavaş yavaş soğumakta olan bedenime, ruhuma sıcaklığın dolduğunu hissettim. Sanki sıcacık bir el göğüs kafesimden içeri girmiş, kanımı ısıtıyor ve bütün organlarıma kan pompalıyordu.

Gabriel Katzfiel'a bakmadan konuştu. "İkinizden birisi bu dünyayı terk etmediği sürece buradaki görevlerin devam edecek." Eğildi ve kulağıma kavrayamadığım kelimeler mırıldandı.

Kafasını Kat'e çevirdi. "Kızı da al. Öğret, eğit ve yoldaşın yap."

"Gabriel-"

Ve öylece yok oldu. Bir anlık flaş patlaması gibi. Isı damarlarımda ilerleyip parmak uçlarıma ulaşırken Ashriel, Azrail'in sağ kolu kafasını eğip bana baktı. Ardından Katzfiel'a döndü. Kafasını iki yana sallayıp, "Ruhlar," diye homurdanırken o da bir ışık huzmesine dönüşüp yok oldu.

Kusacakmış gibi hissediyordum. Boğazımdan yukarıya doğru tırmanan bir şey vardı. Ağzımı açmam gerekiyordu. Mecburdum. Dışarı çıkması gerekiyordu. Ondan kurtulmam gerekiyordu. En sonunda ağzımı açtığımda, boğazımı deşip geçen bir haykırışla birlikte ağzımdan siyah dumana benzer bir şey çıktı. Bedenim kontrolsüzce titriyor, dişlerim birbirine çarpıyor ve bedenimden siyah duman çıkmaya devam ediyordu. Kat'in beni kaldırdığını hissediyordum ama gözkapaklarım durmaksızın titriyor, hiçbir şeyi görmeme izin vermiyordu. Boğuluyordum.

Kat'in sesi uzaklardan geliyordu sanki. "Sakin ol bebeğim, sakin ol," diye fısıldıyordu. "Bırak çıksın, bırak gitsin..."

Dediğini yapıp sakinleşmeye çalıştım. Saçlarımı okşayan eller omuzlarıma indi ve beni göğsüne dayamaya çalıştı. Siyah duman çıkışı kesilmişti ama hala titremeye ve haykırmaya devam ediyordum. Zihnimin sınırlarını aşıp genişlemeye çalıştığını hissedebiliyordum. Kabullenemiyordum. Sadece... zihnim kabul etmiyordu. Bedenim ölüp de geri geldiğime inanmıyordu. Buna alışmaya çalışıyordu.

Kat ikide bir geri çekiliyor, alnıma öpücük konduruyor, inanamıyormuş gibi yüzüme bakıyordu. Ardından da çekip kemiklerimi kıracakmış gibi sarılıyor, beni göğsünün en derinlerine sokmaya çalışıyordu.

"Tanrım, şükürler olsun," diye tekrarlayıp duruyordu. Durmaksızın.

Ellerimi kaldırabildiğim anda kollarımı onun boynuna doladım ve ciğerlerim elverdiğince ağlarken boynuna gömüldüm. Ellerim sırtını öylesine sıkıyordu ki... Ama rahatsız olduğuna dair tek bir işaret bile yoktu. Ellerimi sırtında gezdirdiğimde kanatlarının olmadığını fark ettim.

Bacaklarımı sunaktan aşağıya sallandırarak oturdum. Tam karşımda duruyordu, ellerini kalçamın iki yanından sunağa dayanmıştı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Elleri, kıyafetleri, yüzü kanla kaplıydı ve gözlerinin kenarlarından süzülen yaşın farkında değilmiş gibi görünüyordu.

Ağlamaklı bir sesle, "Neden yaptın bunu?" diye sordum. "Asırlardır esir kalmıştın, artık özgürsün. Neden evine dönmedin?"

"Söyledim sana," diye fısıldadı ve saçlarıma bir öpücük kondurdu. "Evim sensin."

"Onu söyleyen sen değildin," derken alt dudağım titriyordu, burnum akıyordu ve gözlerimin kenarlarından sıcak damlalar süzülüyordu. Başımı önüme eğip hiç de kibar olmayan sesler çıkararak ağlamaya başladım. Bedenim hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bütün gerilim, keder, endişe bedenimden çıkıyordu.

"Bendim." Kulağımın altını öptü ve belimi daha sıkıca kavradı. "Hala benim." Hırlarcasına konuştu, "Sen de benimsin, meleğim."

Onun karşısında ilk kez ağladığımda yaptığı gibi tişörtünün kenarını ters çevirdi ve burnumu sildi. Bu kez geri çekilmedim ama suçlu suçlu burnumu çektim. "Öyle miyim?"

"Elbette öylesin."

Dudaklarımı ıslatıp hafifçe geriye doğru eğildim. Ellerimi yanağında gezdirip yüzünü avuçladım. Kendini elime bırakırken gözleri titreyerek kapandı ve fısıltısı kırık bir halde çıktı. "Seni kaybettiğimi sandım."

Onun için bunu söylemenin ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyordum. Ellerini kalçalarıma kaydırıp beni sunaktan kaldırdı. Bacaklarımı beline dolayıp ona sıkıca sarıldım. Tek eli sırtımdan aşağıya doğru iniyor, her santimimi okşuyordu. "Bir daha gözlerine bakamayacağımı sandım..." diye mırıldandım.

Beni kucağından indirmeden yürümeye başladı. Yüzümü boynuna gömdüm ve sıkıca sarıldım. Geçtiğimiz yerleri bir kez daha görmemek için gözlerimi sımsıkı yumdum. Dışarı çıktığımızı rüzgarın soğuk ısırığından anladım ve gözlerimi açmadan kafamı yana çevirdim. "Mickey?"

Bedeninin gerildiğini hissettim. "O piç!"

"Ona zarar vermediğini söyle."

"Vermedim," diye hırladı. "Ne yazık ki! Charlie onu tedavi edilmesi için Avcıların okulunun bahçesine bıraktı. Ama Bau öldüğüne göre artık o tılsımdan sıyrılmıştır."

Kafamı sallayarak onayladım - sanki dediklerinin tek kelimesini anlamışım gibi - ve boynuna sokulup bir öpücük kondurdum.

"Beni eve götür Kat," diye mırıldandım. "İstediğim tek şey sana sarılıp günlerce evden çıkmamak."

"İşte bu kulağa rüya gibi geliyor meleğim," diye mırıldandı. Asıl melek olan o olduğu halde bana meleğim demesine gülmek istedim. Ama bedenim yorgundu. "Biraz uyumayı dene Angel. Ben yanındayım."

Arabasının arka kapısını açıp beni arka koltuğa yatırdı ve saçlarımı okşadı. "Artık hep yanındayım," diye mırıldandı. "Daha uzun bir süre birlikteyiz."

Ne demek istediğine anlam veremedim, Kat arabayı sarsmadan sürmeye çalışırken gözkapaklarım ağırlaşmış, aracın dingin homurtusu beni uykunun huzurlu kollarına çekmişti.

Kurban: 13. BakireWhere stories live. Discover now