Bölüm 24 - Kıpkırmızı

53.6K 2.8K 178
                                    

Bölüm 24
Kıpkırmızı


Gözlerimi karanlığa açtım. Uyuyakalmış olmalıydım. Aklımdan önceki günü geçirdiğimde gerildim. Jessie! Hastane!

Kafamı çevirmeye çalıştığımda ensemde keskin ve uyuşturucu bir acı hissettim. Lanet olsun. Elimle ensemdeki yumruya dokunurken gözlerimin önüne Mickey'nin suratı geldi ve yavaşça kalkıp oturdum. Kalbim göğüs kafesimi kırıp çıkacak gibi çarpıyordu. Kaçırılmıştım! Hem de Mickey tarafından. Yutkunmaya çalıştım ama bu kurumuş boğazım için son derece çetrefilli bir sınavdı. Gözlerim, ellerim, bedenim acıyordu. Gözlerim ortama alıştıkça pek de karanlık bir yerde bulunmadığımı fark ettim.

Kirli bir şiltenin üzerinde oturuyordum. Öylece yere atılmıştı. Pencerelerin üzerine tahtalar çakılmıştı ve tek ışık aralardaki boşluklardan geliyordu. Toz, rutubet ve küf basık bir hava yaratmıştı. Perdeler sarı ve yırtıktı. Uzak uçtaki mutfak demeye milyarlarca şahit gereken şey kirden görünmüyordu. Burada kimse yaşamıyordu, bu kesindi. Ayağa kalkmaya niyetlendim ve ayağımda ayakkabılarımın olmadığını fark ettim. Zekice!

Etrafa kısa bir bakış atıp yalnız olduğumu görünce pencerelerden birisine doğru koştum ve aralıktan bakmaya çalıştım. Parmaklarımı tahtaların arasına sokup gevşetmeye ve daha çok alan yaratmaya uğraştım. Paslı çivi geçit verdiğinde tahtayı söktüm. Boş bir araziydi burası. Üç kat falan yukarıda olmalıydım. Çitlerle sarılı bahçe ve ötesi karlar içindeydi. Çitler evden daha kaliteli tahtadan yapılmıştı.

Acaba hala Mision Center'da mıydık?

Ayakkabı bulmam gerekiyordu. Böylesine bomboş bir araziye getirip beni bırakmışlar mıydı? Buna inanabilir miydim?

Parmak uçlarıma basarak ilerledim ve kapıya ulaştığım anda önümde sert bir göğüs ve bir namlu belirdi. Küçük kara deliğe odaklanmış bakarken geriye doğru bir adım attım ve keskin, yeşil gözlere baktım.

"Mickey, bunu neden yapıyorsun?" diye fısıldadım kaşlarımı çatarken.

Silahı tutan eli titriyordu ve şakağından aşağı bir damla ter aktı. "Soruların cevaplandırılmayacak. Bu kapıdan çıkmaya çalıştığın anda bir kurşun yiyeceksin." Dudakları hareket edip ses üretiyordu ama ses tonunda bir şeyler vardı. Bunları söyleyen Mickey olamazdı. Yüzü ve boynu ter içinde kalmıştı ve kontrolsüzce titriyordu. Ona doğru bir hamle yaptığım anda silahı kendine doğru çevirdi ve namluyu çenesinin altına dayadı. "Eğer bana yaklaşırsan, birisiyle iletişim kurarsan ben ölürüm."

Hızla geriye doğru kaçarken bir şeye takıldım ve popomun üzerine düştüm. Aynı anda Mickey elindeki silahı indirip yanında tuttu. Aman Tanrım! Dehşetle yüzünü izledim. Birisi onu kontrol ediyordu! Birisi Mickey'nin zihniyle oynuyordu ve o delicesine bir savaşın içindeydi. Terliyor, titriyor onu kontrol edene karşı koymaya çalışıyordu.

Kendimi ellerimle çekip şilteye doğru geriledim ve Mickey olduğu yere çöküp oturdu. Gözlerini üzerimden ayırmıyordu ve dudaklarını ısırıyordu. Tek elimi ayaklarıma sürterek yeni yeni fark etmeye başladığım üşümeyi engellemeye çalıştım. Sanki kar odaya yağıyordu. Ayaklarım dakikalarca buzlu suda kalmış gibiydi. Dizlerimi göğsüme doğru çekerek aklımdan uzak tutmaya çalıştığım o kara gözlerin sahibini düşündüm ve gözlerim kapandı.

Neler yapacağını düşünmek bile istemiyordum. Sadece ve sadece dengesini kaybedip kendisini tehlikeye açık hale getirmesini istemiyordum. Alnımı dizlerime dayadım ve derin nefesler almaya çalıştım. Küf ve çürümüş yiyecek kokusuyla sarılıyken bu hiç de rahatlatıcı değildi. Lanet olsun. Lanet olsun. Başımı yana çevirdim.

"Sana bunu kim yapıyor?"

Başını yana eğdi ve dudaklarını birbirine bastırdı.

Gözlerim dolmaya başladığında başımı öte yana çevirdim. "Seni öldürecekler Mickey," diye fısıldadım.

Saatlerce sessizce oturduk. Gözlerimi üzerinden ayırmıyordum ve o da gözünü kırpmadan bana bakıyordu. O uyusa bile çıkamazdım, kendisini öldürmesine izin veremezdim. Sonra aklımda bir kuşku belirdi. Ya etki altındaymış gibi numara yapıyorsa ne olacaktı? Kaçmamam için kendini vuracakmış gibi yapıyorsa?

Ayağa kalktığım anda silahını bana doğrulttu. Eli öylesine titriyordu ki ateş etse isabet eder miydi şüpheliydim. Ellerimi dizlerime sürtüp devam etmeye çalıştım ve önümde dikilen bedenine baktım. Gözleri... Sadece gözlerini idare edebiliyordu ve onlar da öylesine içten ve acı dolu bakıyordu ki. Ona inandım. Belki aptallıktı ama titreyen elini kendi çenesinin altına dayadığında tetikte bekleyen parmağının şaka götüren bir yanı yoktu. Gözlerini ayırmadan, "Kimseye güvenme," diye tısladı. Kaşlarımı çatarak yüzünü inceledim. Kendini zorlayarak iradesinde gedikler açıyordu. Kalbim göğsümde gümbürdemeye başladı.

Onu daha fazla zorlamamak için geriledim ve silahı indiren eline gözlerimi diktim. Bu da ne demekti? "Sana bunu yapan tanıdığımız birisi mi Mickey?"

Dudakları yeniden mühürlenmişti bile. Bir anlık bulduğu gedikte bir isim verse daha iyi olurdu tabii. Şilteye oturup bekledim. Evin içinden tıkırtılar geliyordu.

"Konuşmana izin var mı?"

Dudakları düz bir çizgi halini aldı. "Hayır."

Her zaman bedenimin bir parçası gibi hissettiğim Kat'in zihnimdeki varlığını hissedemiyordum. Korku yüreğimi bir karabasan gibi ele geçirdi ve iğrenç parmaklarını boğazıma dolayıp sıktı. Kat... El ayalarımı gözlerime bastırıp oturduğum yerde ileri geri sallandım. Bundan çıkmanın bir yolu olmalıydı. Kimse zarar görmeden bundan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Eğer Kat Mickey'i bulursa etki altında olmasını falan önemsemezdi. Yüreğim ağzımda atıyordu.

Sonra kafama dank etti. Yanımda Kat yokken uyursam... ve rüyamda Katzfiel'ı görürsem ne olacaktı? Bir ürperti bedenimi sarsarken gerçek karabasanın o kadar da uzakta olmadığını fark ettim. Uyumamak için elimden geleni yapmalıydım yoksa rüyalarımın adamı tarafından rüyalarımda deşilirdim!

Alt dudağımı dişlerken düşünmeye çalıştım ve yeşil gözlere odaklanırken ileri geri sallanmaya devam ettim. Telefonum Jess'in hastane odasında kalmıştı... Hoş yanımda olsaydı da parçalanmış olurdu. Brian uyanıp yokluğumuzu fark etmiş olmalıydı. Acaba uyanması ne kadar zaman almıştı? Beş dakika? Bir saat? Sabaha kadar? Tanrım sen bana güç ver.

"Sen bir avcısın... Nasıl olur da seni ele geçirebilirler? Bunun olmaması gerekmiyor mu?" diye konuştum kendi kendime. Cevap vermesini beklemiyordum ama bir hareket görünce o tarafa dönüp baktım. Kazağının kolunu yukarı doğru çekiyordu. Bunu yaparken bedeni sanki zorlu bir görevden geçiyormuş gibi kasılıyordu. Kolunda bardak altlığı boyutunda devasa bir yanık vardı.

"Aman Tanrım," diye tıslayıp ona doğru ayaklandım ama silahı çenesinin altında dayayıverdi. Yutkunarak dizlerimin üzerine eğildim ve başımı eğip kolundaki yanık izine baktım. Kocaman bir daireydi bu ve yeniydi. Kat onun kolunu kavradığı gün bir avcı damgası hissetmişti. Gözlerim hızla onunkileri buldu. "Avcı damganı dağladılar..." diye fısıldadım kırıkça. Gözlerini bir kez, yavaşça kırptı. Onu her ne şekilde koruyorsa, bunu elinden almışlardı ve şimdi kontrol ediliyordu.

Kafamı dehşetle iki yana sallarken düşünmeye çalıştım. "O kadar yakınına gelmesine niçin izin verdin?" diye mırıldandım azarlar gibi.

Dişlerinin arasından tıslarcasına konuştu, "Kimseye güvenme."

Kaşlarımı çattım. Tanıdığımız birisi onu bu hale getirmişti. Kolunu bir ciğer parçasına çevirmişti. Midemde bir şey olsa kesin şu pis yere kusuverirdim ama dün gece yol kenarında midemde ne var ne yoksa çıkarmıştım. Karnım da bunu hatırlatırcasına guruldadı.

Tek kolumu karnıma sararken yüzümü buruşturdum. Bu iğrenç yerde değil yemek uzanmak bile istemiyordum. Saatler saatleri kovalarken kollarımı dizlerime dolayıp oturdum. Ara sıra titreyişler bedenimi ele geçiriyor, dişlerimin tıkırtısı odayı dolduruyordu. Mickey'nin gözleri acıyla bakıyor ama hiçbir şey yapmıyordu.

Gözlerimi kapatıp Kat'i düşünmeye çalıştım, beni duyması için bir yol arıyordum. Zihnimden Kat diye çığlık atıyordum. Bulanık bir sis gibi perde gözlerimin önüne inmeye başladı ve ben uğraştıkça canımı yaktı. Acıyordu! Lanet olsun, göz kapaklarım alev almış gibi yanıyordu.

Gözlerim korkuyla açıldı ve pencereden dışarı, karanlık gökyüzüne baktım. Mickey'i o şekilde tutan her kimse zihnimde sinsi bir duman gibi dolanıyor, beni Kat'ten uzakta tutuyordu. Olayın gerçekliği ve ciddiyeti bir tokat gibi suratıma inerken sadece birkaç kandille aydınlanan odaya bakındım.

Birkaç saat önce Mickey hepsini tek tek yakmıştı. Gözlerim uykusuzluktan o kadar çok acıyordu ki, kirli şilte bile gözüme kraliçenin yatağı gibi görünüyordu. Başım zonkluyordu ama uyumayacaktım. Uyuyamazdım.

Yüzümde rüzgarı hissettiğimde uykumun açıldığını hissettim ve gözlerimi açtım. Anında kalbim göğsümden dışarı çıkacak gibi atmaya başladı. Bir dağın tepesindeydim. Yerdeki kumlar ve taşlar turuncuydu, ötesi uçurum gerisi taşlık bir araziydi. Birkaç kaktüs şurada burada duruyordu, güneş tepede yakıyordu. En önemlisi tam karşımda kapkara gözlü, kapkara kıyafetli, bembeyaz kanatlı bir melek duruyordu.

Gözkapaklarım benden bağımsız olarak hareket ederken elimle ağzımı kapattım. Siktir! Uyumuştum! Nasıl uyurdum ki? Daha az önce uyumam diye yeminler ediyordum!

Katzfiel'ın gözleri kısıldı ve burun delikleri hafifçe genişledi. Boğalarda gördüğüm kadarıyla bu bir sevgi gösterisi değildi. Harika. Soğuktan donarak değil de sevdiğim adamın ellerinden rüyamda ölecektim.

Derin bir nefes alarak dimdik durdum. Ona kendimi hatırlatmanın bir yolunu bulmalıydım. Tek eli ensesindeki kabzadaydı ama dudağının kenarında şeytani bir gülümseme belirirken elini kabzadan çekti ve bana doğru yürüdü. Devasa kanatlar ardında açılmıştı ve güneşi bloke ediyordu. Geriye çekilmedim ve kaçmadım. Gözlerimi gözlerine diktim. Sorgular gibi kafasını yana eğdi ve hafifçe bir nefes aldı.

Az önce o beni mi kokladı?

Havaya kalkmaya yeltenen tek kaşımı yerine indirdim ve dudaklarımı yalayarak ıslattım. Bakışları bir saliseliğine oraya kaydı ama gözleri hemen gözlerimi buldu. Hangi ara elini havaya kaldırıp hangi ara parmaklarını boğazıma doladığını bilmiyordum bile. Bildiğim tek şey nefes alamadığım ve başımın dönmeye başladığıydı. Beni tanıdığı için gülmemişti. Savaşçı olmamama, beni öldürmek için kılıca bile gereksinim duymayacağına güvenmişti.

"Katz-Katzfiel," demeyi başardım. Gözlerini kısıp yüzüme doğru eğildi.

"Yanlış yerdesin," diye tısladı suratıma doğru. Ama parmaklarını hafifçe gevşetmişti. Ona cevap verebilmem için yapmıştı bunu.

"Sen benim rüyamdasın," dedim hırıltılı bir sesle. Gözlerim yaşarıyordu.

Tek kaşı hafifçe havaya kalkarken araştırırcasına yüzümü inceledi. Keskin gözleri incelercesine etrafa baktı. "Bu bir rüya değil," dedi gözlerini benimkilere odakladığında. Parmaklarını tekrar sıkmaya başladığında son bir kez ona dokunmak istedim.

Gözlerimin önünde siyah noktalar uçarken elimi yavaşça havaya kaldırdım ve çenesinin kenarına dokundum. Göz ucuyla parmaklarımın ona zarar vermesini bekledi ama sadece hafifçe okşadım ve gözümün kenarından bir damla yaş aktı. Yanağımdan akan yaş eline değdiği anda asitle yanmış gibi geriye çekildi. Gözleri korkuyla büyümüştü.

Öksürüp nefesimi toplamaya çalışırken hiçbir şey yapmadan beni izledi. İşaret parmağını az önce yüzünde elimi gezdirdiğim yerde dolaştırdı. Alnında oluşan kırışıklıklar kafasının karıştığının kanıtıydı.

"Katzfiel," diye fısıldadım tekrar. Ellerimi çekinerek göğsüne dayadım ve yüzüne bakmak için başımı geriye attım. "Ben Angel."

"Angelica..."

Fısıltısı omurgamdan aşağıya titreşimler gönderirken kafamı salladım ve ellerimi yavaşça beline dolamaya çalıştım fakat irkildiğinde durdum. "Zitrivan Sante Kum," diye mırıldandım ve büyüyen gözlerinin yavaşça bulanıklaştığına şahit oldum.

"Angel," diyen sesi parçalanmış camlardan oluşan bir yatak gibi her bir noktama batıyordu. Az önce gözlerine baktığım adam, şu anda beni öpüyordu. Gözlerimi kapatıp kendimi hisse bıraktım. Dudaklarımda onun tuzlu gözyaşlarının tadını hissettiğimde ellerimi sıkıca beline doladım.

"Niçin ağlıyorsun?" diye mırıldandım.

Yüzünü boynumun kenarına dayadı. "Yüz yıllardır bu taraftayım, dokunmanın yarattığı hissin nasıl bir şey olduğunu unuttum." Geriye çekilip yüzüme baktı ve kalbimi dağladı. "Seni gördüğüm her seferde o kadar yoğun geliyor ki... İçimden bir şeyler taşıyor." Gözleri boynuma odaklandığında burun deliklerinin şiştiğini ve şakağının hafifçe attığını gördüm. "Bunu ben mi yaptım?" diye tısladı parmak uçlarını boğazıma sürterken.

"Önemli değil," diye geriledim.

"Ama neden?"

Başımı öne doğru eğip dikkatle gözlerine baktım. "Birlikte değiliz, hatırladın mı?" Bir işaret bekledim ve beklediğimi aldım. Gözlerinde bir ışık çaktı.

"Nerede olduğumu bilmiyorum Kat ama birisi Mickey'i kontrol ediyor."

Yüzünden geçen ifade, ömrüm boyunca unutmayacağım bir ifadeydi. Bu ifadeyle gökleri ikiye yarıp ağlatabilir, denizleri kaynatabilirdi.

"Neredesin?"

Kafamı iki yana salladım. "Bir evde. Eski, tahta, çevrede hiçbir şey yok. Bomboş, karla kaplı bir arazi."

Dişlerini birbirine kenetlerken kanatlarını etrafımıza bir koza gibi sarıp güneş ışıklarını kesti. "Başkası var mı? Asil var mı?"

Kafamı iki yana salladım. "Başını belaya sokma, lütfen."

Elleri yüzümün iki yanında şekillendi. "Senin için, Angel, varlıkları sona erecek,"

Kesik bir soluk aldığımda küf kokusunu aldım ve bir an sonra uyanmıştım. Hızla etrafıma bakındım ve Katzfiel'ı aradım. Gündoğumunun ilk ışıklarıyla aydınlanan odada Katzfiel'dan iz yoktu. Şiltede oturup derin derin soluklar alıp verdim ve ellerimden teki boğazıma doğru çıktı. Dokunduğumda canım acıyordu. Lanet olsun neredeyse öldürüyordu. Kat'in dediklerimi duymasını ummaktan başka çarem yoktu.

Mickey'nin korkuyla açılmış gözlerine baktım ve dondum. Silah çenesinin altına dayalıydı. Kafamı deli gibi iki yana salladım. "Hey, hey! Ne yapıyorsun? Dur! Yanına bile yaklaşmadım! Dur!"

"Ölüyordun," dedi düz bir sesle ama yüzünü sırılsıklam eden tere bakılırsa daha fazlasını hissediyordu. "Bunu hissettim. Orada canın çekiliyordu." Gözleriyle az önce başımı koyduğum yeri gösterdi ve bakışları boynumda sabitlendi. "Ne oldu?"

Ellerimi boynumun çevresine sararak varlığından emin olduğum morartıyı gizlemeye çalıştım ve kafamı iki yana salladım. Uzun süre öylece oturdum. Penceredeki aralıklardan dışarıyı izledim. Ayaklarımı iyice altıma alıp ısınmaya çalıştım. Bu sırada Mickey dışarı çıktı ama yerimden kıpırdamadım. Bir süre sonra döndü ve jelatinle kaplanmış bir sandviç ekmeğini önüme attı. Yemek istemiyordum. Özellikle içinde ne olduğunu bile bilmediğim bir şeyi ama neredeyse tam bir gündür, belki daha da uzun saatlerdir açtım. Saatler önce aynı şekilde attığı şişedeki sudan büyük birkaç yudum aldım ve guruldayan karnımın ısrarlarına dayanamayıp sandviçe yumuldum. İçinde ne olduğu, tadı artık umurumda bile değildi.

Bir çift botu bana doğru attığında tuvalet saatinin geldiğini anlayıp ayağa kalktım. Soğuktu ve ayaklarımı da sıcak tutamadığım için sürekli tuvaletim geliyordu. İşimi hallettikten sonra Mickey ayakkabıları geri alıyordu ancak halime acıdığından mıdır bilinmez bu kez ayaklarımda kalmasına izin verdi.

Yerime oturup dalgınca kafamın arkasındaki yumruyla oynadım.

Mickey aniden ayağa fırlayıp dimdik durduğunda irkilerek o tarafa baktım. Kaşlarını çatarak etrafı kolaçan ediyordu ki arkasında birisi belirip kafasına büyükçe, ağır bir nesneyi indiriverdi. Nefesim kesilerek yeni ziyaretçimize baktım. Ama siyah beresi ve siyah kabanından kim olduğunu seçmek çok zordu. Ayakkabılara şükrederek ayağa fırladım ve pencerelere koşup tahtaları sökmeye çalıştım. Mickey'nin her dışarı çıkışında biraz daha gevşettiğim için çok az bir kuvvetle iki tanesini çıkardım.

Arkamı dönüp baktığımda ziyaretçinin Mickey'nin ellerini arkadan bağladığını ve silahını da aldığını gördüm. Öfkeyle çürük sandalyelerden birisinin arkasını kavrayıp adama doğru yürüdüm, tam vuracağım sırada dönüp bana baktı.

"Angel!"

Nefesim kesildi ve sandalye ellerimden düştü. "Profesör Vincent! Aman Tanrım!" Koşup yaşlı adama sarıldım ve yutkunmaya çalıştım. Kan Ayinleri'ni anlattığı o günden beri onu görmemiştim. En son bir mektup bırakıp gitmişti. Endişeyle geri çekilip Mickey'e bir bakış attım.

"Gitmemiz lazım Angel."

"Onu burada bırakamayız," diye haykırdım. "Kendinde değil."

"Bu yüzden ellerini bağladım," dedi adam endişeyle. Bu korkak profesörün benim için geldiğine inanmam mümkün müydü? O da mı etki altındaydı? Geri çekilip gözlerine baktım. Hayır, kendisi gibi görünüyordu.

Ama ben kimdim ki bunu bilecektim? Vampir etkisine girenlerin uzmanı değildim sonuçta.

"Buraya gelip de onu bu halde bulurlarsa ölür. Gelmezlerse de soğuktan ölür. Onu burada bırakamam Profesör. Hem o sizin asistanınız! Arkadaşınız!"

Adam iç çekerek kabullendi. Mickey'nin ayaklarını tuttum, o da omuzlarını kavradı ve bir kızla bir yaşlıya göre gayet dengeli bir biçimde taşıdık. Evin arka tarafına park edilmiş siyah jipe doğru ilerledik. Arka kapıyı açmak için ayaklarını yere bıraktım ve Mickey'nin bedenini arka koltuğa yerleştirdik.

"Başka kimse yok mu?" diye sordum panikle.

Kafasını iki yana salladı. "Başında sadece Mickey duruyordu. Zavallı çocuk," dedi kafasını iki yana sallayarak.

"Bizi nasıl buldunuz?"

"Mickey'le görüşmeye devam ediyorduk, onu son aradığımda saçma sapan şeyler söyleyip kapattı. Bir daha da ulaşamadım. Bu tür durumlar için birbirimizin üzerine takip cihazları yerleştirmiştik." Yan gözle bana baktı. "Etki altına falan girersek diye."

Gözlerim kocaman kocaman olmuştu ve şaşkınca onu dinliyordum. "Onu nasıl düzelteceğiz?" diye mırıldandım Mickey'e endişeli bir bakış atarken.

Adam omzunu silkti, "Yapan ortadan kaldırıldığında... Ya da başka bir vampir yapmamasını telkin ettiğinde. İnan bilmiyorum."

"Profesör," dediğimde karla beyazlamış yoldan bakışlarını ayırıp bana baktı. "Biliyordunuz değil mi? Başından beri benim için geldiklerini..."

Önüne döndü ve dümdüz yola çıktığımızda buzlanma riskini önemsemeden hızını artırdı. "Biliyordum."

"Neden bir şey söylemediniz?"

Tek kaşını havaya kaldırarak konuştu. "Bütün sınıfa gösterdim ve sana söyledim. Mektup ve kitap bıraktım. Gerekenler yapıldı."

Kafamı sallayarak önüme döndüm. Nerede olduğumuzu, dolayısıyla nereye gittiğimizi bilmiyordum. Herhangi bir yerde, herhangi bir yönde olabilirdik. Profesör Vincent'ın dikkatle yolu izleyen yüzünü izledim. Her zaman burnunun ucunda asılı duran gözlüğü yoktu, saçları derli toplu görünüyordu ve kabanının içindeki takım dudak uçuklatıyordu.

"Okulun dışına çıkınca kendinize bakmışsınız," dedim şaka yapmaya çalışarak. Bana yandan bir bakış atarak gülümsedi. Şu çılgın halleri üzerinde yoktu.

"Sanırım." Sonra gözleri boynuma takıldı. Lanet olsun. Başımı önüme eğip gizlemeye çalıştım. "Ne oldu oraya?" diye bağırdı ve arka koltuğa baktı. "O mu yaptı bunu?"

Hırıltısı kulaklarımda çınladı ve bu yaşlı adamdan böyle bir tepki görmeyi beklemediğim için şüpheyle sindim. "Hayır."

"Kim yaptı bunu Angel?"

"Yeni bir şey değil," diye mırıldandım. Sıklaşan binaları izlemeye başladım. Şehrin diğer ucundaydık. "Burada ne yapıyoruz?"

"Onları yok edecek bir yol biliyorum," diye fısıldadı. Kafamı hızla çevirip ona baktım.

"Ne demek istiyorsun?"

"Bir kitap buldum Angel. Eski dilde yazılmış bir kitap. Bizi kurtaracak bir kitap."

Kalbim göğsümden çıkacak gibi gümbürdüyordu. "Profesör, Kat'e, yani koruyucu kılıca haber vermemiz gerekiyor. Telefonunuz var mı?"

Kafasını iki yana sallarken kaşları öfkeyle çatıldı. "Hayır, Angel. Buna başkalarını bulaştıramayız."

Kaşlarım havaya kalktı ama sustum ve arka koltuğa bir bakış attım. "Bu kadar uzun süre baygın kalması normal mi?" diye mırıldandım.

"Normal."

Ters yanıtına karşılık kaşlarımı çattım ve sesimi çıkarmadım. Ulusal Müze'nin önünde durduğumuzda merakla etrafa bakındım. Müze tadilattaydı.

"Buraya niçin geldik?"

"Müzenin bodrumunun altında geçitler var, mahzenlere iniyor. Eski inleri."

"Orada değiller mi?"

Kafasını iki yana salladı. "Bu şehirden çıkmalarının üzerinden yüzlerce yıl geçti. Oraya geri dönmediler."

Kafamı sallayıp arabadan indim ama kalbim gümbürdüyordu. "Bence Mickey için bir ambulans çağırmalıyız."

Arabanın kilidini açık bıraktı ve bana döndü. "Artık kendisi çıkabilir."

"Elleri bağlı!"

"Angelica! Yürümeye başla!"

Mickey'nin zorlukla söylediği kelimeler kulaklarımda yankılanıyordu: Kimseye güvenme! Ve ben ne yapıyordum? Profesörümle bir müzenin altına gidiyordum. Harika... Sadece, çok zekice. Aklımdan Kat'e seslenmeye çabaladım fakat yine şu garip sisle karşılaştım. Bu kez canımı yakmakta sakınca görmediğinde irkilerek geri çekildim. Müzenin içine girip arka tarafa yöneldik. Basamaklardan hızla inip birkaç tahta kapıyı geçtikten sonra Profesör çakmakla bir meşaleyi tutuşturdu ve karanlık boşluktan ibaret bir girişi kaplayan örümcek ağlarını yaktı. O önde ben arkada ilerlemeye başladık. Birkaç köşeyi dönerken tepelere asılı meşaleleri yakıyordu.

"Profesör?" Arkamızdan ses geldiğinde yerimden sıçradım ve kimin seslendiğine bakmak için döndüm. Sarışın bir adamdı ve seri adımlarla bize doğru geliyordu. Gerileyip sırtımı duvara verdim ve dövüşmeye hazır bir halde bekledim. Eğlenen bakışlarını üzerimde gezdirdikten sonra Bay Vincent'a baktı. "Geliyorlar, bu taraftan."

"Gelen kim?" Bir ona bir diğerine baktım.

Profesör bana bakarak en sonunda gülümsedi. "Karan da tıpkı Mickey gibi. Vampirleri biliyor ve bize yardım ediyor. Onun gibi olanlar geliyor."

Adamı dikkatle inceledim. Bu iş hiç hoşuma gitmiyordu. Dişlerimi birbirine kenetledim ve ilerlemeye devam ettim ama adımlarım geri geri gidiyordu. Bu iş kokuyordu! Kötü kokuyordu! Ama biliyordum, o evde kalmaktansa eski inlerinde olmak daha iyiydi. Çünkü burada Kat beni bulabilirdi.

Kafamı kaldırıp tavandaki gravürlere baktım. Hassiktir. Müzenin altı içinden daha seyirlikti. İleride, yerde karartılar ve parçalar vardı. Yaklaştıkça ateşin, üzerinde yansımalara sebep olduğunu fark ettim. Cam parçaları! Yanından geçerken ayağımı özellikle bir çıkıntıya takıp yere yapıştım.

Camlardan birisi dizimi çizdi ama önemli değildi. Karan beni ayağa kaldırırken çoktan bir parçayı avucuma almıştım ve ilerlerken kazağımın kolundan içeri soktum. Sivri ucunu bileğimin hemen kenarında hissedebiliyordum. Kimseye güvenme. Kimseye güvenme. İnanana kadar bu mantrayı zihnimde tekrarladım.

Büyük bir girişten içeriye girmeden önce iki yanındaki meşaleleri yaktı ve birlikte içeri girdik. Profesör elindeki meşaleyi salonun kenarına attığında, salonun bütün kenarlarını çevreleyen minik havuza benzer şey tutuşmaya başladı. Odanın köşeleri bir kandil görevi görüyordu, böylece ateş ilerleyip odanın çevresini sardıkça devasa mekan aydınlanıyordu. Taştan bir kürsü tam karşımızda duruyordu ve salonun ortasında bir sunak vardı.

Kürsüye çıkan basamaklar sonsuzluk kadardı. Profesör elimi tutup beni yukarı doğru çekmeye başladığında onunla birlikte ilerledin. Sunağın yanından geçip basamaklara doğru ilerledik ve hızla çıkarak en tepedeki kürsüye ulaşmaya çalıştık. Niçin acele ediyorduk ki? Ah doğru... Hava kararmıştı. Sokaklar feci şeylerle dolacaktı.

En tepeye ulaştığımızda dişlerimi sıkarak kürsünün üzerindeki açık, sayfaları sapsarı kitaba gözlerimi diktim. Garip bir dilde yazılmıştı ve üzerinde resimler, çizimler yer alıyordu. Kalbim bir ritmini kaçırdı. Bu Kat'e de zarar verecek miydi? Yutkunarak aşağıya baktığımda birkaç adam ve kadının dizilmeye başladığını gördüm.

Sakin ve sessizce giriyor sunağın orasına burasına diziliyorlardı. Profesör eğilip kulağıma fısıldadı. İşaret parmağı odanın uzak ucundaki direği ve ona zincirlerle bağlı birisini işaret etti. Kafasında siyah bir çuval vardı.

"Liderlerini yakaladık," diye fısıldadı. "Bu onu yok edecek."

Kafamı sallayarak onayladım ve bağlı adama baktım. Gözlerimi iyice kısıp karanlığa alışmasını bekledim ve derin bir nefes alarak odaklandım. Kafamdaki çarklar dönmeye başladı.

Profesör elini kitabın ortasındaki bir satıra bastırıp okumaya başladı. Sol sayfanın başında duruyordu, ben de sağ tarafında durdum.

Başımı eğip baktım. Profesörün sesi geniş alanda yankılanıyordu. Ne sayfada yazanlardan ne de onun söylediklerinden tek kelime bile anlamıyordum ama resimler oldukça aydınlatıcıydı. Dişlerimi sıkarak yanımda duran adama bakmamaya çalıştım. Profesörün son söylediğini anladım. Bu bana verdiği kitaptaki dildeydi.

"Bakirenin lanetiyle başlamış olan, bakirenin isteğiyle sona erer."

Zincir şıkırtılarını duyunca o tarafa baktım ve adamın ellerinin ucundan süzülüp yerde birikinti oluşturmuş kana baktım. Ayak bileklerinden boynuna kadar zincirle bağlanmıştı ve açmaya çalışıyordu. Zincirleri, kendini parçalamak pahasına çözmeye çalışıyor, boğazının gerisinden ölümcül hırıltılar çıkarıyordu.

Ve ben... Bu sesi nerede duysam tanırdım!

"Senin sıran Angel," dedi Profesör. Ve o an adamın yüzüne, duruşuna baktım. Gözlüksüz, derli toplu, tertemiz takım elbiseli... Dimdik duruyordu. O deli profesör değildi... Dubrery Vincent değildi. Mickey'i de böyle ele geçirmişti! Güneş altında yürüyen bir diğer vampir yanımda duran adamdan başkası değildi!

Kat'in bahsettiği Bau oydu. Bunca zaman Mickey'nin yanında olmuş, onun en güvendiği insanlardan birisi haline gelmişti. Beni en başından bilgilendiren, öğrenmem için kitap bırakan oydu... Ama neden?

Parmağıyla sol sayfadaki resmin altında yer alan yazıyı gösterdiğinde gözlerimde korku belirmesine izin vermeden başımı eğdim. Resimde bir bedenden çıkmış bir meleğin resmi vardı, geride kalan bedeni koza gibi bırakıvermişti.

"Ezberle," dedi emredercesine. Gösterdiği yazıya baktım ve aklımdan birkaç kez tekrar ettim. Göz ucuyla kendi önümdeki sayfaya baktım bir kez daha. Adamın arkasındaki kanatları süzdüm. Kürsünün arkasında dimdik durup tekrar zincirlerle bağlı adama baktım. İşte oradaydı, kolunun kenarında siyah bir leke... Bir dövmenin parçası...

Profesör yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başladığında beni de kolumdan tutarak peşinden sürükledi ve sunağın yanında bekleyenleri geçip döndü. Diğerleriyle birlikte beni izlemeye başladı. Yüzlerinde sinsi sırıtışlardan beklentili ifadelere kadar her şey vardı.

Gözlerimi Profesör'ün yüzünden ayırmadım. Birkaç adım gerilemiştim ki Profesör, Bau, karşımda belirdi. Kafamı az önce durduğu yere çevirdim ve ben ona geri dönene kadar etrafımızda büyük bir esinti oldu. Karan dediği sarışın pislik beni sunağın üzerine yatırmıştı. Çığlık atıp çırpınmaya başladım. Bu sırada bir başkası ayak bileklerimi bağlıyordu. Tekme atmaya çalıştığımda o kadar sıkı tuttu ki acıdan bayılacaktım.

Karan sol bileğimi bağlamaya çalışırken diğerine sakladığım cam parçası geldi aklıma. Çenemi havaya diktim ve kolumu gerip hızla iterek bileğimde tuttuğum camı gözüne sapladım. Karan çığlık atarken oturmaya çalıştım ama elinin tersiyle suratıma indirdiği darbe beni sırtüstü sunağa düşürdü. Elmacık kemiğimden gelen çatırtıyla birlikte acıyla bağırdım. Gözlerimden yaşlar akarken çırpınıyor, birisinin ısıracak bir yerini, vuracak bir şeyleri arıyordum.

Öfkeli gözlerimi Profesör'ün yüzüne diktim. "Bana yardım ettin sen!" diye tısladım.

Adam kendini beğenmişçe sırıtırken ayakucumda durdu. "Yoksa ne zevki kalacaktı ki? Av kaçmayınca ne tadı olur?" Omzunu silkti umursamazca.

Ben sadece oyundum. Gözlerimi arkadaki zincirli adama diktim ve boğazımdaki yumruyu yutmaya çalıştım.

Profesör de omzunun üzerinden baktı ve yeni hatırlamış gibi, "Ah, dostumuzu unuttuk," dedi.

Zincirli adamın kafasındaki siyah çuvalı çıkardığında altında beliren Kat'in yüzüne baktım ve çığlık atmak istedim. Ağzının çevresine de bedenine sardığı zincirleri dolamışlardı. Gözleri beni bulduğunda delirmiş gibi baktı ve ileriye doğru atılmaya çalışarak zincirin bedenini kesmesine sebep oldu.

"Yapma!" diye bağırdım. "Kes şunu, lütfen. Lütfen, lütfen. Kendine zarar veriyorsun, yapma!"

Bedeninin kenarından kanlar süzülüp ayakucunda birikiyordu. Profesör, Bau, kafasını yana eğerek ona baktı. "Bu zincirler yaratıcının kanıyla, kutsal kanla yıkandı. Benim kanımla!"

Kat tehditkar bir ifadeyle ona döndü ve hırladı. Adam gülerek geriye çekildi ve bana doğru yürüdü. Kat'i vampire dönüştüren, kız kardeşini, annesini öldüren bu pislikten başkası değildi.

"Sebep hiçbir zaman için sen olmadın Angel." Omzunu silkti. "Güneş altında on üç yıl yaşamamak bizim için hiçbir şey. Bu hakkımızdan feragat edebilirdik. Ama peşimizdeki iblisten kurtulmak..." Tek kaşını havaya kaldırdı ve bir kahkaha patlattı. "Binlerce yıldır bizi avlayan avcıyı sadece bir insan kızını yakalayarak ayağımıza getirdik."

Çenesini havaya dikerek gururla durdu, diğerleri gülüyordu.

Gözlerimi Kat'e çevirdim. Hala bağlarından kurtulmaya çalışıyor, kendini paralıyordu. Benim için kendini onlara teslim etmişti. Kavgasız, dövüşsüz, savaşmadan, öylece... Kız kardeşine yaptıkları gibi bana yaptıklarını da izletiyorlardı. Ama bu kez bir insan değildi.

Kat'in gözlerine dolmaya başlayan ve yanaklarından düşen yaşlar kalbimi yakıp geçti. Yüzümdeki zonklayan acıdan bin kat daha fazla acıdı. Bağırıyor, zincirin ardından bir şeyler söylüyordu.

Bau başucumda durdu ve bıçağı boğazıma dayadı. "Kelimeleri söyle Angel. Ve onu öldürmeyelim."

Kat'in gözleri deli gibi dönüyor, onlara inanmamamı öğütlüyordu ama buna ihtiyacım yoktu. O kitapta gerekeni görmüştüm. Zincirleri çatırdamaya başladığında sunağın kenarındakilerden birkaçı geriledi, geri kalanlarsa dehşet ve kan arzusuyla gözlerini bana çevirdi. Kaçmaya çalışan vampirleri Bau emirler vererek yerlerinde tutuyordu.

"Kelimeler, Angel! Zeki olduğunu biliyorum! Kelimeler hala lanet olası kafanda!"

Dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Kelimeleri söyle!" diyerek bıçağı sol koluma batırdı ve boğazımdan çıkan yabancı çığlığın bana ait olduğunu çok sonra fark ettim.

"Söyle!"

Yüzümde acımasız bir sırıtış belirdi ve içimden dua ederken ciğerlerim yettiğince bağırdım.

"Kriziante, Katzfiel!"

Kitabın sol tarafındaki değil, sağ tarafındaki kelimeleri söylemiştim. Ve anlamı- Seni çağırıyorum, Katzfiel! - idi.

Zincirler yere düştüğünde odada bir anlık sessizlik oldu ve birisi tısladı.

"O zincirler kutsal kanla yıkanmıştı," diye bağırdı birisi.

Bau bıçağı kolumdan çekerken hırladı, "Ona kutsal işlemiyor." Başını eğip bana baktı. "Artık o kutsal!"

Kat salona doğru bir adım attı ve ardından... Arkasından bugüne kadar dünya üzerinde gördüğüm en güzel şey belirdi; bembeyaz, devasa kanatlar!

Bau kollarını geriye doğru atıp, "Seni küçük fahişe!" diye bağırırken darbeyi bekledim. Hareket edemiyordum. Tam bıçak iki kaşımın ortasına ineceği anda karşımda beliren devasa beyaz kanatlara baktım. Bau kürsüye doğru kaçmıştı.

Kat kıstığı gözlerinin ardından yüzümü incelerken yanından geçen bir vampirin göğsünden içeri elini sokuverdi ve çıkardığı kalbi fırlatıp attı. Yavaş adımlarla yanıma yanaştı. Lanet olsun! Lanet, lanet, lanet! Buradan çıkmam gerekiyordu.

Kanlı elini çeneme dayadı, "Seni tanıyorum," diye fısıldadı. "Korkma."

"Dikkat et," diye bağırdım ve arkasından gelen vampirlere karşı onu uyardım. Bau kaçmamaları için bağırıyordu.

"Bugün onu yok etmezseniz, hepiniz yok olacaksınız! O artık yalnızca bir avcı değil!"

"Altıncı cennetin prensi! Koruyucu kılıcı!"

Ellerimi çekiştirip serbest bırakmaya çalıştım ama başaramadım. Kat sırtından çıkardığı kılıcıyla kendi etrafında dönüyor, her yana kan sıçratıyordu. Kafalar ve çeşitli uzuvlar havada uçuşuyordu. Sadece Asiller yoktu. Kuytu köşelere saklanmışlar da çıkıyordu. Kat kendi etrafında dönüp kılıcını bileğime doğru indirdi.

Korkuyla bağırdım ama kılıç sadece bağı kesti ve etime gelir gelmez durdu. Sunağın etrafında dönüp duruyor, kimsenin bana yaklaşmasına izin vermiyordu. Bileğimdeki bağı kesmek için döndüğü o saliselik zamanda koluna derin bir yarık almıştı. Ama kuruyan kan lekesinden başka bir şey kalmadı.

Diğer bileğimdeki deri kayışı da çözdüm ve oturup ayak bileklerime uzandım. Tek gözünden kanlar akan Karan'ın şişmiş burun delikleri, kararlı adımlarıyla bana doğru yanaştığını gördüğümde ellerim panikle birbirine karıştı. Kat diğer tarafa bakarken Karan kafamın arkasına vurdu ve elinin tek darbesiyle beni sunağın mermerine çarptı. Kafamı çarptığım yerden sıcak bir şey ensemden sırtıma doğru akmaya başladı. Karan elindeki kılıcın keskin ucunu Kat'in göğsüne sapladı ve diğer tarafından kanlı ucunu çıkardı.

Nefesim kesildi. Nefes alamıyordum, düşünemiyordum, bağıramıyordum, ağlayamıyordum. "K-Kat..." Dilim sürçüyordu. Kalbim göğüs kafesimden sökülmüş gibi hissediyordum. Ellerimi yerde gezdirip bir bıçak buldum ve bir amazon gibi çığlık atıp Karan'ın üzerine atladım. Beni üzerinden atamadan bıçağı gırtlağına sapladım.

Kat kılıcın kabzasını tutup göğsünden çekip çıkardı ve arkasını dönüp Karan'a azarlar gibi bir bakış attı.

"İşte şimdi bu hiç olmadı," diye hırladı. Kılıcı yere atıp kendi kılıcına farklı bir dilde bir şeyler fısıldadı ve kılıcın üzerinde şimşekler çakmaya başladı. Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi büyürken geriledim ve Kat kılıcı Karan'ın göğsünden içeri sapladı. Adamın mavi gözleri yavaşça kurumaya, bedeni suyu çekilmiş pörsük meyveler gibi görünmeye başladı.

"Bu sadece efsaneydi," diyen kadın vampir şoka girerek dondu.

Kat ona doğru yürüyüp kafasını yana eğdi ve mırıldandı. "Efsaneler gizlenmek istenen gerçeklerin gölgeleridir." Ve ardından kılıcıyla kafasını bedeninden ayırdı.

Tekrar tekrar yutkunarak yuvarlanan kafaya bakmamaya çalıştım. Kafamın arkasından ve yüzümden akan kan, halsizleşmeme ve sersemleşmeme sebep oluyordu. Tökezleyerek yürümeye çalıştım ve kanatlara doğru ilerledim. Gözümün önünde noktalar uçuyordu ama tek önemli olan şey kanatlardı.

Kat'in karşısında iki kişi kalmıştı. Birisi Bau'ydu, diğeri de devasa bir erkek vampirdi. Adını bilmiyordum fakat kolları belim kadardı.

"Phaldor'un kahinini getirdiğin gün seni öldürmeliydim!" diye tısladı Bau.

Sanki kafatasımın içinde bir şeyler hareket ediyordu. Sızlanmamaya çalışarak ellerimi şakaklarıma dayadım. Tıkalı kulakların pop diye açılmasına benzer bir şekilde zihnimin açıldığını ve o sis perdesinin gerilediğini hissettim. Kat'in zihnimdeki varlığını, ağırlığını hissedebiliyordum. Geri dönmüştü. Beni duyabiliyordu artık.

Bau geriledi. "Sana ne söyledi? Ne vaat etti?"

Kat başını öne doğru eğip hırladı.

"Kızı mı? Tamam, kızı al."

Phaldor kahini, Kat'in getirdiği son bakireydi... Ona benden bahseden ve bunun için ona sonsuza kadar minnettar olacağım kız...

Kat, onlarla dövüşürken omurgamdan girip karnımın sağ tarafından çıkan bir acı hissettim. Başımı eğip aşağıya baktığımda bıçağın karaciğerimin olduğu yerden çıkan kıpkırmızı ucunu görebiliyordum. Arkamdaki tel kolu kesilmiş çocuk vampir bıçağı yukarı doğru çekmeye çalışırken yeri sarsan bir haykırış koptu.

Dizlerimin üzerine düşerken deprem olduğunu düşündüm.

Ardından Kat'in bağırdığını gördüm.

Ve sonra yeryüzünde bugüne kadar var olmuş tüm dehşeti onlara yaşatırken bembeyaz kanatlarıyla birlikte zihnimi de kırmızıya boyadı.

Kıpkırmızıya.

Kurban: 13. BakireNơi câu chuyện tồn tại. Hãy khám phá bây giờ