BÖLÜM 15 - KEŞİFLER

58.4K 3K 144
                                    

BÖLÜM 15

KEŞİFLER


Vay. Canına!

Söyleyebileceğim başka bir şey yoktu veya şu anda aklıma gelmiyordu. Vay canına! Kat’in evinin altındaki bodrum bir dövüş salonuydu.

Yok, yok, sanki böyle söyleyince olmuyordu. Kat’in evinin altındaki dövüş salonu bir zamanlar bodrummuş. Böyle daha mı iyiydi? Bilmiyorum. Çevreme baktım. Siyah minderler her yerdeydi. Yerlerde, aynaların olmadığı duvar kısmında, kapıda. Uzun sopalar, metal aletler, sivri çivilerle bezeli toplar. Bir… Gürz? Kılıçlar, bıçaklar, hedef tahtaları, kum torbaları, insan şeklinde mankenler…

Jess’in soluğunu tutması ona bakmama sebep oldu. Charlie de peşinden girmiş bıyık altından bize gülümsüyordu. Kat ayakkabılarını çıkardı ve minderin üstündeki daha yumuşak görünümlü siyah ayakkabıları giydi. Yanında aynı ayakkabıların daha ufak versiyonları da vardı. Ayakkabılarımı ayağımdan çıkardım ve bu sırada oradaki ayakkabıları çevirip baktım. İçimde derin bir kuşku vardı. Otuz yedi numaraydı. Charlie ufak tefekti ama o kadar da değildi. Neredeyse Jess’le aynı boydaydı. Onu ufak tefek gösteren Kat’in yanında durmasıydı. Her neyse, dikkatimi elimdeki ayakkabıya dönmeye zorladım. Bu benim ayak numaramdı ve ayakkabılar daha önce giyilmiş gibi durmuyordu.

İçimde bir şeyler kaynamaya başladı. Alışkın olmadığım bir şey. Öfke? Belki. Elimde ayakkabılarla yerden yavaşça doğruldum. Kafamı sakince kaldırıp tam önümde zebani gibi dikilen herife baktım. Kollarını göğsünde bağlamış, ihtiyatlı bakışlarını üzerimde gezdiriyordu. Kolları hala boştu, dövmeleri geri gelmemişti. Gerildim ve ayakkabıyı kafasına fırlattım. “Bunu ne zamandır planlıyorsun?” Kenara çekildiği için isabet etmedi. “Cevap ver bana!”

Diğerini de fırlattım ama eğilip kurtuldu. “Sakin ol.”

“Bana sakin ol deme! Başından beri bunları mı planlıyordun? Bu izbe çukuruna gireceğimden bu kadar emin miydin?” Öfkeyle soluk alıp verirken göğsüm şişip iniyordu. Jess ve Charlie’nin oldukları yerde durduklarının farkındaydım. Ama öfkemi bastıramıyordum. Bana göre ayakkabılar, odasından benim için bulduğu eşofmanlar! 

“Ben seni birkaç gündür takip etmiyorum-”

“Sekiz aydır,” diye tamamladım cümlesini.

Gözlerini kıstı ve çenesini hafifçe kenara doğru kaydırdı. “Evet.”

“Buraya geleceğimden, öğrenmek isteyeceğimden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

Dişlerini sıkmaktan şakağındaki damar zonklamaya başlamıştı. Ama sükunetini koruyormuş gibi görünüyordu. “İlk defa bir bakireyi bu kadar erken buldum,” dedi dişlerinin arasından. Sonraki sözlerini söylerken bakışlarında bir meydan okuma, tonunda bir tehdit kokusu vardı. “Ve o ister istesin, isterse karşı çıksın umurumda olmayacak. Onu kurtaracağım.”

“Bana sormadan-”

“Kimse sana bir boku sormayacak. Ne olduğunu sanıyorsun? Arkadaşlarınla çay partisi verdiğini falan mı? Gözlerini aç. Çevrene bir bak! Nerelere girdiğine, kimlerle durduğuna bir bak!”

Alt dudağımı dişleyerek duraksadım. Kat uzun sopaların olduğu kısma doğru yürürken zihnimde sessini duydum,

-Siktiğimin ayakkabıları giy hemen.

Burnumdan soluyarak dediğini yaptım. Charlie Jess’in kolunu tutmuş, onu rahatça izleyebilecekleri bir kenara doğru götürüyordu.

Kat iki uzun sopayı omuzlarına dayadı ve somurtkan suratıma baktı. Yüzünde alaycı bir ifade vardı. “Bu öğrendiklerin seni Buffy yapmayacak. Sana bunları bir vampir avcısı olman için öğretmiyorum.” Öne doğru eğildi, “Kendini savunmasız hissedip, kurbanlıklar gibi korkmanı istemiyorum. Her zaman kurtulmayı düşüneceksin.”

“Avlayacağız demiştin. Birlikte!”

Bıkkınlıkla tavana baktı. “Seni onları parçalaman için atmayacağım, sorduğun buysa. Yem olacaksın.”

Kaşlarımın gözlerimi gölgelediğinin farkındaydım. “Beni öldürmek isteyenleri öldürmek istiyorum.”

Dudağını büktü. “Sen katil değilsin.”

Omzumu silkerek tırnaklarımı inceledim. Hırladığını duyduğuma yemin edebilirdim.

“Önce ısınacaksın.”

Kollarımı açıp kapattım ve bacaklarımı esnettim. “Isındım.”

“Sen buna ısınma mı diyorsun?”

“Yanıyorum.”

“Ellerini arkanda birleştir.” Ellerimi belimde birleştirdim. Elindeki uzun sopalardan birisini bacaklarımın arasına soktu ve ayak bileklerime vurdu. “Bacaklarını aç.” İtaat ettim. “Aç, aç, aç, aç, aç, şimdi öne doğru eğil.”

Yüzümün üzerine yere yapışırken o hiç şaşırmış görünmüyordu.

“Kural bir, söylediğim her şeyi yapma. Yoksa aptal durumuna düşersin.”

Dişlerimi sıkarak ayağa kalktım, “Piç,”

Sopayla baldırlarımın arkasına vurdu. Sertçe. Sopayı yukarıya doğru kaydırdı ve popomun üzerinde durdu. Sonra yine vurdu. Daha da sert bir şekilde. Ciyaklamadan yerimde kaldım. “Koş.”

İşte bu bana göreydi. Koşmaya başladım. Ona ulaştığımda bir tur daha, dedi. Koştum, koştum, koştum. Bacaklarım acıyordu, kaslarım özgürlüğün sancısıyla kasılıyordu. Tokam bir yerde kafamdan fırlayıp uçmuştu. Saçlarım arkamda dalgalanıyordu. Daha hızlı koştum, daha da hızlı. Tüm bunları kafamda gerilere attım. Kat salonun ortasında oturmuş, benim turlayışımı izliyordu. Tam bir buçuk saat boyunca koştum. 

Dur, dediğinde bacaklarım öylesine titriyordu ki yere oturmadım, çöktüm. Ama umurumda bile değildi. Bu hissi çok seviyordum. Kaslarım yanıyordu. Kat’in burnu tepemde belirdi. Hafifçe gülümsedi. “Yoruldun mu?”

Şiddetle kalkıp inen göğsüm yüzünden konuşamıyordum. Soluk soluğa idim. Kafamı sallayarak onu onayladım.

“Güzel.” Şeytani bir ifadeyle sırıttı. “Daha yapacak çok işin var, kaldır o kıçını.”

Bacaklarımın titremesine aldırmadan ayağa kalktım ve dudaklarımı ıslatmaya çalışarak karşısında durdum. Elindeki uzun sopalardan birisini bana attı, havada yakaladım.

“Bugünkü görevin bana vurmak.”

Tek kaşım havaya kalktı. “Vurmak derken?”

Sopasıyla elimdeki uzun sopayı işaret etti. “O sopayı bana değdirmeye çalışacaksın.”

“Zitrivan sante kum ne demek?”

Dudağının sol kenarı vahşi bir şekilde kenara büküldü. Ve hamlelerini bağırarak bana vurmaya başladı. “Sağ, sağ, sol, arka, aşağı, yukarı, sol, sol, sol.”

Hamlelerini bağırdığı halde birisini bile engelleyemedim. Kıçımın üzerine düştüğümde ona baktım. “Senin bunları yemememi sağlaman gerekmiyor mu?”

“Dayak yemeden onu önlemeyi de öğrenemezsin. Ne oldu prenses? İncilerin mi dökülüyor?” Öfkeli gözleri sözden anlamaz gibiydi. Siyah eşofman altı, siyah tişörtü ve dalgalı siyah saçlarıyla en az rüyalarımdaki adam kadar ürkütücü ve yenilmez görünüyordu. Kendime tekrar hatırlattım. Bunu benim için yapıyor.

Yere düşen sopamı aldım. 

“Sol üst.”

Sopamı kaldırarak sol tarafımdan gelen darbeyi engelledim.

“Sol alt.”

Sopamı aşağıya doğru indirdim. 

“Bu ne boka yarayacak?”

“Sağ alt.”

Kalçamın sağ tarafına sertçe vurdu. “Ah! Lanet olsun bu çok acıdı.”

“Sağ alt.”

Aynı yere bir kez daha vurdu, hem de hiç acımadan. “Dursana.” Tek elimle kalçamı okşarken yüzündeki ifadeden durmaya hiç niyeti olmadığını anladım.

“Sağ alt.”

Diğer elimdeki sopayla onu durdurdum ve elimi çevirip ona vurmaya çalıştım. Sopasıyla sopamı çevirirken kaşlarını bir milim havaya kaldırdı. Dikkatli bakmasam göremezdim bile. Saldırmamı bekliyordu!

Kalçasının sağ tarafına vurmak için hamle yaptım ama hemen durdurdu, “Sol üst,” diye bağırdı. Ahhh! İşte bu çok acıtmıştı. Saldırırken savunmayı unutmuştum. Ona vurmaya çalışırken tekrar şansımı denedim.

“Bu ne boka yarayacak?”

“Sağ alt.” Onu durdurdum. “Reflekslerini kuvvetlendirecek.” Kafasını yana eğerken alayla gözlerini büyüttü. “Bilirsin, vampirler hızlıdır.”

Suratının ortasında bir tane vurmak için ellerimi havaya kaldırdım ama karnıma vurdu. İnleyerek yere yığıldım. Sopasının ucunu boynuma dayadı. Jess’in, durmasını söyleyen sesini duyabiliyordum ama her şey uğultudan ibaretti. “Ayağa kalk hemen.”

Göz ucuyla Charlie’nin Jess’i tuttuğunu gördüm. Kıvranıyor, tırnaklıyordu ama Charlie onu bırakmıyordu.

Sopayı sertçe boynumun kenarı dayadı. “Ayağa kalk.”

Gözlerimi kaldırıp ona baktım. İnsani duygu, vicdan namına bir şey yoktu suratında. Karnımı tutarak ayağa kalktım. Yerdeki sopamı alıp attı ve yakaladım. Kafasını yana eğdi.

“Onu yakaladığına göre karnın sızlandığın kadar acıyor olamaz.”

Haklıydı. O kadar da acımıyordu ama bir saattir sopayla dayak yiyordum. Bitemez miydi? Kendime gelmek için kafamı iki yana salladım. Saçlarım açık olduğu için ensemden akan ter sırtımı vıcık vıcık bırakmıştı. Alnımdan akan ter de gözlerime damlıyordu. Bağırarak ona saldırdım. Seri bir şekilde darbeler yaptığım için vurmaya vakti olmuyordu. Aslında vurabilirdi. Hızını hesaba katarsak tabii. Ama vurmuyordu işte. Hıncımı almama, öfkemi ondan çıkarmama izin veriyordu. 

Dakikalarca o sopayı savurdum ve bir kez bile ona vuramadım. Bacağıma vurduğunda acıyla inledim.

“Hamleni bağırmadın,” diye tısladım.

“Kural iki, hayat adil değil. Sen de olmayacaksın. Bu bir spor aktivitesi değil, ne bulursan savaşacaksın. Elinde ne varsa kullanacaksın.”

Sopayı orta kısmından iki elimle tuttum ve iki ucuyla birden vurmaya çalıştım. Her seferinde devre dışı bıraktı. 

Nefesi kesilmiyordu, benim gibi susuzluktan geberir gibi bir hali yoktu. Belki yarı insandı ama lanet olası diğer yarısı da vampirdi. 

“Susadın mı?” diye sordu. Bir şey söylemek istemiyordum. Onu da vermeyecekti. Omzumu silktim. Salonun kenarına ilerleyerek renkli bir sıvıyı bana attı. Enerji içeceğiydi. Yuvarlanıp ayaklarımın ucunda durdu. Ardından bir şişe de su yolladı. Temkinli bakışlarımı üzerinde tutarak eğildim ve şişeyi yerden aldım. Suyu içerken tek gözüm hep onun üzerindeydi ve sopamı da vücudumun bir parçasıymış gibi bırakmıyordum. 

“Bugün burada kalacaksın. Yurt odanın çok yakınına geliyorlar. Mecbur kalmadıkça oraya gitmeyeceğiz.”

“Dersler-”

“Sabahları birlikte derslere gideceğiz.”

“Jess-”

“O da burada kalacak.”

“Senin evinde kalmayacağım,” dedi oturduğu yerden.

Kat başını çevirip ona baktı. “O zaman Angel ve sen ayrı ayrı kalacaksınız. Senin olmaman daha çok hoşuma gider.”

Jessie uçuk pembeye boyadığı dudaklarını büktü. “Bir gün burada, iki gün orada kalacağız.”

Kat bir kez başını eğdi, “Kabul.”

“Kan için mi?” derken sudan bir yudum daha aldım.

Bana baktığında bakışları boştu, “Kan için.”

Kafamı sallayarak şişenin kapağını kapatıp kenara attım.

“İstersen bugünlük bitirebiliriz,” dedi.

Salonun ortasına doğru yürüyüp başımı yana eğerek onu süzdüm. “Zitrivan sante kum ne demek?”

Vahşi bir hayvan gibi sırıttı ve ardından ben sopamı havaya kaldırırken tekrar saldırdı.


***

Rüya gördüğümü biliyordum. Kale benzeri bir yapının içinde koşuyordum. Ne şaşırtıcı. Eh, en azından çölde değildim. Ya da karanlıkta. Kat’in geleceğini biliyordum. Çünkü duş aldıktan sonra gelip yanıma yatmıştı. Bunu hatırlıyordum.

Ama görünürde ne Kat vardı, ne de Asiller’in aşırı beyaz vücut parçaları…

Meşalelerle aydınlatılmış koridorlardan koşarak ilerledim. Devasa kapılara yaklaşmadım bile. Merdivenlerden aşağı, aşağı, aşağı iniyordum. Sesler geliyordu. Kahkaha sesleri. 

Merdivenler beni bir zindana çıkardı. Gözlerim karanlığa alışınca çevreme bakındım ve midem tepetaklak oldu. Elleri ve ayaklarından duvara sabitlenmiş çıplak kadın ve erkek bedenleri bulunuyordu. Bedenleri çamur, idrar ve kanla kaplıydı. Kahkaha atan iki adam bir kadının kanını içiyor, bir diğer kadına tecavüz ediyorlardı. Kadınlar transa girmiş gibi uyuşmuşlardı. Sanki çığlık atmamaları onları tatmin etmiyormuş gibi üzerlerindeki büyülerini kaldırdılar. Kadınlar olayın farkına varınca çığlık atıp ağlamaya, zincirleriyle savaşmaya, öldürün diye yalvarmaya başladılar. 

Ellerim titriyordu. Geri geri ilerlemeye çalışırken arkama bir bakış attım ve boş olduğunu gördüm. Önüme döndüğümde odadaki bütün zincirli adam ve kadınların başlarını kaldırıp bana baktıklarını fark ettim. Korkuyla kafamı iki yana salladım. Bana bakmayın, demek istiyordum, size yardım edemem. 

Bir anda kadınların yanındaki vampirler kayboldu. Merdivenlerden adım sesleri gelmeye başlayınca kaçıp bir kolonun arkasına saklandım. Siyah pelerinli ve başlıklı bir adam zindana girdi. Kadınlara doğru yürürken ellerini kasıp açıyordu. Rengi kağıt gibi bembeyaz olan kadına doğru yaklaştı ve… Ve onun boynunu kırıverdi! Sesim boğazımda düğümlendi. Ardından tecavüz edilen kadının yanına gitti, adamın yüzünü göremiyordum. Hiçbirisinin yüzünü görememiştim. O kadının da yüzünü ellerinin arasına aldı, kafasını yana eğdi ve boynunu kırdı. Kadınların bedeni oldukları gibi kalıverdi. 

Alt dudağım istemsizce titriyor, kalbim kasılıyordu. Hadi Kat! Hadi! Soluğum kesilirken kolonun arkasından çıkıp ortaya atıldım. Zincirli insanları tek tek geziyor, kağıt gibi bembeyaz olanları öldürüyordu.

“Kes şunu!” diye çığlık attım ama beni duyuyormuş gibi görünmüyordu. Ona doğru yaklaştım ve vurmaya çalıştım ama elim içinden geçip gitti. Gözyaşları gözlerimden damlıyordu. İçim acıyordu. “Kes şunu!” 

Çığlığım boğazımı acıttı.

Arkamda bir pelerinli belirdi ve onu umursamadım zaten ne sesimi duyurabiliyor, ne de dokunabiliyordum. Pelerinlinin beyaz eli uzanmaya başladı. Sanırım diğerine dokunacaktı. Aralarından çekildim ama eli bana doğru döndü. Başımı kaldırıp ona baktım ve dudaklarını gördüm. İğrenç, morumsu dudaklarını! 

“Ona mı güveniyorsun?” diye tısladı ve ardından berbat bir kahkaha attı. İnce parmağını uzattığı yere baktım. Sıradaki esiri öldüren vampirin pelerini düşmüştü.

Ağzım açık kalırken, kalbime bıçak girmiş gibi bir acı hissettim. 

“Hayır…”

Esirleri tek tek öldüren Kat’ti. Kat…

“Ayak işlerimizi kimin yaptığını sanıyorsun.” Adamın dudakları kıvrıldı. “Bize bakireleri o bulur.”

“Hayır…”

Gerilemeye başladım ama ufak adımlarla bana yaklaşmaya başladı. Kat’in duygusuz gözlerle birini daha öldürüşünü izledim. 

“Bu bizim için temizlik yaptığı zamanlardan. İşimiz bitince onlardan kurtulur.”

Kafamı iki yana sallayarak uzaklaşmaya çalıştım ama gözyaşlarından önümü göremiyordum. Tek bir feryat sesi yoktu. Çığlık yoktu. Hepsini önce etki altına alıyordu. Yüzünde bundan hoşlanıyormuş gibi bir ifade yoktu ama üzülme belirtisi de yoktu. İsyan etmek istiyordum, bu kaleyi sarsıp başlarına yıkmak istiyordum.

Aramızda bir adım kalıncaya kadar yaklaştı, “O bizim köle-”

Gözlerimi kırpıştırarak yaşları uzaklaştırdım ve adamın ağzından damlayan kana baktım. Göğsünün ortasında kanlı bir delik vardı ve göğsünden çıkan kılıcın ucu benimkine santimetreler kala durmuştu. Titreyen başımı kaldırıp karşıma bakmaya çalıştım. Vampir ellerini göğsündeki boşluğa doğru kaldırdı ve yere devrildi. Adam yere düştüğünde arkasındaki Katzfiel ortaya çıktı. Metal, örgü zırhının içinde dev gibi görünüyordu. Başlığı yoktu, saçları yüzüne dağılmıştı.

“Katzfiel kimsenin kölesi değil.”

Elindeki kılıcın ucundan yere kan damlıyordu. Diğer elinde de adamın kalbini sıkıyordu. Başım dönüyordu. Kalbini sökmüştü.

“On iki kaldı,” dedi ağır aksanlı konuşmasıyla. Kalbi kenara attı ve kılıcını elinde dengeledi. Geriye doğru bir adım attım ve ondan kaçmama anlam verememiş gibi kafasını yana eğdi. Kafamı iki yana sallayarak kaçmaya çalıştım. Parmağımla hemen arkasındaki esirleri öldüren halini işaret ettim. 

“Onlar için mi çalışıyorsun?” dedim hıçkırarak. “Tüm bunlar benimle eğlenmek için mi?”

Yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Başını hafifçe öne doğru eğdi ve yerde cansız yatan vampirin bedenini işaret etti. “Öldürdüm. Sana zarar vermesin diye.” Kafasını yana doğru eğdi ve kanlı elini kaldırarak başparmağını yanağıma değdirdi. Parmağındaki gözyaşıma baktı ve soran bakışlarını bana dikti. “Neden?”

“Ne neden?”

Tekrar elindeki gözyaşına baktı ve ardından yüzüme, “Neden?”

Neden ağladığımı mı soruyordu?

Parmağımla Kat’i işaret ettim. “Çünkü insanları öldürüyor.” 

Kat’in görüntüsüne baktı ve kafasını yana eğdi. “Ben gelmeden önce öyleydi.” Başını çevirip bana baktı ve çenemi yukarıya doğru kaldırdı. Kılıcını sırtındaki yerine soktu ve diğer elini getirip kalbimin üzerine koydu. Kalp atışlarımı – şu anda fazlasıyla hızlıydı – avucunda hissederken gözlerimi izliyordu. Kaşlarımı çattığımda o da kaşlarını çattı. 

“Ben gelmeden önce derken ne demek istedin?”

Kelimeleri düşünüyormuş gibi durdu. “Onun içindeki kötülüğü silmek için gönderildim.”

Gözlerim irileşirken kafasını yana eğdi. Yüzü sert ve vahşiydi. Hala korkutucuydu ama beni anlamaya çalışırken korkuyormuşum gibi gelmiyordu. Okuduklarım kafamın içinden geçmeye başladı. Altıncı cennetin koruyucu kılıcı. Kat için herkes bunu söylüyordu. Kitaplar bunu yazıyordu. İnsanlar bunu biliyordu. Bilmedikleri şeyse tam adı olan Katzfiel’ın açılımı bu değildi. Katzfiel’ın anlamı tekrar gözlerimin önünden geçti. Altıncı cenneti kılıcıyla koruyan bir melek prensti. 

Şamanlar koruyucu olarak onu dünyaya çağırabiliyorlardı. Nefesimi tutarak geriye çekildim ve araştırarak yüzüne baktım. Bu imkansızdı! Onun bedeninde miydi?

“Sen melek prenssin. Altıncı cenneti koruyan melek prens.”

Yüzünde tek bir tepki bile belirmedi. 

Esirleri öldüren Kat bomboş bir surat ifadesiyle zindanın tam ortasında duruyordu. Sanki bir sonraki emrini bekleyen bir kuklaydı. “O vampir hali. Tamamen bir vampirken böyle oluyor değil mi? Ruhsuz.”

Bakışlarını kaldırıp saçlarının arasından bana baktı ve bekledi.

“Ve sonra seni çağırdılar. Onu koruman için mi?”

Kafasını iki yana salladı. “Onun vereceği zararı önlemem için.”

Kafam karışmıştı ama onun kafası benden daha karışık görünüyordu. Zaten kurduğu cümleleri uzun süre düşünerek kuruyordu. Rüyalarda ayrı ayrı duruyorlardı. Vampir ve melek. Gerçek dünyadaysa… 

Başımı hızla çevirip ona baktım. Kalp atışlarımı elinin altında hissetmiş olmalıydı. 

“Niçin hızlandı?”

“Gerçek dünyada,” Şimdi dizlerinin üzerine çökmüş olan Kat’i işaret ettim, “o ve sen, ikiniz de-”

Bir anda geriye doğru çekildi ve elini uzattı. Tutmamı bekliyormuş gibi durdu. 

“Zitrivan sante kum.”

“Bu ne demek?”

Öylece bekledi. Elimi uzatarak eline dokundum ve beni çekerek dudaklarıma yapıştı. Gözlerimi kapatarak öpüşüne karşılık verdim. Tuzlu gözyaşının tadı hala dudaklarımdayken gözlerimi açtım. Yataktaydım.

Ve tam karşımdaki Kat gözlerini açmış, yüzümü izliyordu.


***


Uzun bir süre kıpırdamadan birbirimizin yüzüne baktık. Hala hızlı hızlı nefes alıp verdiğim için deneseydim de konuşamazdım zaten. 

Boş bakışları yanağıma, boynuma kaydı. “Kan kokuyorsun,” diye fısıldadı. “Ama sana ait değil.” Kaşlarını çatarken kuşkuyla bakıyordu. “Neler oldu?”

“Rüyamda ne gördüğümü bilmiyor musun?” diye fısıldadım. Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Peki orada beni koruyan kim?”

Dudaklarını birbirine bastırdığında ince bir çizgi haline geldi. Elini kaldırıp yüzüme doğru yaklaştırdığında geriye doğru çekildim. Alnı kırıştı ama yine de elini uzattı ve yanağıma dokundu. Katzfiel’ın gözyaşımı sildiği noktaya. Başparmağını burnuna yaklaştırarak bir nefes aldı ve gözleri alev aldı. 

“Vampir kanı,” diye tısladı. “Neler oldu?”

Gözlerimi sımsıkı yumarak yüzümü yastığa bastırdım ve fısıldadım. “On iki asil kaldığını söyledi.”

“Kim?”

Tek gözümü açıp ona baktım. “O ismi söylememi gerçekten istiyor musun?” Tek kaşımı havaya kaldırdım. “Sanırım içindeki vampiri savunmaya itiyor.”

Kaşları havaya kalktı. “Rüyanda asil mi öldürüldü?”

Kalkıp yatakta oturdum ve tişörtümün yakasını çekiştirerek açılan omzumu kapattım. Bakışları her hareketimi takip ediyordu. “Eğer kalbini söktüğünde ölüyorsa…” diye mırıldandım.

Yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi ve alt dudağını dişledi. “Hangisini deşti?”

Kelimesiyle birlikte irkilmemi gizleyemedim. Gözlerim kuşkuyla yüzünde geziyor, bir belirti arıyordu. Gerçekten de onların kölesi miydi?

Düşüncemle birlikte kendimi tokatlamak istedim. Büyüyen gözleri zihnimden geçenleri dinlediğini gösteriyordu. Lanet olsun! Aklıma zindandaki kadınları öldürüşü geldi, sonra kendini odanın ortasında dizlerinin üzerine bırakışı… Ardından yaşlı vampiri düşündüm.

“Semain,” diye mırıldandı. “Güç budalası ukala.”

Bacaklarımı yataktan dışarıya sarkıtırken ona kınayan bir bakış attım. “Bu kadar yani? Kendini savunmayacak mısın?”

Elini saçlarının arasından geçirdi, saçları anında eski yerlerine döndü. “Ne söylememi bekliyorsun? Evet onların kölesiydim. Evet, onları öldürdüm.”

“Sonra Katzfiel geldi,” diye mırıldandım.

Bir anda yataktan fırladı ve öfkeyle titreyen bedenini karşıma dikti. “Sakın o ismi kullanma,” dedi dişlerinin arasından. Rüyalarımda gördüğüm gibi değildi. Bu Kat, hissediyordu. Öfkeyi, kini, neşeyi. Onlar gibi değildi. Nasıl olur da bir melek ve bir vampir bir insan bedenine esir olurdu?

Kat’in yüzündeki bütün ifade yok olurken geriye doğru sarsak bir adım attı. “Bunu nereden duydun?”

“O söyledi.”

Kafasını iki yana salladı. “Yapamaz.”

“Ama yaptı.”

“Anlamıyorsun,” Yüzünde delirmiş gibi bir ifade belirdi. “Bu imkansız. Bu konuda konuşmaz. O hiç konuşmaz.”

Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Hangisinden bahsediyorsun? Kasap vampirden mi katil melekten mi?”

Kaşları hafifçe çatıldı. “Bunu çok kolay kabullenmiş gibi görünüyorsun.”

Öne doğru eğildim ve yüzümü işaret ettim. “Görünenin altında, beynim eriyor.”

O da bana doğru eğildi. “Belki de düşünmemen gereken şeyler hakkında o küçük beynini yormamalısın.”

“Yani ikisi de…”

Gözlerini yumdu ve tuttuğu nefesini dudaklarından üfledi. “İnsanların bir inancı vardır. Sağ omuzlarında ve sol omuzlarında iyilik ve kötülük melekleri olduğunu düşünürler.” Tek gözünü açıp onu dinleyip dinlemediğime baktı. 

“Eee,”

“O iki meleğin omzunda sıkıldığını ve içine girip seni içeriden yönetmeye çalıştığını düşün,” Kafasını kaşıyarak gözlerini kıstı. “Bu çıldırtıcı.”

Ağzım açık kalmış bir şekilde ona baktım. “Yani bu doğru.”

Kısık gözleriyle tepkimi tartarken kafasını salladı. Derin bir soluk alıp verdim. Bu saçmalıktı. 

“Bana biraz izin ver, beynim patlayacak gibi.”

Hızlı soluklar alıp vererek odadan çıktım ve banyoya doğru yürüdüm. Jessie deri koltukta iki büklüm olmuş uyuyordu. Banyo kapısını yavaşça açarak içeriye girdim ve lavabonun başında durup aynadaki yansımama baktım. Yüzümde iki adet kanlı parmak izi vardı. Suyu açtım ve yüzümü ovalamaya başladım. Harika. Rüyamda olanlar gerçekte de oluyordu. Mükemmel. Tişörtü kaldırıp göğsümün üzerine baktım ve tam bir el izi de orada buldum. Kalbimin üzerine koyduğu elinin izi. Kat görmeden onu da sildim.

Kafamı kaldırıp aynaya baktığımda onu arkamda buldum. Yansımamdan az önce yıkadığım yere bakıyordu. 

“Yüzyıllardır onlara çalışmıyorum,” diye fısıldadı. 

Titreyen alt dudağımı ısırdım. “Biliyorum.”

Kafasını iki yana sallarken yüzünden bir üzüntü gelip geçti. “Hayır, bilmiyorsun. Bir kabuktum Angel. Sadece bir kabuk. O yasaklı isim beni doldurdu. Boş bir bardaktım ve o beni yaşam sıvısıyla doldurdu. İnsanlığımı gizlendiği yerden çıkardı.”

Sadece eşofman altıyla uyuduğu için üstü çıplaktı. Dövmeleri geri gelmişti. Boynundaki madalyon ta karnına kadar uzanıyordu. “Dövmeler onunla mı geldi?”

Sanki beni tartmaya çalışıyormuş gibi baktı ve ardından kafasını sallayarak onayladı.

“Neden sorularımı cevaplıyorsun? Bana nasıl güveniyorsun?”

Burukça gülümsedi. “Unuttun mu? Kafandayım.” Parmağını hafifçe şakağıma değdirdi. “Niyetinin kötü olmadığını biliyorum.”

Tam arkamda duruyordu, aynadan birbirimizin gözlerine bakıyorduk. “Zitrivan sante kum ne demek?”

Dudağının kenarı yukarıya doğru kıvrılırken kulağıma doğru eğildi. Gözleri gözlerimi bir an olsun yalnız bırakmıyordu. Sıcak nefesini kulağımın kenarında hissedebiliyordum. Gözkapaklarım elimde olmadan hafifçe titredi.

“Bunu öğrenebilecek kadar çok dayak yemedin.”

Kahkaha atarak doğrulurken atacağım dirsek darbesini de bloke etti. Arkasını döndü ve banyodan çıkmak için ilerlemeye başladı. Eşofmanı kalçasının hemen üzerine asılı duruyordu. Eşofmanı hafifçe yukarı çekiştirirken, “Çok çalışman lazım, çok,” diyerek alay ediyordu.

Gözden kaybolduğunda derin bir nefes alıp lavaboya yaslandım ve elimi sol göğsümün üzerinde gezdirdim. Kafam iyice karman çorman oluyordu. Her yeni gün başka bir şeyin habercisiydi. İtinayla kurduğum dünyadan çekilen bir tuğla parçası gibiydi. Çekilen parçalar bittiğinde dünyam başıma yıkılacaktı. Bundan kurtulsam bile asla eskisi gibi olamayacaktım ki. Herkes bozuk paralar gibiydi, görünenin ardında birer yüzleri daha vardı.

Bir an Mickey, bir an avcı…

Bir an Brian, bir an öfkeli bir adam…

Bir an Jessie, bir an uyuşturucu müptelası…

Bir an Charlie, bir an bir hacker vampir…

Bir an Kat, bir an Katzfiel…

Bir an Angel…

Ve bir an sonraysa sadece hiç kimse!

Kurban: 13. BakireWhere stories live. Discover now