2.BÖLÜM

21.5K 1.7K 221
                                    

Burnuma çalınan cila kokusuyla birlikte bilincim yavaş yavaş yerine gelmeye başladı. Sanki sert bir tahtanın üstünde yatıyormuşçasına sırtımın ağrıdığını hissettim. Yatağıma ne olmuştu böyle? Elimi atıp açılan yorganımı üstüme çekmek istedim. Fakat... O da ne?

Yorganım sanki çok daha incelmiş hatta bir çarşaf halini almıştı. Gözlerim aniden açıldı. İlk gördüğüm şey boş ve alçak bir tavan oldu. Avizem nereye gitmişti? Gözlerimi tavandan alıp üstüme çevirdiğimdeyse, kendime rüyada olduğumun garantisini verebilirdim. Çünkü üstümde kolyem hariç hiçbir şey yoktu!

Çırılçıplak halde, dört köşesine ayak niyetine çakılmış tahtaların üstünde, yatak niyetiyle hazırlanmış biri üstüne yatmam, diğeriyse örtünmem amacıyla serilmiş olan iki çarşafın arasında ve incecik bir yastıkta yatıyordum. Yatağım nereye gitmişti? En sevdiğim pijama takımıma ne olmuştu? Daha da önemlisi... Burası neresiydi!?

Ben neredeydim!?

Bir süre yatakta boş bakışlarla etrafı inceledikten sonra çarşaflardan birini üstüme sarıp ayağa kalktım ve etrafa göz gezdirmeye başladım. Panik yapmaya gerek yoktu, ne de olsa rüya görüyordum. Tuhaf olansa ilk kez bu kadar gerçekçi bir rüya görüyor olmamdı. Çıplak ayaklarım, soğuk ahşap zemini net şekilde hissediyordu. Burnum, alışmış olmasına rağmen hala cila kokusunun ayrımını yapabiliyordu. Odanın ısısıysa bulunduğumuz mevsime göre serin diyebileceğim kadar soğuktu.

Tuhaf...

Daha önce hiç görmediğim bu yer oldukça küçüktü ve küçüklüğüne yakışır şekilde sade bir dekora sahipti. Hemen arkamda az önce üstünde uyandığım yatak, yatağın yanında tahta bir sandalye, onun az ötesinde üç ayaklı ufak bir askı, duvara gömülü biçimde tasarlanmış elbise dolabı olduğunu düşündüğüm yalnız kapakları görünen dolap ve pencerenin önünde üstünde sürahi ve bir bardak bulunan ahşap bir masa vardı.

Odanın sadece bir penceresi vardı ve perde niyetiyle önüne gerilen ince tülden içeriye güneş ışığı süzülüyordu. Birkaç adım atıp pencereye yaklaştım. Güneş güne yeni yeni uyanıyordu. Tahminime göre saat sabah altı ila yedi civarı olmalıydı.

Bulanık zihnimi kendine gelsin diye bunlarla meşgul ederken aniden açılan kapıyla birlikte olduğum yerde sıçradım. Ellerimden birisi derhal kolyemi bulurken, diğeri üstümdeki çarşafı daha sıkı tutma görevini üstlenmişti. Yönümü kapıya döndüğümde onunla göz göze geldim.

İçeri giren on, on iki yaşlarındaki sarışın kız çocuğu, kapıyı kapattıktan sonra sırtını kapıya yaslamış şekilde masmavi gözleriyle pür dikkat bana bakıyordu. Örgülü saçları iki yanından beline doğru dökülürken, beyaz yüzünün olduğundan daha parlak görünmesini sağlıyordu. Yaşına göre uzun boyluydu fakat buna rağmen neredeyse çelimsiz diyeceğim kadar da zayıftı.

Güzeldi... Bir masaldan fırlamış gibi, gerçek olamayacak kadar güzeldi...

Onu daha önce görmediğime yemin edebilirdim. Çünkü öyle güzeldi ki bu yüzü bir kez bile görmüş olsaydım eğer kesinlikle unutmazdım. Öyleyse kimdi bu kız? Bana neden böyle bakıyordu? Onu tanımıyordum. Peki o beni tanıyor muydu?

Bir süre daha sessizce birbirimizi süzdükten sonra kızın gözlerime bakıp gülümsemesiyle birlikte sessizliği bozmak üzere kendime geldim.

"Kimsin?"

Konuşabiliyor olmama mı, yoksa başka bir şeye mi bilmiyorum ama yüzündeki tebessüm şimdi yerini belirgin bir şaşkınlığa bırakmıştı.

AYKIRIWhere stories live. Discover now