Bölüm 7

2K 116 39
                                    

*İsminin Berial ya da Belial olarak geçmesinde sıkıntı yoktu ama insanlar onu gururlandıracak şekilde Şeytan'dan Diablo, Azazel, Diabolos(Karanlıkların Efendisi), Lucifer olarak bahsettikleri gibi nihayet Belial olarak da bahsetmeye başlamışlardı. Şeytan nasıl ki Lucifer'in onunla bir anılmasından gücenmediyse Belial'in öyle anılmasından da rahatsız olmayacak kadar kendinden emindi ama adını Berial olarak değiştirmiş tüm cehennemin ruhlarından huzursuz oluyordu. Lucifer, Şeytan olarak anılsa da bu sıkıntı değildi ama kendi adı Şeytan ile bir olunca Cehennemin iblisleri bundan rahatsız olmuş ve küçük bir harf değişikliğiyle ona yerini hatırlatmışlardı. Bunun arkasında Lucifer'in olduğunu biliyordu. Lucifer'den daha ciddi güçleri vardı ve onun kendisinden nefret etmesi için yeterli bir sebepti bu. Ama Lucifer, Şeytan'ın kızına göz koymuştu, zayıf noktası Alex'ti ve Berial bunu kullanmaktan artık çekinmiyordu. Alex kesinlikle Lucifer'den hoşlanıyordu ama o yarım insan, Şeytan'ın gözdesi asla ona olan aşkını gösterecek kadar da zayıf veya aptal değildi. O yüzden Berial sık sık Lucifer'in yanına Alex olarak gidiyor, uzaktan ona kaçamak bakışlar atıp kaçarak Lucifer'in Alex'e iyice kapılmasını sağlıyordu. Alex ise ancak bir insan kadar akıllı olabildiği için bunlardan bihaber Cehenneminin kendine ait kısmında ruhlara acı çektirerek eğleniyor ve dünyada babasından gelen güç mirasıyla gününü gün ediyor, Şeytan'ın pis işlerini bilinçsizce buradaki ruhlardan beslenip gücünü toparlayarak yapıyordu. Ruhlar olmasa ölecekti ama bunun için babasının onu cehennemden tamamen uzaklaştırması gerekiyordu. Lucifer de yolundan çekilirse Berial üçüncü olmak yerine nihayet Şeytan'ın sağ kolu olabilecekti. Alex beline uzanan kırmızı saçları ve yeşil gözleriyle son derece güzel olsa da Berial, cennetteki masum güzelliğini kaybetmişken dahi ondan daha güzeldi. Yine de Lucifer onu tercih etmişti ve Alex, üzerindeki yarı transparan elbiseyle Berial'e güvenle gülümserken işini sadece kolaylaştırıyordu. Üçü ruhların başında oturup sırayla onları cezalandırırken eğleniyor ve gülüşüyorlardı. Lucifer katran karası gözlerini sık sık Alex'in yüzü ve vücuduyla buluşturuyor, ona bakışlarından üzerindeki elbisenin de sunduğundan fazlasını arzuladığını belli ediyor ama yine de ömründe ilk kez bir şeye cesaret edemiyordu. Berial ona ruhları incitmenin hazzından sansa da aslında her eziyet ettiği ruhla beslendiğini henüz öğrenmemiş Alex'in ona güçle ve dostça gülmesine güzel bir gülümsemeyle karşılık verdi. Alex'i de, Lucifer'i de yolundan çekecekti. Ne de olsa burası cehennemdi ve bilinen evrenin en dip noktasında  dostluk yoktu.

***

Alnımdan düşen bir damla soğuk teri elimin tersiyle silerken hırladım. Küçük bir büyüyle değiştirdiğimiz arabanın arka tarafında cennette dövülmüş metallerle hazırlanan, kaçılması mümkün olmayan kafesin içindeki Berial'i aynadan süzdüm. Tüm kemiklerini onun hissedebileceğinden emin olduktan sonra kırmamın üzerine çok hızlı iyileşiyor olsa da vücudunda mordan başka renk olmayışı bana hala haz veriyordu. Tırnaklarımın içinde hala Berial'in kurumuş kanı vardı ve şiş karnımın üzerinde duran sağ elimi vitese uzanmak için her kaldırdığımda yan koltukta oturan Adriel irkiliyordu. Arabada olan om meleğin hepsi benden korkmaya başlamıştı çünkü onlar da artık durdurulamayacağımı biliyorlardı. Zihinlerine tüm görüntüleri aktarmıştım ve ayrıntılı biçimde öfkemi hissediyorlardı. Berial yolculuğun dördüncü saatinde konuşmaya karar verdiğinde çenesinin ilk iyileşen yeri olduğu için lanet okudum. "Bebeklerin orada bulunması, onları cehenneme ait kılmaya yetecek." Berial'e cevap yetiştirmeye kalkmadım, onun yerine gaza daha da abandım, Beatrice'e göre çok az bir yolumuz kalmış olmalıydı. Bebeklerimi soktuğum riskin farkındaydım ama Hariel'i geri almak öncelikliydi. Eğer ki çocuklarım Şeytana ait olursa onları boğmaktan çekinmezdim. "Efendim sen doğmadan önce ruhunu cehenneme taşımış ama seni ne yazık ki cehennemin kalbine indirmemişti. Bu yüzden böyle eksik ve hasarlı oldun. Ama şimdi sen, bebeklerini ellerinle babana sunuyorsun." diyen Berial kahkahayı koyverdi. Dişlerimi sıkarak "Biri şunun ağzına hemen sıçabilir mi lütfen" dedim. Kibar olmaya çalışmak istemiyordum ama arabadaki herkes dostumdu ve bu geniş, minik bir otobüs gibi duran arabanın içinde geriye uçup Berial'i öldüren kişi olmak istemiyordum. Orfion onun konuşmasını engelleyecek bir büyüyü isteksizce mırıldanana kadar direksiyonu sıkmaya devam ettim. Ellerimi çektiğimde direksiyonda ciddi miktarda çatlaklar vardı. Beatrice hızlı ve kusursuz bir plan için gerekli koordinatları bana ulaştırırken Maion, Hariel'in sağ kalması için benim herkesi öldürdüğüm planı değil de kendi yolunu kullanmaya ikna etmişti beni. Berial'i elimden aldıklarında o kadar öfkelenmiştim ki gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Bebeklerim dahi gram umrumda olmamıştı ve bu kadar gözümü döndüren öfkeye minnettardım. Eski Alexandre'yi geri getirmek için her şeyi yapardım. Eskisinden daha güçlü olmama rağmen daha az etkili olmak gururuma ve egoma zarar veriyordu. Hariel'i geri alıp bir kenarda unutulmayı beklemek artık planlarımın başında geliyor olsa da bu tür bir korkaklık içime hala sinmiyordu. Ben kabul etsem de etmesem de Şeytan'ın Gölgesiydim ve beni özel yapan her şeyi kullanmak için, her yolu denerdim. Bu yolların hangisinin sonu beni Hariel'e çıkarıyorsa onu kabullenmeye razıydım. Huzursuzca kıpırdanan bebeklerimi sağ elimle telkin etmeye devam ettim. Kıpırdanmaları ve güçleri canımı yakıyordu. Eskisi gibi hissiz olmamam tehlike arz etse de umursamıyordum. Hamileliğim bittiğinde ben de normale dönecektim muhtemelen, eskisi gibi demirden olacaktım. Bebeklerimi seviyordum, kalbimi hissetmeye başladığımdan beri onun sadece benim için değil Hariel için de atması bana bir mucize gibi gelirken hayatıma güzel bir sürpriz olarak gelmişti bebeklerim. Ama zamansız hediyelerdi onlar. Onları riske atmak beni kahretse de Hariel'i orada çürümeye bırakmak daha kötüydü. Beatrice'in "Dur" komutuyla aniden frene asıldım ve önümüzdeki manzaraya baktım. Son derece güzel malikanelerin bulunduğu bir tepenin girişindeydik. Bizi gören güvenlik yanımıza yaklaştı ve beni görünce kaşları çatıldı. Sabırsızca parmaklarımla direksiyonun üzerinde ritim tutan sağ elimin aksine sol elim pencereyi aşağıya indirecek düğmeye basmıştı. Aynadan Beatrice'e ölümcül bir bakış attım. Eğer bu iş 30 saniyeden uzun sürerse elimi adamın göğüs kafesine daldırıp kalbini sökecek ve ulaşmamız gereken yer bu güvenlik barının her ne kadar ilerisindeyse oraya gidene kadar bir daha durmayacaktım. Adam gibi ben de kaşlarımı çattım ve ritim tutmayı bırakarak elimle güvenlik barını işaret ettim. "Bunu getirme sebebiniz?" dedi adam yanımdaki Adriel'e bakarak, işaret parmağı ise beni gösteriyord. Gösteriş budalası herif kanatlarını açtığında siktir diye geçirdim. Bir melekle daha uğraşmak gerçekten istemiyordum. Ellerim kaşınıyordu ki birini öldürme hissim kontrolü yaklaşık dört saat önce ele geçirdiği için bu riskli bir durumdu, kendimi durdurmak konusunda sıkıntılarım vardı. O yüzden kendimden beklemediğim bir hızla arabanın içine doğru uzanmış, beni işaret eden parmağı yakaladım ve sıkmaya başladım. Ölümcül bir gülümsemeyle "Merhaba" diye mırıldandım. Parmaktan ilk çıtırtı sesi geldiğinde melek tepki vermemişti, canı yanmasa dahi parmağının kırık olması hoşuna gidiyor olamazdı. Arkadan Maion "Alex yeterli" diyene kadar durmadım. Melek dahi olsa kalbini sökmeme sadece 15 saniye kalmıştı. Parmağı sıkmayı bırakıp gürültüyle homurdandım ve arabanın motorunun da homurtuma katılması için hamle yaptım. Ellerimi direksiyona kitlemiş, gözlerimi ileri dikmiştim. "Şuna söyleyin de şu engeli kaldırsın. Kendim kaldırmak istemiyorum" diye hırladığımda Mell arkamdaki camı açarak "Merhaba Eremiel. Ben de buradayım, geleceğimizi bildirmiştik" dedi. Adının Eremiel olduğunu öğrendiğim melek "Bunu kontrol altında tutmanız gerektiğini hatırlatmama gerek var mı?" dediğinde kafamı tekrar ona çevirerek son derece tatlı bir gülümseme fırlattım. Bu onun bir adım gerileyerek parmaklarını şıklatmasına sebep oldu. Önümüzdeki bar kalktığında gaza yüklendim ve "Beatrice'e ne tarafa gideceğimi tarif et" emrini verdim. Sonra da "Umarım beni bu boktan yere getirirken bir açıklama yapmamanız için de güzel bir sebebiniz vardır " diye ekledim. Kimseden ses çıkmadı. Sadece Adriel "Bana güven" dedi. Benimle olmaları büyük bir lütuftu ama bunun uzun sürmeyeceğine dair bir his vardı içimde. Tamamen cehennemin bildiğim yeryüzündeki girişlerinden ters yöne doğru ilerliyorduk ve onların hiçbirinin kanatlarından ve rütbelerinden ben veya Hariel için vazgeçemeyeceğini biliyordum. Ne sebeple olursa olsun cehenneme girmek onları kanatlarından ve cennetlerinden koparacaktı ve bunu yapamazlardı. Bunu biliyordum. O yüzden buraya gelmek beni geriyordu, beni uzağa sürüklemelerinde bir iş olmalıydı. Yine de Berial bizimleydi ve onu başka bir boyuta taşımada başarısız olmuşlardı. Cennetin hemen dışarısına bile onu yollayamamış, denemelerinin 2 saniye sonrasında Berial olduğu yerde, benim onu hırpaladığım haliyle geri belirmişti. Cennet, ruhunu kabul etmiyordu ve Berial'i ne babamın bulması için ortada bırakabilirdik ne de onu yanımızda bir yük olarak sürükleyebilirdik. Kapıdaki melek Eremiel'in burada olması belli ediyordu ki burası meleklerin sahip olduğu bir yerdi ve Berial'i buraya atıp yola koyulacaktık. Buraya beni getirmeden Berial'i yollamanın binlerce yolu vardı ama sanırım Berial beklenenin aksi bir şey olur da kaçmaya kalkarsa benim onu öldüresiye döveceğimi bildiklerinden bu yolu seçmiş olmalılardı. O an böylesine bir öfke krizinde olmasaydım muhtemelen bu kadar itaatkar olmaz direkt cehenneme giderdim. Onlara cehenneme giden yolda ihtiyacım olması da ne yazık ki beni onlara bağımlı kılıyordu. Evime gitmek için yanımda koruma götürmek acınasıydı, orası benim içinde umarsızca dolaşabileceğim bir yerken içine sadece Hariel'i düşürmek için girmiş, Lucifer tarafından oradan atılana kadar hep küçük bir simülasyonuyla yetinmek durumunda kalmıştım. Şimdi ise tamamen kovulmuştum ama elimde olmadan oraya gitmek için Hariel'i kurtarmaktan başka bir heyecan daha hissediyordum. Yanımızdan geçip giden düzenli ağaçlara gözüm takılınca bu düşüncelerden kurtulmak üzere silkinip koltuğumda dikleştim. Bebeklerimi bile yük görmeme sebep olan bu düşüncelerin sebebi belki de cehenneme hissettiğim bu yakınlıktı. Bu hisler beni hedefimden alıkoyamazdı. "Dur" diyen Beatrice'in sesiyle frene asıldım. Yanımda bayağı sarsılan Adriel "O ayağının altındaki pedala çok daha yavaş basabilirsin" dediğinde onu dinlemeden bacağımı arabadan dışarı sarkıtmıştım bile. Herkes arabadan dökülene kadar diğer malikanelerden çok daha yukarıda duran beyaz malikaneye bakıyordum. Uzun mermer sütunları sağda ve solda altı tane olmak üzere toplam on iki tanelerdi ve yaklaşık dört kartlı binanın çatısının ön tarafını taşıyorlardı. Büyük  ahşap kapı koyu renkliydi ve  tıpkı kapıya ulaşan binanın genişliğindeki çok sayıdaki merdivenin tırabzanları gibi metal desenlerle doluydu. O metal desenler ve ahşabın üzerindeki oymalar benim gibi gözlere sahip olanlar için bile bu mesafeden ayırt edilemeceyek kadar ayrıntılarla doluydu ama gördüğüm kadarıyla cenneti tasvir eden desenlerdi bunlar. Kapının iki yanında ise iki muhafız duruyordu. Üzerlerinde siyah takım elbiseleri, parlak siyah ayakkabıları, aynı renk ince kravatları ve bembeyaz gömlekleri ile sıradan korumalar gibi görünseler de melek olduklarını tahmin edebiliyordum. Herkes indikten sonra Adriel ve Abaddon, Berial'in olduğu kafesi sırtlandı ve yanımdan geçerken göz göze geldiğim Berial görüntüsünü değiştirerek bana dönüştü. Pis pis sırıtırken gücünü toparlayamamış olacak ki kendi görüntüsüne geri dönüverdi ama yine de gülümsemesi suratından silinmemişti. Kaşlarımı çatarak hafifçe açılmış göbeğimin üzerine tişörtümü çekeledim ve yanıma gelen Mell'e dönerek "Ne zaman yola çıkıyoruz? Çok zaman kaybettik, sanırım oraya arabayla ulaşmak yerine biraz orada dinlenmeyi göze alarak ışınlanacağım" dedim. Mell cevapsız kaldı. "Önce Berial'i halletmemiz gerek" dediğinde aradan yirmi beş saniye geçmişti.  Mell'in benden bir şeyler sakladığından şüphelensem de sorgulamadım. Bazen sadece konuşmak istemezdi veya cennetten birileriyle telepatik yollardan konuştuğu için dalgın olurdu. Bu ufak tefek melek gerçekten hep yanımda olmuştu ve ondan ne zaman şüphe etsem ben haksız çıkmıştım. Sanırım artık ona güvenmeyi öğrenmem gerekiyordu. Ellerimi cebime attım ve cebimden bir adet kar beyazı tüy çıkardım. Eski siyah kanatlarım bana aitti, bana özeldi ama artık bembeyaz melek kanatlarım vardı. Minnettardım, bana kattıkları güce hayrandım ama temsil ettikleri şey beni çağrıştırmıyordu. Elimdeki Hariel'in tüylerinden biri babam onu kaçırdığı zaman, diğeri de sığınağımızda başımdan aşağıya kanla birlikte tüyler yağdırdığı zaman avuçlarımda kalmışlardı ve o parlak beyaz, tamamen Hariel'i yansıtıyordu. Üzerindeki minik kan lekeleri ile birlikte kusursuz kusurları vardı ve bunlar Hariel'i Hariel yapan yegane özellikleri andırıyorlardı. Sevgilimin ormanı, toprağı ve tüm vahşi hayatı çağrıştıran kokusunu bana getirdi sanki rüzgar. Saçlarım dağılırken hep sanki Hariel'in eli hala kırmızı buklelerimde dolanır gibi hissetmeyi seviyordum. Onu, geçen aylar boyunca her hücremde özlüyordum. Asla bir bebek sahibi olabileceğimize inanmamıştık, ben ömrüm boyunca çocuklardan nefret etmiştim ama o bana umutsuzluklar içinde büyük iki mucize armağan etmişti. Kökten değiştirmişti beni. Ben böyle düşünürken iç sesim doldu zihnime 'Hala cehenneme aitsin. Gri olmak yok Alex, asla olmadı' karanlık, aydınlık olmadan var olamazdı, aynı şekilde aydınlığı kıymetli kılıp var eden de karanlıktı. Bunların farkındaydım ama ben Şeytan'ın kızı, bir melek yerleşkesinde, muhtemelen cennete girişi olan bu yerde durarak bir orta yol bulmuştum. Her zamanki gibi kendi yolumu çizmiş bir dikiş tutturmaya çalışmıştım. O yüzden iç sesime bir mesaj yollamak istesem de kendi kendimle kavga etmenin hiç zamanı olmadığını ilerde merdivenlere tırmanmış beni bekleyen meleklere baktığımda anımsadım. Yürümeye başladım. Hızlı ve uzun adımlar atarak saniyeler içinde basamakları tırmanıp ahşap kapının önüne gelmiştim bile. Herkes bana bakıyordu, o yüzden kaşlarımı çatıp çoktan dağılmış saçlarımı yüzümden çektim ve refleksle elimi belime asılı duran hançere götürdüm. Muhafızlar da hemen ellerini silahlarına götürdüler. "Sakin olun biraz, şu kafesi alın da gidelim" dedim hızla. Silahlarını çekmeleri benim için bir anlam ifade etmezdi, birincisi duruşları hatalıydı, sağlam bir vuruş kendilerini yerde bulmalarına sebep olabilirdi ve daha ayağa kalkmak akıllarına gelmeden kafaları ve gövdeleri birbirinden ayrılabilirdi. Onları öldürürdü bu, elimdeki hançer, bir meleği öldürebilecek sayılı hançerlerdendi ve Hariel'e kendi kanını bana sunması için hediye edilen, sonradan taşları Örgüt tarafından çalınıp bize tırım tırım aratılan bu eşsiz silahı kimse benden gelip almamıştı. Tabanca  kullanma becerimden daha bile çok güvenirdim hançer gibi silahları kullanma yeteneklerime. O yüzden elleri hala silahlarında olan korumalara gülümsemeye devam ettim. Bir süre sonra hepsi yatışınca kafesi içeriden gelen iki kişi yüklendi ve hep beraber içeri girdik. İçerisi son derece büyük bir holden oluşuyordu. Yerde yeni cilalanmış koyu renk ahşaplar göze çarparken duvarlar gördüğüm en parlak beyazlarla renklenmişti. Duvarların tavanla buluştuğu noktalarda altın rengi desenler görünüyor, iki taraftan üst kata yönlendiren merdivenleri takip ediyorlardı. Büyük altın rengi avize iki döner merdivenin ortasında asılı duruyor, harika bir görüntü sunuyordu.  Az miktarda eşyayla yaratılan, benim için fazla gösterişli bu bina yine de girişinden itibaren çok etkileyiciydi. Gösterişi küçük ayrıntılarla sağlanan bu binada omurgamdan aşağı bir ürperti inmesine sebep olan bir şeyler vardı. Ekimi karnıma koyarak birkaç adım önümde giden Mell'i kolundan yakalamak üzere hızlandım. Birkaç adım sonra onu yakaladığımda "Yukarıda bir salon var. Orada oturup plan yapacağız" demekle yetindi. Ne zaman melekler patron olmuştu? Bunu kabullenmek zordu ama buna itiraz etmek içinen kötü yer ve zamandı. İçten bir of koyverdikten sonra peşlerine düştüm. Ellerimden birini karnımdan çekerek hançere yakın duracak şekilde yana sarkıttım.  Üzerimi aramamaları onlar için büyük talihsizlikti zira üzerimde bir cephane taşıdığımı söylemek abartı olmazdı.  Üst kata çıktık, hemen solumuzdaki koridora girerek en sondaki kahverengi kapıya doğru ilerledik. Odanın içinde sadece oval bir masa, 12 sandalye ve iki duvarı kaplayan yüksek ve geniş kitaplıklar vardı. Odanın tam kapının karşısında kalan kısmında ise yerden tavana kadar uzanan geniş bir cam, kenarından sarkan, koyu renk ahşapla uyumlu koyu yeşil iki fon perdesi duruyordu. Herkes kendine masada bir yer bulup yerleşince ben de sandalyelerden birine iliştim ve sıkıntıyla masaya parmaklarımı vurmaya başladım. İçgüdülerim düşman bölgesinde olduğumu bağırıyordu ama masadaki herkes müttefiğimdi. Cennetin gücü burada çok etkin muhtemelen ondandır diye telkin ettim kendimi ama yine de bir elimi hançerime ulaşabileceğim şekilde tutmaya devam ettim. Bedenim yay gibi gerilmiş, dimdik oturuşum sebebiyle her an saldırmaya ya da kaçmaya hazır bir kedi gibi görünüyordum. Çoktan gözlerim belli yolları takip edip olası kaçış planları kurmaya başlamama sepeb olmuştu bile, bu bir çeşit refleks, kendimi koruma içgüdümün tatlı bir alışkanlığıydı. O yüzden Maion konuşmaya başlayana kadar olası kaçışımı kafamda oturtup bir nebze gevşemeyi başarmıştım. İki eli masada olan Maion'un kahverengi, omuzlarına dökülen, dalgalı saçları bugün ilk kez açıktı. Kızıl tonları, camdan giren batmakta olan günün ışığıyla canlanıyor, saçlarına ilginç bir hava katıyordu. Hafif zeytuni teni, düzgün burnu, yanaklarına dağılmış az sayıda çili ve ela gözleri ile son derece çekiciydi. Ama uzun ince parmaklarının ölümcüllüğü ilk bakışta belli oluyor, gözlerinden akan bilgelik ve zeka ilk bakışta gözünüze çarpıyordu. Yanımdaki tüm meleklerin içinde en tehlikeli olanın Maion olduğunu düşünmüştüm hep, kılıçlara kılıçla, silahlara zırhlarla dayanmak mümkündü ama zekice hazırlanmış bir planın karşısında durmak çok zordu. O yüzden Maion'un yüzündeki o tehlikeli bakışı görünce masaya iyice eğilerek dikkatimi ona verdim. "Berial aşağıya en güvenli hücrelerimize kapatıldı." Ayağa kalkarak "O zaman 2 günümüz varken neden hala burada duruyoruz?" dedim. Bakışlar bana dönmüştü, o yüzden duruşumu iyice dikleştirerek "Derdiniz kanatlarınızı kaybetme korkusuysa eğer ben oraya tek gitmeye de razıyım ama şöyle işleri geveleyeceğinize söyleyin derdinizi de yoluma bakayım" dedim asabice. Adriel "Kanatlarımız konusunda endişemiz yok, gerekli izinler alındı, cehenneme girsek de kanatlarımızı almaya kimse gelmeyecek ama cehenneme girmenin güçlerimiz üzerinde nasıl bir etkisi olur bilmiyoruz" diye lafa karıştı. Kapıda duran muhafızlardan biri "Lekeli bir melek için girilecek zahmet mi bu" dediğinde arkamı dönüp attığım bakış fazla tehditkar olacaktı ki yanımda oturan Orfion kolumu tutarak "Burada böyle bir şey yapmak istemezsin" dedi. Sesindeki tını tehditkar değildi, aksine uyarıyor, beni korumak istiyordu. "Aslında haklı" dedim masaya dönerek. Başımla muhafızı işaret etmiştim. "Hariel neden bu kadar önemli?" ağzından zehrini kusan bir yılan gibi hisediyordum. Her zaman dilimin ucundaydı bu cümle ama bunu öyle ulu orta sormuyordum, amacıma giden yol her ne ise onu kullanacak ve sonra gerekirse özgürlüğümü kan dökerek alacaktım. Ama şu an artık içimde tutamadığımı hissediyordum. "Sen önemlisin" dedi odaya giren bir başka melek. "Hariel sana aşık olarak görevini birazcık sapıtmış olabilir ama seni daha da önemli kıldığı kesin" Bu adamdan aldığım sinyal beni feci derecede tetikte durmaya zorluyordu. Elimi belime, hançerimin tam üstüne koydum. Melek benden daha uzundu, omuzları son derece genişti. Çıkık elmacık kemikleri, yeni tıraş olmuş gibi görünen yanakları ile köşeli çenesiyle birleşiyor, dolgun ama tehditkar bir gülümsemeyle taçlanmış dudaklarına dikkati kaydırıyordu. Hafif kemerli burnu güzeldi ve mavi gözleri çatık kalın kaşlarının gölgesinde ışıldıyordu. Uzun sarı saçları biraz başına buyruktu, atkuyruğu toplanmasına rağmen yüzüne birkaç tutam düşmüştü. Saçları dışında her şeyi kusursuzca düzgündü, takım elbisesini kendine özel diktirdiği ya da yarattığı son derece barizdi. "Burada bulunma sebebim ne?" dedim sıkılmış dişlerimin arasından. Cevap veren olmayınca sakin adımlarla kapıya yöneldim ve bir hata yapıp sırtımı meleğe döndüm. Kaçış yollarımdan ilkinde o durduğu için olay çıkarmadan gitmeyi kafama koymuştum bu kez. "Gidemezsin Alex" dedi Maion arkamdan bir yerden. Tüm meleklerin hareketlendiğini, yerlerinden kalktıklarını duydum ve kendimi korumak adına hançerimi çektim. Burada büyü yapamayacağıma, güçlerimi kullanamayacağıma dair korkunç bir his vardı içimde. Bacaklarımı omuz hizamda açtım, savunma pozisyonunu alarak arkamı dönmeden kapıdaki muhafıza gözlerimi diktim. "Çıkmama izin ver ve seni cennetine kısa yoldan yollamayayım" diye fısıldadım zihnine. Alayla gülüp silahını çekti ama ben çoktan hançerin arkasıyla eline net ve keskin bir hamleyle atılarak silahını düşürdüm ve benden uzun olmasına rağmen onu dizlerinin üzerine  tek hamleyle çöktürerek hançerimi boynuna dayadım. Muhafızı rehine pozisyonuna sokmam beş saniyemi bile almamıştı. Meleklere baktığımda hiçbiri korkmuş görünmüyordu. "Şimdi buradan çıkacağım" dediğimde dilim dolanıyordu. "Hançer de ağırlaşıyor değil mi?" dedi adını bilmediğim melek. "Eminim ki rehineni tutmak artık o kadar da kolay değildir" diye de ekledi. O sırada muhafız ellerimden öylece kalktı ve tutmak için hamle dahi yapamadım. Görüşüm bulanıklaşırken Adriel'e bakıyordum.  Özellikle onu ve Abaddon'u kardeşim gibi görmüştüm, gerçekten sevmiştim onları sanırım onlara... güvenmiştim de. Elimi sırtıma uzattım. Ensemin biraz sağındaki iğneye dokunup çektim. Sıradan bir uyuşturucu iğneydi. Yerimde sallandım "İnsan yönüne bayılıyorum" dedi bu kez o melek "Biraz zaman alıyor ama bayılmak üzere olduğuna yemin ederim. Hatta beşe kadar sayacağım ve yere yığılmış olacak" dedi neşeyle. Ondan başka kimse neşeli görünmüyordu. İlk bulduğum yere tutundum ve zorla bir adım attım. Ayağımı kaldırmam sanki asırlar sürmüştü.

"1" diye seslendi melek. 

Kaslarımı hareket ettirmek zor da olsa mümkündü.  Hançerim elimden düştü ama bir adım daha atmayı başardım. 

"2"

En yakında duran Adriel'e bir adım daha yaklaşmayı başardım ama görüntü epey bulanıklaştığı için Adriel'e mi yoksa Abaddon'a mı baktığımdan emin olamıyordum. 

"3" 

Zihnim son derece bulanık olsa da son gücümle Adriel veya Abaddon olduğuna inandığım meleğin boynuna sarıldım. 

"4" 

"Size az da olsa güvenmiştim" diye yarım yamalak fısıldadım ve boğuklaşan onca sesin arasından en yakında olan, boynuna sarıldığım meleğin "Üzgünüm" demesiyle onun Adriel olduğunu anladım. 

Sonrasında güçsüzce onun kollarına yığıldım ve karanlığa gömüldüm. 

Meleğin 5 dediğini duymadım...

Cehennem'in Kanatları (Gölge 2)Where stories live. Discover now