10.Bölüm

2.3K 220 33
                                    

Gülümseyen yüzünde gezdirdim şaşkınlığıma ayna tutan bakışlarımı. İnce giyinmişti. Şalı kaymış, üzerindeki kanlı gömlek neredeyse parçalara ayrılacak gibiydi. Koyu kahverengi saçlarının döküldüğü omuzları çökük ve kaşları çatıktı. Kızgındı belli ki. Çünkü bir tek kızınca çatardı o güzelim kaşlarını. Sonra tekrar aralandı dudakları, tekrara sürülecek cümleleri kenarında kan pıhtılarını misafir eden dudaklarının ardına iterek elini tuttum. Soğuktu. Çok soğuk...


Oysa eskiden böyle miydi aşkı sıcağında tanıdığım kadın? Ne zaman düşüp kanatsam dizlerimi önce sarar, sonra öperdi acıyan yerlerimden. Geçerdi o zamanlar. İnanırdım. Canavarlar bölerdi uykularımı gecenin kör vakitlerinde. Duyardı sesimi. O gelip sarılırdı ya bana öyle, değil canavarlar tüm dünya bir olup karşımda dursa yine korkmazdım.

Ama bilirdi karanlıktan korktuğumu. Dizlerini yastık eder başıma, saçıma buseler kondurdu uyku benliğimi esareti altına alana dek. Öyle uyurdum ben işte. Cennet kokulu yanaklarını öperek ve huzur içinde. Düşünce deryasına kapılıp giderken, bedenimdeki ürpertinin sebebi kesinlikle soğuk değildi. İçim üşüyordu sanki.

Neden sarmamıştı kan revan içinde sarılmayı bekleyen yaralarımı, çığlık çığlığa adını sayıkladığım gecelerde. Neden kozamı kendi elleriyle yırtıp bırakmıştı ölümün kucağına. Bilmiyor muydu ömrümün bir nefes arası kadar olduğunu -ki o kadar bile dayanamamıştım işte. Onun soğuğuna sığındığı ölümün pençelerine düşmüş, avaz avaz can vermiştim, ruhum bedenime yapışıp kalırken. Ölü bir ruha üflemişti acıları, gidişi. Öyle ki, kalbim anbean çürümekte olan göğüs kafesimi parçalara ayırırken, ardından bile bakamamıştım. 'Dur' diyecek gücü bile bulamamıştım kendimde. Yummuştum gözlerimi ve sadece beklemiştim.

Avuçlarının arasında huzursuzca kıpırdanan ellerime düştü gözlerim yükseklerden ve parmak uçlarından dökülen güven benliğimi en ücra köşelerine dek sarıp sarmalarken gözlerine baktım. Geceyi kirpiklerinin ardına saklamıştı. Feri sönmüş, beyazı kanlanmıştı ve bir çok duygu gelip geçiyordu o zümrüt yeşili gözlerinden. Narin bedeni rüzgarda savrulan bir yaprak misali titriyordu. Üşüyordu belli ki. Avuçlarından sıyrılan ellerim önümde birleşmiş, yaşlar gözlerime dolmuştu kızgın birer kum tanesi gibi ve suçlu bir çocuk gibi bükmüştüm boynumu karşısında.


Kızgın ama bir o kadarda kırgındım. Hazmedemediğim şeyler vardı. Kabullenmek istemediğim ve canımı yakan. Sorulacak sorular vardı her gidenin ardından, söylenmemiş sözler ve hiç söylenemeyecek olanlar. Genzimi yakan bu sorular ve sözler benliğimi aşalı çok olmuştu. Sonra bir kaçı daha dizildi boğazımdaki yumrunun üzerine. Yutkundum ve derin bir nefes aldım.

İki damla yaş süzüldü o sırada gözlerimden yanaklarıma doğru. Elinin tersiyle yanağımdan süzülen yaşları okşarcasına silerken, çocuksu bir gülüş takdim etti sevincim dudaklarıma. Çocuktum ya işte, çabuk geçiyordu acılarım. Şiddetli yağmurların ardından göğe yedi rengini armağan eden o gök kuşağı kadar parlak hareler oynaştı gözlerinin yeşilinde ve sonra gülümsedi.

Daha önce hiç kimse gülmemişti sanki. Diğerlerinin dudakları sadece kıvrılmıştı ama gülmek ona özeldi. Parmak uçlarımda yükselerek sağ yanağını mesken tutan o minik çukura bastırdım dudaklarımı. Saçlarından derin bir soluk çaldım ve narin parmaklarını avuçlarımın arasına aldım. Soğuktu tuttuğum eli, gülüşü ise tüm buzulları dize getirebilecek kadar sıcak.

Alnıma düşen bir tutam saçı geriye doğru savururken biraz daha derinleşti yanağının sağ kenarındaki o meleksi çukur. Dinen acılarımın ardından filiz veren mutluluk tohumlarını her bir yana saçmış, gecenin kucağında soluklanan çicekler açmıştı sonbahara nispet yaparcasına.

Mutluydum. Yokluğunu bile hissedemeyecek kadar yoksun kaldığım bu duygu tüm varlığıyla hissettirmişti kendini. Ayaklarım yerden kesilmiş ve yükselmeye başlamıştım göğe doğru. Silikleşmeye başladı önce arabamın silüeti. Sonrada ağaçlar ve diğerleri. Biraz daha yükseldim sevdiğim kadının eli avuçlarımdayken.

Çok hafiftim. Hayatın tüm yükü omuzlarımı terk etmiş ve beni bana bırakmıştı sanki. Ölmüş olmalıydım ve eğer ölüm böyle bir şey ise kesinlikle çok güzeldi. Anlatıldığı gibi sarmamıştı acı ve azap her yanımı, ateşler veya yeşillikler yoktu yükselişime rota olan bu yolda. Sadece ben ve sevdiğim kadın... Güzeldi işte. Sol yanımdaki sızı dinmiş ve tüm acılar yerini eşsiz bir huzura bırakmıştı.

Biraz daha yükseldik sonra. Bulutların ardındaki uçsuz bucaksız vadilerin mor sümbülleri beyazın saflığına karışıp gözlerimizi kamaştırırken üzerimizden akan şelalenin cömertçe savurduğu su damlalarından birini avuçlarımın arasına hapsediyor ve pembemsi gökte usta bir ressamın fırçasından dökülmüşçesine salınan mavi bulutların ahenkli dansını hayranlıkla izliyordum. Gök kuşağının tüm renklerini kanatlarında taşıyan bülbüllerin keyifli şakımaları kulaklarıma ulaşırken irislerine kadar sinen büyülenmişlikle irileşen gözlerim gördüklerini kazımak istercesine etrafta gezinmeye başlamıştı. Bal rengi bir nehirin berrak suyunda parıldayan kar beyazı balıklar, sarı yapraklı mor ağaçların yeşil dallarında sükutu paylaşan sincaplar ve kırmızı güllerin hemen üzerinde uçuşan turuncu benekli turkuaz kelebeklerin oluşturduğu bu tablo bir cennet bahçesini andırıyorken büyülenmemek mümkün değildi zaten.

Öyle ise ölmüş ve meleğimin kollarında kavuşmuş olmalıydım cennetime. Başka bir açıklaması yoktu bunun. Soran gözlerle ona doğru döndüğümde gülümsüyordu her zamanki gibi. Gülüşü tüm buzulları eritebilecek kadar sıcak, avuçlarımı sıkıca kavrayan elleri ise bir o kadar soğuktu. Bileğimde hissettiğim ıslaklık alışılagelmişin dışında bir ferahlık sunarken tenime görmeyi beklediğim manzara kesinlikle bu değildi. Ayrımına varamadığım yaşlar gözlerimden bileklerime düşerken, bu sefer kan değilde yaranın kendisine karışıyordu. Yaşlar düştüğü yerleri tene bürürken, yeşil damarların üzerinde konaklayan o manidar kesik anbean silinip gidiyordu gözlerimin önünde. Gördüklerine inanamayan gözlerim hızlıca gözlerini bulurken, dile dökülmeyi bekleyen şaşkınlık nidalarıyla aralanan dudaklarımın üzerine bastırdığı işaret parmağı ve kulaklarımda raks eden o naif sesi tekrar sükuta bürünmemi sağlamıştı.

''Aradığının cevaplar soruların içindeyken, baltalama boşuna sessizliğimi. Sus! Sus ve etrafına bak sadece.'' Dudaklarımdan ayrılan işaret parmağı ile uzak bir noktayı işaret ediyordu. Sonra bir adım attı oraya doğru. ''Görüyor musun?'' Bir soru değildi bu ve beklediği bir cevap yoktu, kendi kendiyle konuşuyor gibiydi daha çok. ''İyi bak!'' Dedi yükselen sesi kulaklarıma çarpıp beyin duvarlarımı parçalara ayırırken. ''Bunlar senin kaybettiklerin.'' Parmağını sağa doğru kaydırdığında gözlerimi bulan gözlere ek olarak duyduğum sözler...

''Şuradaki.'' Dedi, her bir hecenin üzerine basa basa. ''Oğlun ve sevdiğin kadın.''

*Bu bölümü yazarken içerisinde olduğum duyguları gerçekten tarif bile edemem. Çok farklı oldu benim için ve ilk defa böylesi farklı ruh halleriyle harmanlanan bir bölümle karşınıza çıkabildim. Mutluluk, hüzün, acı, kalbimi avuçlarının arasına alıp bir mengene gibi sıkan kasvet ve sonrasında garip bir neşe. Yazarken yaşadığım duygulardı bunlar ve o yüzden özellikle istiyorum sizden, bölüm hakkındaki düşüncelerinizi belirtmenizi. Her türlü görüşünüze ve fikirlerinize açık olduğumu unutmayın lütfen. Yorumlarınızı ve hislerinizi büyük bir merakla bekliyor olacağım :)

Bir sonraki bölüm için sayfayı çeviriniz --->

Ölürsem Sevemem Seni (ASKIDA)Where stories live. Discover now