Bölüm 17 - Gölge Sarayı

3.3K 455 332
                                    

Ayrılıklar hep zor olmuştur elbette, yine de Zaina'nın Aldin'e vardığında daha güvende olacağını bildiğim için bana kendimi o kadar da kötü hissettirmedi. Yalnızca, o ıssız beyazlarda ve grilerde tek başına yol alırken hep tetikte olması, her ağacın arkasını görmesi ve her suyun ötesini duyması gerekiyordu. Gardını bir saniyeliğine bile düşürmemeliydi. Onun bunu başarabileceğine olan güvenim eksiksizdi. Söylediği gibi, Zaina başının çaresine bakabilirdi.

Bizse bilmediğimiz, ne zaman şiddetli bir şekilde sarsılsa devrileceğinden korktuğumuz bir arabada, tanımadığımız kaçakçılarla yolculuk ediyorduk ve bu beni daha huzursuz edemezdi.

Güçlü gördükleri için öylece üzerine atılmadıkları, önce kendilerine onun kendi elleriyle bir Datura'yı öldürdüğünü hatırlattıkları uzun boylu, sarışın Şifacı artık bizle değildi. Bu bize olan tavırlarını pek değiştirmişe benzemiyordu fakat yorgun olsak dahi üçümüz de aynı anda uyumayacaktık.

Yanımızda olmasa bile hala Zaina'dan korkuyorlar, diye düşündüm önce.

Sonra aslında benden korkuyorlar diye hatırlattım kendime. Bu bana istediğim her şeyi başarabilirmişim gibi hissettirdi. Artık yalnızca, korktuğunda boynunda asılı duran madalyondan sanki sihirliymiş gibi onu kurtarmasını dilerken ölmeyi bekleyen, aciz ve korkak bir insan gibi hissetmiyordum kendimi. Kesinlikle öyle hissettiğim olmuştu, buraya geldiğim ilk gün mesela. Başka bir dünyada tamamen çaresiz ve yalnız olduğumu bilmiyordum ama karnımı doyurmak için bir tavşanı avlayacak cesareti bile gösterememiştim. Ama şimdi devasa, kanatlı bir canavarın karnını deşmiş, onun kanıyla ellerimi yıkamıştım. Bir insanın yalnızca birkaç günde bu kadar değişebileceğini düşünmezdim elbette ama yalnızca birkaç günde benim bu kadar değişebileceğim, zihnimde hep ihtimal dışı olmuştu. Yine de buradaydım işte. Hala ne kaçakçısı olduğunu bilmediğim adamların arabasına kendi rızamla binmiş, avucumu boydan boya tamamen kendi rızamla kesmiş ve büyü işlemeyen korkunç bir yaratığı öldürmüştüm. Ve tüm bunlar olalı yirmi dört saat olmamıştı.

Birkaç gün önce en büyük kâbusum sarı gözlü bir kurttu.

Dün gece, şimdi adını bilmediğim o nehrin dibinde çürüyen canavarla olan kavgamızda galip gelip kelimenin tam anlamıyla cehennem gibi bir gece geçirdikten sonra uykuya dalmış, sonrasında rüya bile görmemiştim. Belki de hayal gücüm, bana sağlamından bir kâbus sunmak için o geceden daha korkunç bir şeyler bulmakta başarısız olmuş ve böylece vazgeçmişti.

Duraklamalar, saklanmalar, arabanın sarsıntıları yüzünden verilen kusma molaları ve uzun yolu tercih etmelerin sonucunda yolculuk üç gün sürdü. Karlı yollar tekerlere uygun değildi ama yine de bundan daha hızlı olan başka bir araba bulmak imkânsız sayılmazdı.

Marlo ve ben Nos'un uyumasına müsaade ederek onun yerine de nöbet tutmuştuk.

Bir ara uykusundan sıçrayarak uyanmıştı. Etrafını kolaçan etmiş ve güvende olduğu kanısına varacak kadar etrafını inceledikten sonra kaşlarını indirmiş, bakışlarını sakinleştirmişti. Kim bilir ne görmüştü rüyasında?

"İyi misin?" diye sordum telaşla. Karşımda oturduğu için ellerim istemsizce öne doğru, ona doğru atılmıştı. Bir süredir sürekli ona gitmek istiyorlardı zaten.

Zarif elleriyle gözlerini ovdu. "İyiyim," dedi sonra. Sesi yorgun, dingin ve normalden daha kalındı. "Ne zamandır uyuyorum? Benim nöbet sıram gelmedi mi? Ve sen kadar süredir uyumadın? Gözlerin gümüş bir kan çanağına benziyor."

"İltifat için teşekkürler. Ama hayır, senin sıran henüz gelmedi."

Yalan söylemek zorunda kaldığım kişinin Marlo olmaması bir şekilde rahatlatıcıydı ama doğruyu söylemediğimi anlayamıyor diye Nos'a yalan söylemek de beni bir o kadar huzursuz etmişti. Onun iyiliği için bile olsa.

Gümüş YürekWhere stories live. Discover now