Bölüm 2 - Taş Basamaklar

10.6K 1K 1.5K
                                    

Ertesi gün ve ondan sonraki gün boyunca kar yağışı hiç kesilmedi. İki dakika için bile. Bu yüzden evden ayrılmadık. Kona tüm gün bu alçak duvarlar arasında resim çizerken ve dışarıda kardan adam yapıp kartopu savaşında beni yenmeyi dilerken ben dışarıyı izlemekle yetinmiştim. Daha ne kadar burada kalacağımız, eve ne zaman döneceğimiz henüz belli değildi.

Kış Bayramı'ndan sonraki üçüncü gün, havanın önceki iki güne göre daha iyi olduğunu düşünüp Kona'yla birlikte hava almak için dışarı çıkmaya karar verdik. Bu sefer de evin kuzey tarafında kalan yerleri keşfe çıkacaktık.

"Eldivenlerini unutmasan iyi edersin, dışarıdaki karı görünce dokunmadan duramayacağını biliyorum," dedim, büyükannemin bana verdiği koyu kahverengi pelerinin tek düğmesinin hemen altındaki ipleri bağlarken. Kendiminkini giymeyi istememiştim çünkü benimkinin aksine bu pelerinin bir başlığı ve iç cepleri vardı.

"Her şeyden önce ilk eldivenlerimi giydim," dedi Kona, ellerini bana gösterip sırıtırken. "Asıl sen eldivenlerini unutmasan iyi edersin, yüzüne ne zaman bir kartopu yiyeceğin hiç belli olmaz."

"Dışarı kartopu savaşı yapmaya çıkmadığımız konusunda anlaştığımızı sanıyordum."

"Dışarıda dikkatli olun," diyerek araya giren annem Kona'nın kürklü pelerininin düğmesini iliklemede ona yardım etmek için önünde eğildi. "Ve lütfen hava kararmadan evde olun."

"Olacağız," dedim ve pelerinimin kapüşonunu başıma geçirdim.

Daha sonra dışarı çıktık.

Büyükannemin evinden uzaklaşırken Kona zıplayarak, neredeyse dans ederek yürüyordu. Dört duvar arasında oturmak için doğmamıştı, orası kesindi. Doğal yaşam alanı burasıydı, açık alan, ormanlık alan, kardan adam yapabileceği her yer. "En sevdiğin mevsim ne?" diye sorduğumda cevabı çoktan biliyordum.

"Kış."

Evet, beklediğim cevap buydu.

"Peki, seninki hangisi?"

"Sanırım benimki ilkbahar."

Bir süredir yürüyorduk, günün en sıcak olduğu saatlerde olmamıza rağmen güneş tüm gücünü yitirmiş, kar ve buza karşı yaptığı savaşı kaybetmiş gibiydi. Çevrede buralarda başka insanların da yaşadığına dair herhangi bir iz yoktu, herhangi bir ayak izi, baca dumanı ya da sönmüş bir ateş... Hiçbir şey. İlginç ya da dikkatimizi çeken bir şeye de denk gelmemiştik. Sadece düz, bazen eğimli, karlı çamlarla ve çalılarla kaplı ormanlık alan. Kona da sıkılmaya başlıyordu ama görecek ilginç şeyler olmadığı için konuşacak ilginç şeyler bularak onu meşgul tutmaya çalışıyordum.

Bir ara, mola vermemiz gerektiğini düşünüp bulduğumuz devrilmiş, kuru bir ağaç gövdesinin üzerine oturduk. Ağacın düştüğü yerin çevresi sık çam ağaçlarıyla kaplıydı bu yüzden yer yer karla kaplanmış olsa da üstünde iki kişinin oturabileceği kadar kuru alan kalmıştı. Kona, ne zamandır elinde tuttuğunu bilmediğim ince bir çubukla yere rastgele şekiller çiziyordu. "Daha ne kadar yürümemiz gerekiyor?"

"İstediğin zaman geri dönebiliriz, biliyorsun."

Daha sonra aşağı yukarı bir saat daha yürüdük, harika bir şey buluruz umuduyla ilerlemeye devam ettik ancak böyle bir şey bulamadık. Kona artık doğru düzgün konuşmuyordu, sıkılgan bir şekilde, yavaşça yürüyordu ve gözlerindeki bıkkınlığı görebiliyordum ama ona rağmen eve dönmek istediğini söylemiyordu. Sanırım merakı, yorgunluğuna sesini çıkarmamasını emrediyordu. Aslında şu an mutlu olması için kardan bir topu yüzüne yemesi yeterli olurdu. Ancak hava soğuktu, daha uzunca bir dönüş yolumuz vardı ve ıslanmak, hâlihazırda üşüdüğümüzden daha fazla üşümemiz, hiçbir işimize yaramayacaktı. Tehlikeli bile olabilirdi. Tehlike demişken, şimdiye dek karşımıza yırtıcı bir hayvan çıkmamış olması da mucize sayılırdı. Bunu düşünüp ürperdim ve geri dönmemiz gerektiğine karar verdim. Belki kartopu savaşını büyükannemin evine yaklaşınca başlatırdım.

Gümüş YürekWhere stories live. Discover now