11-AKİNA

14 3 0
                                    


-AÇELYA-

Bedenim yokmuş gibi hissediyorum. Sanki biri beni parçalarıma ayırmışta bir araya getirmeyi unutmuş gibi. Ne hareket edebiliyorum ne nefes alabiliyorum. Sanki hiçliğin arasında savruluyorum ve bana ben bile yardım edemem.

Bu ışıkta ne böyle, canımı acıtırcasına parlıyor. Sanırım birileri geliyor, hissedebiliyorum ama göremiyorum. Yoksa kör mü oldum? Bu mümkün değil kör olsam ışığı da göremem öyle değil mi? Harika, şimdi de kendi kendime konuşmaya başladım. Birileri gittikçe yaklaşıyor gibi. Yaklaştıkça tanıdık sesleri seçebildim.

"Açelya'yı da bulmalıyız. Kim bilir nerede? Her yer birbirinin aynısı. Çok tuhaf bir yer burası."

Bu aes Helena'nın sesiydi. "Buradayım. Yardım edin." diye bağırdım. Sesim tahminimden daha zayıf çıkmıştı.

"İşte orada." Bu Barış'ın sesiydi. Gürültüyle bir kapı açıldı ve birinin bana sıkıca sarıldığını hissettim. Güçlü kolların sahibi, "İyisin." dedi. Bu sesi tanıyordum Ateş'ti bu. Ne diyeceğimi bilemiyordum sadece "Göremiyorum." diyebildim. "Başta bize de öyle oldu. Alışmak için kendine zaman ver." Bu seste Bilgin'e aitti. Herkes buradaydı şükürler olsun. Ateş sonunda kollarını bedenimden ayırarak elimi tuttu ve "Elimi bırakma." dedi. Başımla onayladım. Çok tuhaftı. Sanki elinde büyülü bir şeyler vardı. Kendimi hafiflemiş gibi hissediyordum. Bu eşsiz duyguya tutundum ve beni yönlendirmesine izin verdim.

Gözlerim yavaş yavaş düzelmeye başlamıştı. Labirent gibi bir yerin içindeydik sanki. İçeriye vuran altın sarısı ışık bize yol gösteriyordu. Tam anlamıyla görmeye başlayınca Ateş'in elini bıraktım ve en yakın pencereye yetişmek için parmak uçlarımda yükseldim. Dışarıya baktım; sapsarı bir gökyüzü ve onun biraz koyu tonlarında toprak alan dışında hiçbir şey yoktu. Her yere geniş bir sarılık hakimdi. Toprakların aralarındaki bazı taşlar parıldıyordu sanki altın gibiydi. Özge, "Ne görüyorsun?" diye sorunca pencereden uzaklaştım ve "Sanırım sarı bir gezegendeyiz." dedim. Dediklerime kendim bile inanamıyordum. Bir kez farklı bir boyuta geçmiştim ama başka bir gezegende olmak inanılmaz bir şeydi. Özge, "Bunu görmem lazım." diyerek pencereye yaklaştı ve "İnanılmaz sanki az önce altından bir taş gördüm." dedi. O sırada dengesini kaybetti ve bileği burkulunca Ateş düşmeden onu belinden tutup yakaladı. Özge ona gülümseyerek ona teşekkür edince kendimi çok tuhaf hissettim. Sanki içimden bir şey kopup gitmişti. Bana neler oluyordu böyle? Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım ve "Annemle babam nerede?" diye sordum. Bilgin, "Hemen arkamızdan gelmiş olmaları lazımdı. Belki başka bir hücrededirler. Buradaki hücreler çok tuhaf, hepsinin kapısı açık. Sanki birileri özellikle buradan çıkmamızı istiyor gibi." dedi. "O zaman önce onları bulalım." dedim ve bu tuhaf yerde ilerlemeye başladım. Tam adımı mı atacakken yerden merdiven çıktı ve tavana kadar ulaştı. Geriye doğru sendeleyerek, "Bu da ne?" dedim. Bir anda nefesim kesilmişti. Her şey inanılmaz derecede garipti. Arkadan yabancı bir ses, "Sonsuzluk kulesi." deyince hepimiz aynı anda arkamızı döndük. Üzerinde uzun kırmızı kapşonu yüzünü tamamen örtmüş pelerinli kız, "Sonsuzluk kulesine hoşgeldiniz. Sonsuz ömrünüzü bu kulede cezalandırılarak geçireceksiniz. Lütfen merdivenleri çıkın. Tören birazdan başlayacak." dedi. Hepimiz ağzımız açık bir şekilde kızı dinlerken, kız ellerini kapşonuna götürdü ve kapşonunu indirdi. Civciv sarısı, uzun su dalgalı saçlarının üzerinde alnının ortasına kadar gelen bir zincir takılıydı. Zincirin ucundaki koyu sarı taş parlıyordu. Bronz teninin renginde olan dudakları solgun görünürken, açık sarı gözleri tuhaf bir ışıltıyla parlıyordu. Kız eliyle merdivenleri işaret edince hepimiz tek sıra halinde çıkmaya başladık. Burası gizemlerle dolu, şaşırtıcı bir yerdi. "Eğer başka bir gezegendeysek nasıl aynı dili konuşabiliyoruz." diye sordum. Cidden kimse bunu merak etmiyor muydu? Adını bilmediğim kız gülümseyerek, "Biz bütün dilleri biliriz ve bütün geçmişi görürüz. İsimlerimiz sıfatlarımızdır ve tüm dillerde aynı anlama gelir. Böylece karmaşa yaşamayız." deyince Bilgin, "Kimsiniz siz?" diye sordu. Kız, "Biz zamanın elçileriyiz. Zamanı kontrol altında tutmakla sorumluyuz." dedi. Ateş, "Peki zamanın muhafızları, onlar ne yapıyor?" diye sorunca kız, "Onlar zamanı korur ve zarar görmesine izin vermez, muhafaza eder. Zamanın cellatları ise zamanın kurallarını çiğneyen evrenin yasalarına uymayan canlıları cezalandırırlar ama nesilleri tükenmek üzere olduğu için muhafızlar da aynı sorumluluğu taşırlar." dedi. Özge, "Yani kendilerini tanrı sanıyorlar." deyince kız öfkelenerek, "Bu ne cürret. Hepimiz ilahi gücün yarattığı canlılarız ve sorumluluklarımız var. Yaratıcı değiliz olamayız da sadece diğer yaratılanlar gibi görevlerimizi bilir, sorumluluklarımızı yerine getiririz. Sizin gibi bu evrene neden geldiğini bile bilmeyen canlılardan üstün olduğumuz kesin fakat kimse ilahi gücün varlığına erişemez ve onun sıfatına erişmeye cüret edemez." dedi. Özge çenesini kapatıp merdivenleri çıkmaya devam ederken içimden gülmeden edemedim. Az önce fena şekilde azarlanmıştı ve bu beni iyi hissettirmemeliydi ama kendime engel olamamıştım.

Merdivenler bitince karşımıza uzun bir koridor çıkmıştı. Uzun koridoru yürürken, "Bahsettiğin şey zamanın bekçisi olarak doğman mı yoksa meslek gibi bir şey olması mı?" diye sordum. Kız, "Hepimiz Akina'da doğmadık. Seçilip gelenlerde var. Akina sizin dilinizde sonsuzluk anlamına gelir. Burası sürgün edilenlerin tutulduğu alan dışarıdaki gezegen ise seçilmişler için çalışma alanı. Ve hayır bir meslek değil karşılığında bir şey talep etmeyiz. Sadece kendimizi adar ve yapmamız gerekenleri yaparız. Sorumluluklarımızı yerine getirince doğa bizi ödüllendirir, besin verir, iyileştirir ve kötü duygulardan arındırır." dedi. Anlatırken sesi hayat ve hayranlık doluydu. "Peki sen Akina'da mı doğdun?" diye sordum. Kız bir an susmuştu. Özel alanına girmiştim sanırım. O sırada karşımızda siyah demir gibi ağır görünen tuhaf işlemeleri olan bir kapı çıktı. Kız kapıyı açtı ve içeri girdi. Biz de peşinden girdik. Bu alan çok daha ferah ve aydınlıktı. Oldukça geniş alana, boydan boya pencere olan yerlerden içeriye ışık doluyordu. Döşemeler ve duvarlar altından yapılmış gibi ışıl ışıl parlarken, dikdörtgen olan pencere kenarlıkları türünü anlayamadığım bir şeyden yapılmış mat siyahtı. Kapılar ise daha koyu ve derin siyahlıklar içinde parıldıyordu. Etrafa hayran hayran bakarken kız elimden tuttu ve beni altın sarısı geniş bir sandalyeye oturttu. O sırada girdiğimiz kapının beş yüz metre ötesindeki kapıdan biri girdi. O da pelerininin kapşonunu açtı ve "Demek geldiler." dedi.

İçeri giren kızın kahverengi ile sarı arasında tuhaf bir tonu olan saç rengi vardı ve uzun düz saçları dışarıdan vuran ışıkla parıldıyordu. Saçları kaşları ve gözleri aynı renkken teni kül gibi bembeyazdı. Bana yaklaştı ve elini başımın üzerine koyarak, "Adı Çiçek. Vücut yaşı on sekiz. Ağırlığı kırk yedi. Dayanıklılığı, göründüğünden daha güçlü. Elementi toprak. Adaylık için uygun." dedi ve elini başımın üzerinden çekti. Ayağa kalkarak, "Bu da ne demek?" diye sorunca kapıdan iki elçi daha girdi ve kollarımdan tutarak beni sürüklemeye başladı. Çığlık atarak çırpınıyordum ama çok güçlüydüler. Diğerleri ileri atılarak yardım etmek istemişti ama kül rengindeki kadın tek bir el hareketiyle hepsini olduğu yere sabitlemişti. Çırpınışlarımın arasında son gördüğüm şey bir çift mavi göz oldu.

DÖNGÜ 3 / ZAMANIN MUHAFIZLARI (Tamamlandı)Where stories live. Discover now