Bölüm 8

216 19 84
                                    

Anahtarımı günün yorgunluğunu omuzlarımda hissederek kilidin yuvasında çevirip sokak kapısını açtım. Bütün mahalleyi kollarının arasına alan uykulu sessizliği iyice pekiştiren bir baykuşun uğultusunu geride bırakarak içeri geçtim. Bez ayakkabılarımı çıkartmak için ne bağcıklarını çözmeyi ne de ardımdan kapıyı kapatmayı bekledim. Güneş gidince ansızın çöken soğuk hava ve baykuşun mırıldanışı kapıyı örtmemle bıçak gibi kesildi.

Gün boyunca kayda değer hiçbir şey yapmamış olmama rağmen kendimi öyle bitkin hissediyordum ki her şeyi ayakkabılarımı kapının önünde bırakır gibi arkamda bırakmak ve bir an önce yatağıma uzanmak istiyordum.

Öncelikle bunun için annemlere her şey yolundaymış gibi görünmem gerekiyordu. Aslında belirli bir sorun olmadığı için her şey yolundaymış gibi düşünmeme gerek yoktu. Zaten yolunda olmalıydı.

Sadece biraz yorgundum o kadar.

Holün ışıklarını yakmadan ufak adımlarla girişteki kilimin üstünden adımlıyordum. Bir kısmı salondan koridora yansıyan loş televizyon ışıkları ve açık ekrandan dışarıya yayılan, konuşan karakterlerin sesleriyle annemin esnemesi birbirine karıştı o an. Bu en azından hâlâ yatmadıklarını gösteriyordu. Saat henüz o kadar da geç değildi fakat bazen bunu önemsemeden sırf yapacak bir şeyleri olmadıkları ya da sıkıldıkları, yorgun oldukları için erkenden uyuyabiliyorlardı.

Bu akşamın da onlardan bir tanesi olmasını isterdim. Ancak ben onlara görünmeden sessizce odama çıkmayı amaçlarken muhtemelen sokak kapısının açılıp kapanma sesini işitmiş olan babam bana içeriden, "Jules!" diye seslenince olduğum yerde kalakaldım.

Gözkapaklarım usulca kapandı. Pekâlâ. Derin bir göğüs geçirdim durduğum yerde. Gözlerimi tekrar açtığımda göz kürelerim loş karanlıkta olsa dahi kendini belli eden tişörtümdeki ve pantolonumdaki birkaç küçük kan lekesini buldu. Açıkçası Calum'lardayken onları silmekle uğraşamamıştım. Bunu yapacak halim pek yoktu. Calum'un banyosunda yerde, çocukluğumdan kalma hissettiğim alışılmış bir çaresizlik ve endişe hiç beklemediğim bir anda üstüme çullanınca düşünmeden etmeden söylediğim o cümleden sonra kıyafetlerimdeki lekeler dert edemeyeceğim kadar önemsiz görünmüşlerdi. Hayır, üzgünüm, o an önemsemeyeceğim bir yerdelerdi demeliydim.

Zira şimdi koridorda kıpırdamadan dururken umurumda olmadıklarını söyleyemiyordum.

Tanrım, diye geçirdim içimden. Benden çok hoşlanmadığını biliyorum. En sevdiğin kulun falan olamam. Yani... şartları düşününce. Ama bir kere olsun benden yana olmana ihtiyacım var.

"Erm..." Duraksamanın sırası olmadığını kendime hatırlatarak boğazımı temizledim. "Selam. Ah... odama çıkıyorum."

Babam içeriden bana karşılık olarak, "Ne bu acelen?" diye seslendi. "Gel de biraz seni görelim."

Olduğum yerde kaldım. Sanki ayak tabanlarım zamkla döşemeye yapıştırılmıştı. Bu o kadar da büyütülecek bir mesele değildi belki de. Hatta... üstümdeki lekeleri hiç fark etmeyebilirlerdi de. Ama her şeye rağmen görebilmeleri ihtimali de vardı ve o zaman haliyle onlara bir açıklama borçlanacaktım. Sebebini bilmediğim bir şeyi ne kadar açıklayabilirsem, o kadar anlatabilecektim. Yani anlatamayacaktım.

Sonrasında telaşa kapılacaklardı. Uzun zamandır burun kanamalarımın olmadığını ve şimdi birdenbire bunun nasıl olduğunu sorgulamaya başlayacaklardı. Annemi paniklemiş, elleri belinde, salonda bir aşağı bir yukarı sehpanın kenarından volta atarken ve kendi kendine konuşarak, kafasında -ama yine de seslice- bir neden sonuç ilişkisi kurmaya çalıştığını hayal etmek o kadar da zor değildi. Babam ona nazaran biraz daha soğukkanlı kalmayı başarabiliyordu ancak gözlerinin düşünceli düşünceli bulutlandığını görecektim ve canımın yandığını düşünerek bana hüzünle bakacaktı. Arada sırada anneme sakinleşmesi için ufak sözlü, tatlı dille söylenene müdahalelerde bulunacaktı ama tabii ki gücü yetmeyecekti. Annemin paniğinin, telaşının, kaygısının önüne hiçbir şey geçemiyordu. Bunu istemiyordum.

Folklore || cthWhere stories live. Discover now