Giriş

787 37 118
                                    

Annesi dizlerini hafifçe bükerek eğilip, Jules'un elbisesinin ucu katlanan eteğini düzeltti. Parmak uçları bunu yaparken oldukça nazik ve uysaldı. İnci pembesi bir rujla renklendirdiği dudaklarında da dokunuşundaki nazikliğin yüzüne bir yansıma olarak düşen bir tebessüm vardı. Sıcak, anaç ve sevgi dolu.

Jules annesine her baktığında yüreğinde bu duygular uyanıyordu. Son iki yıldır hayatının aslında sandığı gibi olmadığını öğrense de bu sevecen, kibar, anlayışlı, göğsü onun gözlerinin içine her baktığında sevgi, Tanrı nihayet kendisine bir anne olma şansını bahşettiği için duyduğu minnet, şükran ve güneş ışıklarını andıran ılıklık ve parlaklıktan başka hiçbir şey hissetmeyen kadın onun için çok şey ifade ediyordu.

"İşte oldu," dedi annesi. Jules'un ela, içlerinde minik çakıl taşı tanelerini andıran yeşil noktalarla çevrelenmiş irislerine bakarken gülümsüyordu. "Hediyeni içeri girdiğinde Noel ağacının altına bırakabilirsin tatlım."

Jules kirpiklerini kırpıştırarak annesine baktı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Utana sıkıla gözlerini birazdan yalnızca dışı ile kalmayıp, içini de görecekleri eve çevirdi. Dışarısı soğuk ve karlıydı. Küçük burnundan solukları beyaz bir duman misalinde, hülyalı hülyalı kıvrılarak süzülüyordu her nefes alıp verdiğinde. Çatı, bahçedeki ağaç dalları, mor renkli çizmelerinin tabanlarının etrafı, üzerinde Hood yazılı posta kutusunun üstü bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Evin içinden dışarıya bastırılmış da olsa içerideki hareketliliğin bir parçası dökülüyordu.

Jules yutkundu. Bir eli annesinin avucuna bir serçenin yuvasına sığındığı gibi sığınmıştı. Parmak uçları annesinin teninde güveni arıyordu. Bu, Jules'un kaybetmekten en çok korktuğu şeydi. Hayatı boyunca da her zaman biraz eksikliğini hissedeceğini biliyordu. O doğduğu günden beri asıl evini kaybetmiş bir çocuktu. Güven, daha onun doğduğu gün kalbini terk etmişti zaten.

Ama burası, bu insanlar, ona güvenmeyi öğretmişti. Sevmeyi. Paylaşmayı. Aileyi. Güveni hissettirmişlerdi. İki yıl önce yıkılır gibi olduğu, biraz darbe sonucunda çatlaklar aldığı doğruydu. Jules her ne kadar bunu inkâr etmek istese de edemiyordu. Fakat nihayetinde kendini bildi bileli annesi ve babası bu insanlardı: Midge ve Henry Carter.

Jules gireceği evde başka çocuklar da olacağını biliyordu. Bu yüzden kendini biraz gergin hissediyordu. Bu duygu göğsünü öyle rahatsız ediyordu ki, sanki o bir topraktı ve henüz bu yaştayken hissettiği kötücül duygular onu acımasızca eşeliyordu. Annesi Midge'in elini biraz daha sıktı. Babası arabayı park edecek uygun bir yer bulana kadar söyleyeceklerini bir an önce söylemek istiyordu.

"Eve gidebilir miyiz?"

"Jules," dedi Midge. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı doğrulduğu sırada. "Bunu konuşmuştuk."

"Onları tanımıyorum."

"İyi ya işte, tanışırsınız. Önümüzdeki sene onlarla aynı okula gideceksin. Şimdiden arkadaş olursanız fena mı olur?"

Hem de ne fena, diye içinden geçirdi Jules. Üçüncü sınıfı bitirdiğinde okul değiştireceği yetmezmiş gibi bir de ailesi bunun iyi bir fikir olacağını düşünüyordu. Bu tamamiyle kâbus kelimesinin sözlük anlamını oluşturuyordu onun için.

Jules elindeki hediye paketinin kağıdına parmak uçlarını sürttü. Montunun, atkısının ve beresinin içinde kaybolmak, eriyip gitmek istiyordu daha şimdiden. "Arkadaşlara ihtiyacım yok. Hem aldığınız hediyenin ne olduğunu bile bilmiyorum. Benim seçmem gerekmez miydi?"

Midge karışık bir ifadeyle kızına baktı. Onu söylediklerinde yarı haklı, yarı da haksız buluyordu. Hangisinin hangisi olduğu çok açıktı. Hoşgörülü bakışlarla kızının yüzüne bakıp, beresinin altından çıkan birkaç tel saçı düzeltti. "Haklısın canım. Ama alışveriş için zamanımız yoktu. Babanın dönüş yolunda tahminen bir şeyler alması gerekti. Yine de hediyenin çok sevileceğine eminim."

Folklore || cthWo Geschichten leben. Entdecke jetzt