66. CESEDİ BULUNMAYAN BİR SEVGİ, SİLAHI SEVGİLERİNE DOĞRULTMUŞ İKİ SEVGİLİ

28 5 8
                                    

Kar durdu.

Sonra tekrar yağmaya başladı. Yerler yine bembeyaz oldu ve bir daha çıkan güneşle erimeye başladı.

Çatıda değildik. Yatak odasındaydık. Çok kötüydü durumu. Yaranın çevresi iltihaplanmıştı. Ateşi çıkıp inmek bilmiyordu. Tüm gece başında bekliyor ve koltuk altlarına, alnına ıslak bez yerleştiriyordum. Bir kere doktor gelip bakmıştı. Neyse ki bizden biri olduğu için gerekli ilaçları bırakıp gitmişti. Doktor gittikten bir saat sonra yine ateşi yükselmişti. Ona ılık bir duş alması gerekiyordu ama daha fazla ilacın etkisindeyken ona dokunmak istemiyordum. Evet, niyetim asla kötü değildi ve bunu o da bilirdi. Hangi durumda olursa olsun. Ancak zaten bilincini topladığı kısacık anlarda bile benden korktuğunu belli ediyorken bir de onu kendim duşa sokamazdım bu yüzden Dolunay'ı çağırmıştım. Ilık duştan sonra biraz olsun kendine gelebilmişti. Elis İstanbul'la Denizli arasında mekik dokuyup duruyordu. Kah oradaydı kah burada. Orası da en az bu evin bahçesi kadar karışıktı. Bahçede çok fazla göçük vardı. En kısa sürede buradan gitmeliydik çünkü ben emindim ki o askerler André'nin gönderdikleri değildi. Bizi her an takip etip resimlerimizi kullanan her kimse bunlar da onlardı.

Ölüler toplanırken bir tanesini inceleme fırsatı bulmuştum. Gözlerinde bir çeşit kamera vardı ve takip cihazları bile bizimkimizden çok farklıydı çünkü ağır yara alan ancak ölmeyen herkes o cihaz sayesinde öldürülmüştü.

Bilmediğimiz güçlü bir düşman vardı.

En önemli olan şey Ateş'ten nefret ediyor olmasıydı. Artık bu evden bu pislik dünyadan, benim bile bilmediğim kadar büyük ve kötücül olan Hyperion'dan kaçmamız gerekiyordu ama kaçmaktan ciddi anlamda yorulmuştum.

Eve gitmek istiyordum. Ev dediğimin neresi olduğundan emin değildim. Benim evim mi? Yoksa Meva'nın evi mi? Belki de yepyeni bir ev alınmalıydı.

İki günün ardından Ateş sonunda kendine gelip gözlerini açabilmişti. Yatakta oturmuş ve küçülebildikçe küçülürken benim ona bakmadığımı sanıp bazı anlarda kaçamak bakışlarla beni izliyordu.

Kaç kez elime sigara alıp söndürdüğümü saymamıştım ama iki buçuk paketi aştığına emindim. Tek bir nefes bile çekememiştim çünkü bana alnına yansıyan o kırmızı hedef ışığını hatırlatıyordu.

Beni taklit eder sanıp kaç defa yanında yemek yesem de tek lokma yemediği gibi kesinlikle ona yaklaşmama müsade etmiyordu. Bunu laflarıyla yapmıyordu ama ben her ayağa kalktığımda ya da onun olduğu tarafa yürümem gerektiğinde irkilip köşesine siniyordu.

Bu da midemin iyice kendimden bulanmasına sebep oluyordu.

İğrenç bir adamdım.

"Ateş?" diye mırıldandım kucağındaki ellerini izleyen kadına.

"Efendim?" dedi her çağırışımda yaptığını yaparak.

Burnumdan soludum. "Ben senin efendin değilim. Lütfen bunu söyleyip durma bana." Omuz silkti. "Öylesiniz ama."

En başa dönmüştük. Bana güveni sıfıra inmişti. Aramızdaki o kırılgan ve masum bağ paramparça olmuştu. "Bir şey yemelisin artık."

"Emredersiniz," diye mırıldandı.

Tanrı aşkına! Onu sarsmak ve hiçbir haltı emretmediğimi haykırmak istiyordum ama bu hiçbir sonuç vermezdi.

"Dolunay ya da Yonca gelsin ister misin meleğim? Onlarla yemek yersin belki." Dolunay ve Yonca sıklıkla odaya geliyorlardı ve o ikisiyle aynı ortamda olduğunda, eskiden benimle olduğu zamanki gibi gevşiyordu. Onlar gidince de tekrar kasılıyor ve benden çekiniyordu. Gitmemi istediğini biliyordum ama bir türlü dile getiremiyordu ve bende zaten odadan gerekmedikçe dışarı çıkmıyordum. "Siz isterseniz gelebilirler tabi ki."

HYPERİONWhere stories live. Discover now