Cam Kırıkları | askıda

By egimonae

419K 14K 1.8K

Üç yıl öncesinde kalan bir arkadaşlık, saçma sapan bir sebeple "değişim öğrencisi" statüsüne geçen bir genç k... More

: cam kırıkları
: birinci bölüm
: ikinci bölüm
: üçüncü bölüm
: dördüncü bölüm
: beşinci bölüm
: altıncı bölüm
: yedinci bölüm
: sekizinci bölüm
: dokuzuncu bölüm
: onuncu bölüm
: on birinci bölüm
: on ikinci bölüm
: on üçüncü bölüm
: on dördüncü bölüm
: on beşinci bölüm
: on altıncı bölüm
: on yedinci bölüm
: on dokuzuncu bölüm
: yirminci bölüm
: yirmi birinci bölüm
: yirmi ikinci bölüm

: on sekizinci bölüm

8.9K 566 125
By egimonae

Bölüm 18: "Güvendeyim."

Pazar günü öğlen üçe doğru gözlerimi açmayı başardığımda kafa derim de dahil bütün vücudum delicesine terlemiş, etrafıma sıkı sıkı sarmış olduğum çok da ince sayılmayacak battaniye bana öyle bir dolanmıştı ki, etrafımı ikinci bir deri gibi kaplıyordu. Birkaç dakika öylece kıpırdanarak battaniyeden kurtulmaya çalıştım ve başardığımda zaferle gülümseyerek gidip evin camlarından birini açtım; battaniyeden kurtulmuş olmam, saunadaki şişman, orta yaşlı bir adam gibi terlediğim gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu ne yazık ki.

Masanın üzerinde duran siyah, lastik bir tokayı alarak uyurken açılmış olan saçlarımı tepeden bir at kuyruğunda topladım ve banyoya giderek yüzümü soğuk suyla yıkadım. Kenardaki havlulardan biriyle yüzümü kuruladıktan sonra banyodan çıkarak evin boş gibi duran odakarlını tek tek gezdim fakat Alper görünürde yok gibiydi. Uzun konuşmalar, itiraflar ve bol bol ağlamayla dolu önceki geceyi düşününce ya yüzümü buruşturma isteğime engel olmak çok zor oluyor ya da kenara çöküp tekrar ağlamaya başlayasım geliyordu. Ağlayamazdım.

Önceki gece eğer Dilara gelmemiş olsaydı olabilecekleri düşündükçe mideme kramplar giriyor, boğazıma bir yumru oturuyor, gözlerim yanmaya başlıyordu; işte tam da bu yüzden ağlayamazdım. Dilara gelmişti ve ben, sayesinde, Kıvanç'tan kaçmayı başarmıştım. Bir şey olmamıştı. Güvendeydim.

Güvendeyim.

Bu bir kelimeyi kendime bir süre boyunca hatırlatmam gerekeceğini biliyor ve bundan nefret ediyordum. Ben asla aciz olmamıştım ve orospu çocuğunun teki yüzünden nefes aldığım her saniye yıkılıp ağlama tehlikesiyle burun buruna geliyordum. Öfke, damarlarımı yakarcasına vücudumda dolaşmaya başladığında henüz ne yapacağımı kestirememiş olsam da, gelecek günlerde ne yapmayacağımı çok iyi biliyordum. Kıvanç'tan kaçmayacaktım. Sorundan kaçmak, her ne kadar duygusuz ve şerefsiz bir orospu çocuğu olsa da, sadece beni "korkak" durumuna düşürürdü.

Hayır, Kıvanç'tan kaçmayacaktım.

Kahverengi saçları ve yeşil gözleriyle Kutay aklıma gelince istemsiz olarak yutkundum. Dün gece o kadar kararlıydım ki Kıvanç'ın yaptıklarını Kutay'a anlatmakta, o kadar emindim ki kendimden, "kesinlikle anlatmak istiyorum" diyordum kendi kendime, fakat o an, birkaç saat de olsa uyumayı başardıktan sonra, o kadar da emin olamıyordum. Kıvanç konusunda ne yapacak olursam olayım, Kutay ve Kıvanç'ın arkadaşlığını bozmak isteyip istemediğimden emin değildim. Belki de önce sorunun ta kendisiyle konuşmam, neyin ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Hem bu... olaydan bahsetsem, Kutay kime inanırdı? Yıllarca en yakın dostu bildiği takım arkadaşı mı, yoksa sadece iki haftadır onun hayatında olan bir kız mı?

Sorunun cevabı o kadar belliydi ki, kafamı geriye atıp oflamak istedim. Kimse yıllardır tanıdığı birini iki haftalık bir "arkadaşlık" için çöpe atmazdı. Ben olsam atmazdım, Kutay'ın da yapacağını sanmıyordum. Bu noktada bana inanması için ya bana gerçekten güvenmesi gerekiyordu ya da Kıvanç'ın daha önce böyle bir şeyler yapmış—Dilara!

Dilara ağabeyini görmüştü! Belki o bana destek çıkardı?

İstediğim şeyin ne kadar imkansız olduğunu fark etmemle gözlerimin dolmaya başlaması bir oldu. Kollarımı kendime sardım ve göz yaşlarımın akmasını engellemeye, kendimi sakinleştirmeye çalıştım ama boşunaydı. Dilara asla benim sözümün arkasında durmazdı. İmkanı yoktu. Hıçkırıklarım kuvvetlenirken bir elin omzuma değdiğini hissetmemle irkilmem bir oldu ve elden, olabildiğince hızlı bir şekilde uzaklaştım.

"Çağla, sakin ol, ben buradayım," dedi Alper'in sesi. Yaşlarla dolu gözlerimle kafamı Alper'e doğru çevirdim; gerçekten de oradaydı. Ne ara gelmişti? Yoksa hayal mi görüyordum? Dün yaşananlar, o sabah... hepsi bir rüya—daha doğrusu—en çirkininden bir kabus olabilir miydi? Bu düşünceyle hıçkırıklarım daha da kuvvetlendi ve Alper'in beni kendisine doğru çektiğini hissettim. Bir yandan saçımı okşuyor, bir yandan da beni sakinleştirmesini umduğu kelimeleri fısıldıyordu.

Bir süre o pozisyonda kaldık. Sakinleşmem gerçekten uzun sürmüştü ve kendimden bu yüzden nefret ediyordum. Ben zayıf değildim, asla da olmamıştım. Olamazdım. Olmayacaktım.

Alper'in kolları arasından ayrılarak sırtımı dikleştirdim ve bana uzatmakta olduğu peçeteyi alarak önce gözlerimdeki ıslaklığı, ardından da yanmakta olan burnumu silip çöpe attım. Üzerimde hala Alper'in bana önceki gün vermiş olduğu bol kıyafetler varken kendimi biraz daha güvende hissediyordum ama hayır, eğer sürekli durduk yere ağlamaya başlama riskini taşıyorduysam asla güvende sayılamazdım.

"Alper, bana bir söz ver," dedim, önceki gece bu sözü ona belki yüz kere verdirttiğimi bildiğim halde. Alper beni başıyla onayladığında kahverengi gözlerinde benim için duyuyor olabileceği endişenin parladığını gördüm ve kendimi... güvende hissettim. Sessiz ve sakin Elif'in neden Alper'le ilgileniyor olabileceğini çok iyi anlıyordum. "Dün yaşananların hiçbirini kimseye söylemeyeceksin."

Alper bir an bile tereddüt etmeden beni başıyla onayladı ve "Söz veriyorum, kimseye tek kelime etmeyeceğim," dedikten sonra bir an gözlerini yumup derin bir nefes aldı, verdi, gözlerini tekrardan açtı. Ardından yüzüne sıcak bir gülümseme yerleştirip "Bir şeyler yemek ister misin? Geç bir kahvaltı yapabiliriz, az önce fırından börek aldım," diye sordu elindeki poşeti göstererek.

Uyandığım andan itibaren kendime gelmeye çalışmakla o kadar meşguldüm ki, kendini sindirmeye başlamış olan midemin farkına bile varmamıştım. Duygusal açıdan beni yeni yeni ele geçirmiş meşguliyetim açlığa yer bırakmamıştı. Fırından yeni alınmış börek fikri o kadar cazipti ki, ben Alper'i onaylayamadan karnım guruldayarak varlığını ve ne kadar ihmal edildiğini belirtti. Alper gülerek "Sen otur, ben mutfağı hazırlayınca seni çağırırım," diyerek mutfağa doğru yöneldi fakat gitmesine izin vermedim.

Kolundan tutmamla kafasını bana doğru çevirdi. Gözlerindeki soru işaretlerini görebiliyordum sanki, onu neden tuttuğumu sorguluyordu. Sorusunun cevabını fark ettiğim gibi onu bıraktım ve başımla, gitmesi işin işarette bulunmamla bana sıcak bir şekilde gülümseyerek beni kendine çekmesi bir oldu. "Gel buraya," dedikten sonra sıkıca sarıldı ve "Hepsi geçti," diye fısıldadı. "İstersen ben tabakları falan çıkartırken mutfakta kalabilirsin, kayıp bir köpek yavrusunun korkusuyla bakmana gerek yok etrafa."

Son cümlesinin üzerine ondan uzaklaştım ve kollarımı göğsümde kavuşturdum. Ben kayıp bir köpek yavrusu değildim! Alper bu tepkime güldü ve "Hadi gel," diyerek mutfağa geçti. Yapacak başka bir işim olmadığından—ve özellikle yalnız kalmak istemediğimden—peşinden mutfağa girdim ve tahta sandalyelerden birine oturdum. Alper'in küçük mutfakta bir oraya bir buraya gidip masayı kurması, ardından yiyecek bir şeyler hazırlaması çok da uzun sürmediğinden karnım ona minnettardı.

Yemeği odaya sessizlik hakimken hızlı bir şekilde yedik bitirdik. Belki sofrayı kurmasına yardım etmemiş olabilirdim fakat toparlamasına yardım ederek kendimi kendime affettirmiştim, o yüzden ortada bir sorun yoktu. Tabakları eski model bulaşık makinasına yerleştirirken kaşlarım çatıldı. Önceki geceden beri aklımın bir köşelerinde olan fakat hiçbir şekilde kendi sırasını bulamamış bir soru en niyahetinde yüzeye çıkarken bakışlarımı Alper'e çevirdim. "Alper, sana biraz özel bir soru sorabilir miyim?"

Yaşananlardan ve Alper'in hakkımda bildiklerinden sonra aslında belki de ona özele kaçacak bir soru sorarken tereddüt etmeyip, izin almayıp, doğrudan soruyu yöneltebilmem gerekirdi ama olanlardan sonra...

Önceki geceyi düşünmeyeceğim, diyerek kendimi o an bulunduğum yer ve zamana odaklamaya çalışırken, gözlerim tekrardan yanmaya başlamıştı. Ağlayamazdım, ağlamayacaktım. Gözlerimi kırpıştırarak göz yaşlarımı geldikleri yere geri göndermeye çalışırken kollarımı etrafıma sardım ve kendimden güç almaya çalıştım, fakat çabam boşunaydı. Ne kadar güçlü durmaya çalışırsam çalışayım kendime hakim olamıyor, lanet olası göz yaşlarımı engelleyemiyordum.

Ve o geceden sonra belki de yüzüncü kere ağlamaya başladığımda Alper kollarını etrafıma sardı ve beni kendisine doğru çekti. Başımı hemen çenesinin altına, boynuyla vücudunun birleştiği yere yaslarken kendimi kendi ağabeyimi özlerken buldum. Alper'e soracağım soru çoktan uçup gitmişti ve aklım tamamen aileme duyduğum özlem ve bir şekilde eksik olan güven duygumla doluydu.

Alper'den bir anlığına uzaklaşıp ona doğru döndüğümde beni en başta bırakmak istememiş olması içimi ısıtmıştı. Burnumu çektikten sonra elimle göz yaşlarımı sildim ve gülümsemeye çalıştım; pek başarılı olamasam da en azından denemiştim. Önemli olan çabaydı, değil mi?

İkimizin de ne yapacağımızı bilemediğimiz kısa bir sessizlikten sonra "Teşekkür ederim," diye mırılandım. Yapmış olduğu şey çok değerliydi fakat gözlerindeki çaresizliği, ne yapacağını bilememe durumunu görebiliyordum ve ona yük olmak istemiyordum. Alper'e yük olduğum düşüncesi bile beni üzmeye yeterliyken bu sefer ağlamamakta kararlıydım; en azından onun önünde ağlamayacaktım. "Ben gideyim en iyisi, sana yeterince yük oldum."

Kaşları çatıldı ve "acaba neyi yanlış yaptım"ı düşünmeye başladım: Sürekli ağlıyor olmama mı kızmıştı, yoksa bu kadar acınası durumda olmama mı? Belki de vaktini yiyordum da daha erken gitmemi istemişti. Bilemiyordum, bilemiyordum. Kötü düşünceler beynimi işgal ederken kendime dair sahip olduğum tek kontrol, kendime duyduğum azıcık saygıdan kalma bir "onun önünde ağlamayacağım" kararından ibaretti; yoksa o an tekrardan göz yaşlarına boğulmuştum bile.

"Eğer bir daha bana yük olduğunu söylerken duyarsam seni kötü olur," dedi Alper sertçe. Ardından ne halde olduğumu gördü—ki dışarıdan nasıl göründüğüm hakkında en ufak bir fikrim olmamasına rağmen, içerideki durumun çok az bir parçasını bile yansıttığım noktada, pek de iyi durmayacağımı biliyordu—ve omuzları düştü, nefesini sesli bir şekilde dışarı verdi,  bakışları yumuşadı. "Bak, yaşadığın şey kolay değil ve bunu atlatmaya çalıştığını, bunda da zorlandığını görebiliyorum. Bilebiliyorum. Keşke elimden bir şey gelse ama gelmiyor. Yardım edebilmeyi gerçekten çok isterdim. O yüzden sakın bana yük olduğunu düşünme. Bana ihtiyacın olduğu kadar ben buradayım; hiçbir şekilde rahatsız olmam. Olursam zaten belirtirim, merak etme sen. Kötü düşünceler yok, anlaştık mı?" Bana öyle bir bakış atmıştı ki, kendimi kafamı aşağı yukarı sallarken buldum. Gülümsedi. "Anlaştığımıza göre, hala gitmek istiyorsan seni gideceğin yere götürebilirim."

Onu tekrar başımla onayladım ve unutmuş olabileceğim herhangi bir eşya için etrafa bakındım.  Dün gece Dilara'nın kıyafetlerini nereye bırakmıştım? En ufak bir fikrim olmadığından ve aslında çok da umursamadığımdan kıyafetleri boşvererek kapıya döndüğümde Alper ayakkabılarını giyiyordu. Benim ayakkabım yoktu ama Alper bunu da düşünmüş gibiydi; hemen kapının dışında duran parmak arası terlikleri ayağıma geçirdim ve "Teşekkürler," dedim. "Her şey için."

Binanın dışına çıkmayı başardığımızda serin havaya ve üzerimdeki kıyafetlerin inceliğine kızgın olmam gerekirken kendimi garip bir şekilde duygusuz buldum. Normal bir günde beni rahatsız edecek küçük bir şeydi bu belki, ama o gün, bundan rahatsız olmadığımı fark etmek suratıma yediğim sert bir tokat gibiydi. Tek sorun, bir gerçeğin bana tokat atmış olmasını umursayamıyor oluşumdu. Yapabildiğim tek şey ağlamak, hissedebildiğim tek duygu üzüntü gibiydi adeta.

Yol boyunca Alper beni kendi halime bıraktı ve bu konuda ona minnettardım; iç dünyamda yaşadığım karmaşa ve duygusuzluk durumu beni meşgul ediyor, hem belli başlı olayları düşünmemi engelleyerek bana iyilik, hem de kendimi sorgulamama neden olarak bana büyük bir kötü yapıyordu. Gerçi ben şikayet edecek durumu geçeli olmuştu biraz.

Kutay'ın evine gelmeyi başardığımızda önceki gece annesinin bilmediğim bir sebepten hastaneye kaldırıldığını hatırlayarak evde kimsenin olmayacağı gerçeğiyle yüzyüze geldim ve o ana kadar anahtar kullanmamı gerektirebilecek bir durumla karşılaşmamış olduğumdan, Kutay'dan bir anahtar istememiştim. Alper omzunu duvara yaslamış, kollarını da göğsünde kavuşturmuş bir şekilde benim boş boş karşımdaki kilitli kapıya bakmamı izliyordu. Küçük bir umut belki Safir Ailesi de kenara köşeye anahtar saklayan ailelerdendir düşüncesiyle paspasın altı ve kenarda duran, mektup, fatura ve ıvır kıvır için asılmış olan küçük kutu baktığım ilk yerler oldu. Belki de Safir'ler o ailelerden değillerdi.

Ne yapacağımı, nereye, nasıl gideceğimi bilemeyerek Alper'e döndüğümde yüzünde arkadaşça bir sırıtış, elinde bir çift anahtar çevirdiğini gördüm ve gözlerim anahtarlara kitlendi. "Onlar düşündüğüm şey mi?" diye sorarken sesim o kadar duygusuz, o kadar ölü, o kadar depresif çıkıyordu ki Alper kaşlarını çattı ama bir şey demek yerine beni başıyla onaylayıp anahtarları bana fırlattı.

Havada yakaladım.

"Nereden buldun?" diye soracak enerjiyi bulmak bile zordu benim için; o kadar çok ağlamıştım ki o sabah, tüm hayat enerjim çekilmiş gibi hissediyordum ve tek istediğim şey yatağıma gömülüp uyumak, uyumak ve uyumaktı. Her şeyi bıraktıp kendi duygusuzluğumda boğulmayı istemem çok mu bencilceydi?

Alper sırıtarak hemen Kutay'ların dairesinin karşısındaki dairenin kapı önü bitkisini işaret etti. Saksının içindeki toprağın üstte hafifçe kazılmış olduğunu görünce kaşlarım hafifçe yukarı kalktı; oraya bakmak kimin, nasıl aklına gelirdi ki? Benim gelmemişti, orası bir gerçekti. "Sen anahtarı ararken ben de saksıya baktım, onları bulunca da o kapıda denedim ama açmadılar; ben de herhalde Kutay'ın evinin anahtarıdır diye düşünerek sana verdim." Ki öyleydi de, anahtarlardan birini kilide sokup çevirdim ve içeri girdim.

Alper'e arkamdan gelmesini işaret etmedim, o da gelmedi zaten. Ben kapıyı yavaşça kapatırken beni başıyla onayladı ve elini kulağına götürerek evrensel "ara beni" işaretini yaptı. Kapıyı kapattıktan sonra anahtarı kenaraki anahtarlığa asarak içeri geçtim ve sağ elimin üstünde yazan numarayı silinmeden kaydedebilmek adına—telefonum kazaya kurban gitmişti, nerede olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu—uyuşuk adımlarla odama çıktım ve çalışma masasının üzerinde duran rastgele bir kalemi alarak, her şeyi not ettiğim küçük, siyah kapaklı defterime, o an kullanabildiğim en güzel el yazımla not ettim:

Alper Tolga; +9 0552 *** ** **

Defteri kenara koymak üzere kapağını kapattığımda çok uzun süredir günlük değerinde bir şeyler yazmadığımı hatırlayarak, o an içinde bulunduğum "hissiz" durumu da düşünerek, siyah defteri tekrardan alarak masadan—yine siyah—bir stabilo kalem aldım ve önceki gün bıraktığım halde duran çift kişilik yatağa yarı oturur yarı yatar bir pozisyonda yerleştim. Öğle vakti olduğu için ışıkları açmama gerek olmaması gerekirdi ama dışarıdaki hava, bulutlu bir günde ne kadar aydınlık olabilirse o kadardı ve bunun pek aydınlık olmadığı aşikardı.

Yatağın hemen yanındaki okuma lambasını açmamla önümdeki defterin sayfaları aydınlandı, daha önceleri yazmış olduğum yazılar daha bir okunur hale geldi. Birkaç ay, hatta birkaç hafta öncesinde kalan yazılara şöyle bir göz gezdirdiğimde ağırlığı olan duygunun mutluluk olduğunu görmek canımı acıtmıştı. Uzun süreden sonra ilk defa...

Kalemin kapağını kalemin hemen arkasına taktım ve defteri—o sırada yatağın ayak ucunda durmakta olan yastıklı tepsiyi alarak—tepsinin üzerine yerleştirdim. Sayfaları her geçen gün daha bir eskiyor, daha bir yaşanmışlıkla kaplanıyordu ve aldığım ilk günkü şıklığını gitgide yitiriyordu.

Bir şeyler yazmam, kendime gelmem gerekiyor ama ne yazacağımı, sadece kağıt ve kaleme de olsa, ne diyeceğimi bilmiyor oluşum bile aslında ne kadar dipte olduğumun en büyük göstergesi, sanırım. Uzun süredir buraya yazmadım ve aslında... yazmamış olmakla mutluydum; ben mutluydum. Dünden beri tek yaptığım ağlamak, ağlamak ve biraz daha ağlamak. Sürekli mutsuz yada duygusuz olmak.

Birileriyle hem konuşmak istiyor, hem de kendimde konuşacak gücü bulamıyorum. Sorun anlattığımda alacağım tepki değil, daha çok anlatırken kaybedeceğimi düşündüğüm akli dengem. Onun ellerini hissedebiliyor, nefesini duyabiliyor, sarf ettiği birkaç kelimeyi aklımdan bir türlü çıkaramıyorum ve gözlerim doluyor, ağlamak ve ağlarken belki de onun dokunuşlarını üzerimden akıtmak istiyorum. Olmadığını bilmek için bir dahi olmak, anlamak için benzer bir duruma maruz kalmış olmak gerekiyor.

Düşüncesi bile kendimi kaybetmeme neden oluyor ve şu an bile yazdıklarım, akmasına engel olamadığım göz yaşarım nedeniyle bulanıklaşıyor, yeni mürekkep okunmaz hale geliyor ama önemli değil; ben rahatlıyorum ya da rahatlamayı umuyorum. Asla rahatlayamayacakmışım gibi geliyor, vücuduma değen elleri boğazımı buluyor, beni nefessiz kalana kadar boğuyor, boğuyor.

Ne yapacağımı bilemiyor olmak, duygularımı ve gözyaşlarımın kontrolüne sahip olamamak ve olmamak, beni çaresiz hissetmeye itiyor ve bir kere daha gözyaşlarına boğuluyorum, boğulurken de benliğimin bir parçası da benimle boğuluyor, kendimi kaybediyorum.

Uyandığım andan şu defterle kalemi elime aldığım ana kadar izin vermemiştim kendime, olanları ve olabilecek olanları, neredeyse olmuş olanları düşünme iznim yoktu fakat şimdi, olmayan duygularımla takılmış plak gibi aynı konuya dönen düşüncelerimi kağıda aktarmaya başlamışken, düşünmeden duramıyor, her düşünceyle biraz daha dibe batıyorum. Kendim battığım bu çukurdan tek başıma çıkamayacağımı biliyor oluşum, hızla dibe inişimi durdurmuyor, durduramıyor.

Uyanmayabilirdim.

Bu cümle öldürücü bir olasılığı barındırıyor kendisinde ve tek bir kelimenin, bu kadar zehirli bir olasılığın kaynağı olması beni daha korkutuyor, daha ürkekleştiriyor. Ne kadar güçlü durmaya çalışırsam çalışayım, ne yaparsam yapayım, kendime ne kadar "güçlü dur!" diye emredersem edeyim, Pazartesi geldiğinde Onunla aynı masaya oturamayacağımı biliyorum. Benden büyük olması ve aynı sınıfta olmayışımız burada bir artı olarak gösteriyor kendisini; en azından ondan kaçtığım—ne kadar da büyük bir korkağım öyle!—sürece bana yaklaşamayacak.

Güvendeyim. Güvendeyim. GÜVENDEYİM.

Kendime bu kelimeyi ne kadar tekrar edersem edeyim yalnızken güvende hissedemiyorum. Sanki rüyadan gerçeğe fırladığı gibi, her an karaladığım satır aralarından dışarı fırlayacak ve başladığı işi bitirmek için bütün gücünü kullanacakmış gibi hissediyorum. Acınası durumdayım.

Gerçekten, acınası.

Birkaç satır daha karalarsam yanaklarımdan süzülen yaşların bir ağlama krizine dönüşeceğine olan korkum nedeniyle kalemin kapağını kapatıp defterle beraber başucu çekmeceme yerleştirdim ve bir süre ne yapacağımı, ne düşüneceğimi bilemeyerek orada öylece oturup duvarın desenlerini izledim. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Sanki bıraksalar, orada sonsuza dek aynı pozisyonda oturup bundan şikâyetçi olmayabilirdim.

Defteri mi alıp yazmaya devam etsem, birkaç sayfayı daha dolduracağımı bilmeme rağmen elim çekmeceye gitmiyordu. Yazmak yorucu geliyordu, devam ettirmek istemiyordum ki düşüncelerime yetişemiyordum bile. Birbirini kovalayan hızlı düşüncelerdi sanırım beni aslında yoran. Bir oraya bir buraya savrulmama neden oluyorlar, daha dinlenemeden kendimi yepyeni bir karmaşanın içinde bulmamı adeta garantiliyorlardı. Onun bunları neden yapmış olabileceğiyle ilgili en ufak bir fikir gelmiyordu aklıma. Onunla daha önce olan tek tük konuşmam, iyi ve düzgün biri olduğu izlenimini uyandırmıştı bende ve genelde kendimi iyi bir karakter yargıcı olarak görürdüm.

Demek ki değilmişim.

Orada ne kadar süre duvara bakarak düşüncelerimin birbirini kovalamasıyla boğuştuğum hakkında en ufak bir fikrimin olmamasına karşın, bir noktada bütün o duygusal ağırlık ve fiziksel yorgunluk vücuduma fazla gelmiş olacak ki, alt kattan gelen anahtar tıkırtılarını duyana kadar uyanmadım bile. İçim geçmiş olmalıydı. Yatakta doğrulup dizüstü bilgisayarıma uzanarak saate baktığımda dört saattir uyumakta olduğumu gördüm; saat ona geliyordu.

Kutay ve ailesinin geldiğini tahmin etmek için çok da zeki olmaya gerek yoktu. Aşağıdaki gürültülü durum gitgide artarken, yataktan kalkıp onları karşılamak için hiçbir çabada bulunmadım. Teknik olarak benim hala Onun evinde olmam gerektiği düşünülürse, belki de beni burada bulduklarına şaşırırlardı fakat bilemiyordum. Kutay'a ne demiş olabilirdi ki evlerinden yok olmamla ilgili? Gerçi pek de emin olamıyordum, Onun aklından neler geçtiğine dair en ufak bir fikrim yoktu.

Kendi acizliğime acı kahkahalarla gülmek geçti içimden fakat yapamadım; daha adını bile aklımdan geçiremezken, bir de Pazartesi günü yüzüne bakıp bir sorun yokmuş gibi davranacaktım, öyle mi? O fikir aklıma her nereden çıkıp geldiyse kocaman bir yalandı. Ben o kadar güçlü değildim.

Merdivenlerde ayak sesleri duyduğumda olduğum yerde donakaldım ve kaskatı kesilmiş bedenim hayatta kalma içgüdülerini harekete geçirirken ben de koridora kulak kesildim. "Hayır anne! O Kıvanç'ta kalıyor!" diye bağıran Kutay'ın, Onun adını söylediğini duyduğumda tüylerim diken diken olmaktan geri kalmadı. Hayatımın geri kalanını böyle yaşayamazdım; belli bir ismi her duyuşumda, en küçük hareketlilikte gerilecek miydim yani?

Evdeki varlığımı Kutay'a bildirip bildirmeme konusunda yaşadığım büyük çelişkiyi, en sonunda bir şekilde karara vararak sonlandırmayı başardığımda, yaklaşık on dakikadır konu üzerinde düşünmekte olduğumu gördüm. Kutay'ın odama dalıp beni gördüğü ve neden/nasıl evde olduğumu sorguladığı senaryoda ona az çok bir şeyler anlatacaktım, çünkü olanları anlattığım takdirde bana inanmayacağına emindim. Durum o noktaya gelmediği sürece de sessiz sakin bir şekilde odadan çıkmamayı planlıyordum.

Kenarda, boynu bükük bir şekilde bırakılmış olan dizüstü bilgisayarımı kucağıma çekerek onu uykudan uyandırdım ve şifresini girerek internete tıkladım. Yoğun bir tempo ve beni hiç yalnız bırakmayan arkadaşlarla, sosyal medyadan olabildiğince uzak kalmama rağmen benim de bir Facebook ve Twitter hesabım vardı ve ara sıra "millet ne diyor" diye girip bakardım.

İçimizden sosyal medyayla kafayı bozan bir tek Lisan vardı, onu da anlayabiliyordum. Instagram'da paylaştığı fotoğraflarıyla erkeklerin ilgisini çekerken, Kunter'i kıskandırmak hoşuna gidiyordu.

Facebook ana sayfam yüklendiğinde 39 arkadaşlık isteği, 10 mesaj ve 32 bildirim görmeyi beklemiyordum. Arkadaşlık isteklerine tek tek baktım; hepsi Umutvar'dan insanlardı. İsmini veya cismini bilmediğim, ama—büyük ihtimalle—Kutay'la bir ilgim olduğundan beni bilen birkaç kişi dışında tüm basket takımı ve sınıf arkadaşlarımın istekleri vardı. Hepsini sırayla kabul ederken, fare Onun adının üzerine geldiğinde donakaldım.

Küçük resimden yüzünü ayırt edebiliyor olmak durumu benim için iyileştirmiyordu. Tekrar hareket edebilecek kadar kontrolümü kazandığımda dizüstü bilgisayarı tek bir hamleyle kapattım ve aldığım yere geri bıraktım. Ellerim titremeye, bütün vücudum ani bir ısı kaybıyla üşümeye başlamıştı. Kendimi sakinleştirmeyi umarak yatağa uzandım ve yorganı, tıpkı o öğlen Alper'in evinde uyandığım zamanki gibi, etrafıma sıkı sıkı sararak kafamı yumuşak yastığa bıraktım. Birkaç dakika öncesinde Kutay'ın sesi ve anahtarların şıkırtısına uyanmış olmamın hiçbir önemi yoktu.

Aşağı kattan Kutay'ın annesi "Kutay! Akşam yemeği istiyor musun?" diye bağırana kadar gözlerimin kapanmak üzere olduğunu fark etmemiştim.

Kutay "Hayır anne, biz arkadaşlarla yedik bir şeyler!" diye bağırdığında, onun sesini duymuş olmanın etkisiyle içimde bir şeyler canlandı ve kusacak gibi oldum. Önceki gece gördüğüm rüya ve rüyadan sonra yaşananlar... İçerisi birden fazla sıcak olurken etrafıma sıkıca sarmış olduğum örtüyü bacaklarımla tekmeleyerek kendimden uzaklaştırdım ve panik halinde etrafa bakındım. Her geçen saniye ısı artıyor ve mideme baskı yapıyordu. Hızlı hareketlerle kendi banyoma geçerken öğürmemek için elimden gelenin en iyisini yapmama rağmen kafamı lavaboyla aynı hizaya getirdiğim saniye midemdeki tek tük besini siyah porselenin üzerine boşalttım.

Öğürmem bittiğinde ilk önce ağzımı hızlıca çalkaladım, ardından da lavaboya su tutarak etrafı temizleyip yere çöktüm. Olabildiğince küçülüp belki—eğer mümkünse—yok olmak istiyordum. Görmüş olduğum rüyanın parçaları aklıma ve bilincime saldırırken ve hayali bir Kutay'ın hayali dokunuşlarıyla vücudum sarsılırken ağlamakta olduğumu fark etmem için gözyaşlarımın kucağıma düşmesi gerekti. Kafamı, kendime doğru çekmiş olduğum dizlerime yaslayarak kollarımla bacaklarımı sardım ve ağlamaya devam ettim.

Ertesi gün okula gitmediğim noktada kimsenin yokluğumu fark edeceğini sanmıyordum ve Kutay'ın sesini daha duymaya dayanamazken... ki kendisinin olayla hiçbir alakası yoktu! Okula gidemezdim. Onu görmek, sesini duymak, insanlarla iletişim kurarken Ondan olabildiğince uzağa kaçmaya çalışmak... Bunları istemiyordum.

Bu sefer kendi kendime sakinleştim ve tekrar gözyaşlarına boğulmayacağımdan emin olduktan sonra ayağa kalkıp yüzümü soğuk suyla yıkadım. Musluğu kullanmaya devam ettiğim takdirde evdeki varlığımın bilinmesi işten bile değildi ve Kutay tarafından bulunmak istemediğime karar verdiğimden kendime bir daha—çok acil olmadığı sürece—lavaboyu kullanmama sözü verip odaya döndüm.

Ne yapacağımı şaşırmıştım resmen, fakat kim beni suçlayabilirdi ki? Odamın kapısı iki kere tıklatıldığında panikle etrafa bakındım. Ne yapacaktım? Birinin içeri girmesini kesinlikle istemiyordum; bu kişinin Kutay olması ise istediğim en son şeydi. Odaya biri girse bile beni görmemeliydi, buna izin veremezdim. Evde olduğum bilinmemeliydi ki ertesi gün için planımı uygulamaya sokabileyim ve okula gitmeyeyim. Kapı iki kere daha tıklatıldıktan sonra kapı kolunun döndüğünü duydum ve anlık bir hareketle kendimi yatağın yanına attım. Yatak büyük, iki kişilik bir yatak olduğundan yerden yükseliyordu ve sağ tarafı kapıdan bakan birinin görüş hizasının dışında kalıyordu. Bense, odanın ışıklarının kapalı olmasından kaynaklanan bir avantajla, kapıda dikilen kişinin yere vuran gölgesinden kim olduğunu az çok tahmin edebiliyordum ve mutlu değildim.

Gelen Kutay'dı.

Bir eli hala kapı kolunda, diğer eliyle zaten dağınık olan saçlarını karıştırdı ve derin bir iç çekti. Aldığı nefesin sesinde rahatlar gibi olsam da, rüyam da o gece de aklımdan bir türlü çıkamadığından tekrardan gerilmem işten bile değildi. Kutay'ın hemen birkaç adım uzaklıkta, kapının eşiğinde duruyor olmasıysa içimde karmaşık duygulara neden oluyordu. Hem gidip annesine neler olduğunu sormak istiyordum, hem de her an ondan olabildiğince uzaktaki bir mağaraya kaçabilecekmişim gibi hissediyordum; sanki bütün sorunlarımın kaynağı oydu da ondan uzaklaştığım saniye her şey düzelecekmiş gibi geliyordu. Onun olanlarla bir alakası olmadığını bilsem de, elimden bir şey gelmiyordu ve onu, hiçbir şekilde bilmediği ve bilme şansının olmadığı bir durum nedeniyle cezalandırıyordum, kendi içimde.

Kutay birkaç saniye daha kapı eşiğinde dikildikten sonra biraz geri çekildi, sırtını odaya doğru döndü ve ilerleyerek kapıyı kapatıp koridora karıştı. Kapı kapanmış olduğundan artık içeri koridor ışığı girmiyordu ve oda tekrar karanlığa bürünmüştü.

Saklandığım yerden çıkarak ofladım ve bir an, tüm dünyanın yükü benim omuzlarımdaymışçasına yorgun hissettim kendimi. Ağlamaktan ve tuzlu yaşlara maruz kalmaktan gözlerim acıyor, içinde bulunduğum garip psikolojik durum beni oradan oraya savuruyor, daha kendime gelemeden yeni bir ağlama krizine girmeme neden oluyordu.

Üzerimdeki, terden ıslanmış kıyafetleri çıkartarak temiz bir şeyler giymem normalde olması gerekenden çok daha uzun sürse de, bu tür küçük şeyleri umursayacak dikkat noktasını geçeli birkaç gün olduğundan pek bir şey değişmemişti benim için.

Yatağa girdiğimde, kafamı o yastığa koyduğumda ve yumuşacık örtüyü üzerime çektiğimde kaslarım rahatlayana kadar, son noktaya kadar gerildiğimin farkında bile olmamıştım. Sabah terden sırılsıklam bir şekilde uyanacağımı bilmeme rağmen örtüye sıkıca, nefes almaya devam edişim sanki ona bağlıymış gibi sarıldım ve rahat bir pozisyona gelene kadar yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Umduğumun aksine uyku bir türlü gelmiyor, bilincim rüyaların tatlı rüyasında kaybolmuyordu. Yan odada Kutay'ın biriyle telefonda kavga ettiğini duyabiliyordum ve ne olur ne olmaz diye müzik dinleyerek uyumak istemediğimden, az önce beni korkutan, ama o an rahatlatan şeye, yani Kutay'ın sesine odaklandım.

"Yarın akşam antrenman olduğunu sanmıyorum, koç demişti ya hani—"

"Sinema mı? Ne zaman?"

"Hayır hayır. Bekle. Irmak'ın ne alakası var?"

"Ne demek o da gelecek? Irmak'la sinemaya gitmek is— Koç ne yaptığını sanıyor?"

"Peki, Irmak'ın bu durumdaki yeri—Sikeyim. Kendini nasıl dâhil etmiş?"

Kutay, çok yaratıcı birkaç dizi küfür sıralarken gözlerimi yumdum ve yatakta dönerek o an bulunduğumdan daha rahat bir pozisyona geçmeye çalıştım fakat rahat edemiyor gibiydim. Zihnim hem rüyamdan hem de kabus olan gerçekliğimden sahneler oynatıyor, bana işkence ediyordu. Tekrar kusmak istemediğimden—kusabileceğim bir şey de yoktu ki midemde—bir bardak soğuk su almak için mutfağa inmek istedim fakat Safir Ailesi hala uyanıktı, kalkıp odadan çıkmak görülmekle eşdeğerdi. Kafamı yastığa daha çok gömerken derin bir iç çektim ve sağ elimle akan gözyaşlarımı sildim. Bunun biteceği bir gün gelecekti, değil mi?

Gelmek zorundaydı.

Continue Reading

You'll Also Like

579K 24.4K 22
Kardeşi Mert için gittiği bir barda seçtiği bir adamdan hamile kalmayı planlayan Duru'nun tek amacı doğacak olan bebeğinin kardeşine nefes olmasıdır...
382K 22.2K 44
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
2.9M 102K 66
"Hiç boşuna çabalama sen benimsin!" diye tıslayınca utanmasam oturup ağlayacaktım. Neden bu bana aşık oldu ve başıma bela oldu. "İstemiyorum anlamıy...
46.6K 5.6K 12
Bir kaldırımın köşesinde buldum hayalimi. Gözlerimi kapattım, bıraktım avucuna kalbimi. Dedi ki, sonuna kadar tutacak mısın elimi? İçimden cevapladı...