BANA KENDİMİ VER

By havvanurdan

2.3M 137K 80.4K

"Bir şeyleri anladığını anlarsa..." diye fısıldadı, dışarıdan bakan biri için şu an ayak üstü bir ön sevişmen... More

BANA KENDİMİ VER
1. BÖLÜM: "LEYNA"
2. BÖLÜM: "CEHENNEM"
3. BÖLÜM: "MERDÜMGİRİZ"
4. BÖLÜM: "SAVAŞ'IN İÇİNDEKİ YANGIN"
5. BÖLÜM : "ALLAME"
6. BÖLÜM: "ÖLÜM MARŞI"
7. BÖLÜM: "SİYAHU-L LEYL"
8. BÖLÜM: "LİVA"
9. BÖLÜM: "MEYUS"
10. BÖLÜM: "KATRAN KARASI"
11. BÖLÜM: "İDİOPATİK"
12. BÖLÜM: "BİDÂYET"
14. BÖLÜM: "ANKEBÛT"
15. BÖLÜM: "KAPALI KAPILAR"
16. BÖLÜM: "SARHOŞ"
17. BÖLÜM: "GÖLGE"
18. BÖLÜM: "SON AKŞAM YEMEĞİ"
19. Bölüm: "BORDERLİNE, NARSİST ve SADİST"
20. BÖLÜM: "DAVETİYE"
21. BÖLÜM: "AFRAZE"
22. BÖLÜM "RİYAKÂR"
23. BÖLÜM: "ŞANSIN GÜZELLİĞİ"
24. BÖLÜM: "LETÂİF"
25. BÖLÜM: "LAMİA"
26. BÖLÜM: "MÜDARA"
27. BÖLÜM: "ÖLÜLER DE KANAR"
BANA KENDİMİ VER

13. BÖLÜM: "ALAZ"

58.7K 3.9K 1.5K
By havvanurdan

Bölüm şarkısı: "Amy Winehouse - Our Day Will Come"

Bir önceki bölümlere gelen voteleriniz ve yorumlarınıza kayıtsız kalamayarak 2 gün içinde yeni bölümü sizlerle paylaşıyorum.

Bu bölüm çok tatlı gibi, içime sindi. (Dışıma barbie tamam)

Keyifli okumalar dilerim!

13. BÖLÜM: "ALAZ"

Kara kalemin kalın gövdesini göğüsleyen titrek ellerim büyük resim sayfasına devrim niteliğinde bir çizik bıraktığında içimin gürültüsü, kanımın boğuk uğultusuna karışmıştı.

Savaş Bey, kendi çiziminden başını dahi kaldırmadan sordu, "Hangi çizim tekniğini kullanıyorsun?"

Halsizliğin her bir kademesini aştığım saatin son demleri, Savaş Bey'in mola vermeksizin ay sonu dosyasını tamamlamaya çalışması ile devam ederken ağzımın içine doldurduğum havayı dudaklarımın arasından gri bir sigara dumanı gibi dışarı bıraktım. Bir alazın gerisinde bıraktığı koyu renkteki cüruf gibi.

"Fashion." diye yanıtladım onu, ardından dudaklarımın arasına sıkıştırdığım kalemin sebep olduğu boğuk sesle, "Siz?" diye sordum.

Yorgunluktan kırpıştırdığım gözlerim hemen yanımda özveriyle çalışan Savaş Bey'in üzerinde gezindiğinde birkaç saat evvelinde sanki paralel bir evrenin olağanüstü dakikasını yaşamayıp bana hiç 'Seni yok edebilmem için kalbimin içinde olman gerek.' dememiş gibi işine kendini veriyor olması hayret edilesi bir umursamazlığın ta kendisiydi.

"Hiperrealizm." dedi ve ekledi, "Çoğunlukla puantilizm."

Çizim yapmaktan tırnaklarımın boya kokan etli kenarları sızlarken parmak uçlarımı zonklayan başımın kenarlarına getirerek yavaş ama darbesini her şekilde belli eden baskılar uygulamaya başladım.

Baygın bakışlarım Savaş Bey'in tüm çevikliği ile çizimlerini tamamladığı düzgün parmaklarına gittiğinde onları saatlerce izleyip bir saniye bile sıkılmayacağımın düşüncesiyle yorgun bir halde tebessüm ettim.

Önümdeki sayfada gölgelendirme yapmadan yalnızca kontürle oluşturduğum taslağa iç çekerek bakarken, odanın kapısı nazikçe çalındı.

Savaş Bey, elindeki kalemin hünerli dansını bırakmadan başını dahi kaldırmadı. "Gir."

Gazel, odanın kapısını yavaşça aralayarak o küçük aralıktan başını soktuğunda pazarda annesini kaybetmiş ve saatler süren bir yitiklikten sonra annesine kavuşmuş bir çocuk kadar neşelendim. İkimiz de birbirimize yılışık bir şekilde gülümseyerek el salladık.

"Savaş Bey bölüyorum ama..." diyerek söze girdi Gazel.

"Kimsin?"

Savaş Bey, bir devekuşunun kafasını toprağa gömdüğü gibi çizimlerine gömülmüştü. Başını kaldırıp gelene bakmaya tenezzül edemeyecek kadar odaklıydı, titizlikle çizim yapıyordu. Son 4 saattir ve hiç ara vermeden.

"Efendim ben Gazel." dedi, gözleri onun görmeyeceğini bilerek bıkkınlıkla yana doğru devrilmişti. "Satış danışmanı biriminden Gazel Taşkın."

"Rahatsız etmenin sebebi nedir Gazel bilmem ne?"

"Gazel Taşkın." diye yineledi Gazel, ardından yarısı dışarıda kalan bedenini tamamen içeriye soktu. "Leyna'nın mesaisi ne zaman biter diye öğrenmek için gelmiştim."

"Hayırdır?" diye sorguladığında ilk kez kafasını çizimlerinden kaldırmış ve gözlerini Gazel'e dikmişti. O an Gazel'in aralık olan kapıdan kaçmasına ramak kaldığını hissettim. "Aleyna'nın velisi misin? Not durumunu da soracaksan geç otur."

Aleyna...

Gazel buruk bir şekilde gülümsedi. Dudağının kenarında olan o kıvrımın bir tebessümden çok, içten edilen küfürlerin bastırılması olduğunu anlamak için onun en yakın arkadaşı olmaya gerek yoktu.

"Saat 23.00 ve bu saatten sonra otobüs, dolmuş çok sık yok." diyerek Savaş Bey'in tepkisini görmek için vakit kazanmak istercesine genzini temizledi. "Leyna'nın eve gece tek başına gelmesinden endişe duyuyorum sadece."

Hiçbir şey söylemeden masasına bıraktığı kalemi tekrardan eline aldığında oturmaktan uyuştuğunu hissettiğim popomu karıncalanmasına rağmen salladım. Kontrol edilemez bir yorgunluk, işlevsizlik ve sıkılmışlık hissiyatı bedenimi ele geçirmişti.

"Gerekirse ben evine bırakırım." dedi ve çizim yapmaya kaldığı yerden devam etti, "Çıkabilirsin Gazel."

Gazel, üzgün gözlerle bana baktığında zihnimdeki tüm umut içerikli düşünceler yok oldu. Kafamın içindeki yorgunluk, bu odanın içine hapsolmuş bir kuş gibi oradan oraya çırpınıyordu. Tüm günüm hapishanede cezasını çekmekte olan bir mahkum gibi bu dört duvarın arasında, onunla yalnız geçmişti.

"Kolay gelsin, size iyi çalışmalar." dedi ve bana döndü, dudakları küçük bir çocuk gibi ağlamaklı büzülmüştü. "Evde görüşürüz Leyna."

"Görüşürüz canım, dikkatli ol."

Kırık kanatlı, cılız bir kuş gibi önümdeki taslağa birkaç çizgi daha salladım.

Gazel'in odadan çıkmasının üzerinden en az 45 dakika daha geçmişti. O ana kadar bitkin olmanın ne demek olduğunu bildiğimi sanırdım. Meğerse yorgunluk olarak bildiğim o his, en dinç anlarımdı, şimdi anlamıştım. Bedenimi çepeçevre saran kuvvetli, sarsıcı bir uyku isteği gözlerime kepenk kurduğunda kafamı yavaşça masama yasladım.

O ise tüm zindelik ve adeta 10 saat uyuyup yeni uyanmış gibi bir dinçlikle çizim yapmaya devam ediyordu. Öğle vakitlerinde yemek yemem için beni odadan çıkarmış, kendisi koca bir kase tavuklu salata ile günü geçiştirmişti. Tuvalet ve su içmek dışında ayağa kalkıp çizim yapmayı bıraktığını görmemiştim.

Bu adam modacı değil, deliydi.

"Yoruldun?" diye seslendiğinde panik içinde başımı yasladığım masadan kaldırarak silkelendim. Yorgun gözlerim, onun parlak gözlerini buldu.

"Biraz... Pekala çok."

Kara kalemini, masasının üzerindeki ahşap kalemliğin içine bıraktığında bir yandan da önündeki darmadağınık kağıt yığınını düzene sokmaya çalışıyordu. Hep bir düzen içinde sıraladığı çizim kağıtlarını, standart mavi bir klasörün içine özenle yerleştirdi.

Oturduğu heybetli sandalyede arkasına yaslandığında bunun bir 'Paydos' anlamı taşıdığını bilerek rahatlamış bir nefes aldım.

"Saatlerdir itiraz etmeden benimle birlikte çalışıyorsun." dedi ondan beklenilmeyecek bir minnet içinde. "Geç oldu, seni eve bırakayım."

Şaşkınlığım yırtıcı bir nişan gibi dudaklarımı araladığında onunla biraz daha baş başa kalma düşüncesinin bedenime verdiği kabus etkisini yok etmeye çalışarak daha derin nefesler almaya başladım.

"Gerek yok sadece görevim."

Bir şey söylemeden kara gözlerini bir madenin içindeki mahzene kapatılmış gibi zifiri siyahlara boyadığında bir veya iki dakika öncesinde hiç olmazsa kağıt hışırtılarıyla dolu olan odanın içi şimdilerde rahatsız edici bir sessizliğe gömüldü.

"Tekliflerimin reddedilmesinden hoşlanmam."

Büyük bir titizlikle dizayn edip her köşesini derleyerek kullanan Savaş Bey takım elbisesinin ceketini astığı dilsiz uşağın yanına gitti ve kırıştırmadan özen içinde ceketini sırtına geçirdi. Gözleri her anında gözlerimdeydi.

"Gidelim."

Saatlerdir oturduğum sandalyeden nihayetinde kalktığımda sızlayan kemiklerim isyan bayraklarını çekerek tüm bedenimi dayanılmaz bir tutukluğa hapsetmişti.

Çantamı ve montumu aceleci tavırlarla elime alarak emrine itaat edercesine peşine takıldım. Minik bir civcivin annesini kaybetme endişesiyle adım adım sürüyü takip ettiği gibi.

Odanın kapısını açtığı anda mağazanın içinin tenha bir sokaktan daha ıssız oluşunu şaşkınlıkla inceledim. Her zaman hınca hınç dolu gördüğüm mağaza, şimdi tekinsiz bir virane gibi bomboştu.

Uzun boyu ve esmer teni ile mağazanın çıkışa doğru giden koridorunda yürümeye başladığında böylesine bir karanlığın içinde ışıl ışıl parlıyordu.

"Kendim giderim." diye seslendim arkasından. Sesim boş duvarlara çarparak tiz bir yankıyla bana geri dönmüştü.

O ana kadar tek düze adımlarla çıkışa doğru ilerleyen Savaş Bey, olduğu yerde duraksadı. Geniş omzunun üstünden hemen arkasındaki bana ters bir bakış attığında inatçı bir umursamazlık ablukasıyla karşılık verdim.

"Evimin yolunu biliyorum."

"Ne güzel." dedi ve ekledi, "Navigasyon kullanmak zorunda kalmayacağız."

Kocaman bedeniyle koridorun tüm eşiğini kaplıyordu. Yanından, sağından, solundan onu sollamak mümkün değildi. Bir şey söylemeden tekrardan yürümeye başladığında bu defa itiraz etmedim, sessiz adımlarla onu arkasından takip etmeye devam ettim.

Sessizlikle geçen birkaç dakikalık yolun sonunda, mağazanın girişindeki güvenlik kulübesine ulaştığımızda kapıda güvenlik üniforması olan görevli dışında, sivil giyimli iki adam daha bizi beklercesine dikiliyordu.

Gökyüzü çok alçaktı. Gecenin karanlığı sokak taşlarına kadar bulaşmış gibi koyu bir sisle sarılmış, etraf yağmur ve çamurla kirlenmişti. Uzağı görmek pek olası değildi.

Dışarıdaki dayanılmaz soğukta kaç saattir böylece dikildiklerini bilmediğim ama morarmaya başlayan, sert elmacık kemiklerinden uzun süre olduğunu tahmin ettiğim adamlardan biri Savaş Bey'in önüne dikildi.

"İyi geceler Savaş Bey." dedi adam, sesi bir puro tiryakisi gibi genzinden geliyordu sanki. Pürüzlü ve aynı zamanda derinden, kuru bir ses.

Bir diğer adam, Savaş Bey'e doğru bir adım daha yaklaştığında mağazanın cılız ışığının yüzüne düştüğü kadarıyla görebiliyordum. Adam kirli beyaz sakallı, kırışık ve yer yer izlerle dolu bir teni vardı. Dudakları çoktan eriyip tükenmiş, leş bir ağzı çerçeveliyordu.

"İyi geceler efendim." dedi büyük bir saygıyla. Dışarıda bir yerlerde bu korkunç adamla karşılaşsam ona yalnızca sarhoş bir berduş derdim. "Arabanız hazır."

Savaş Bey, kalın kabanının önünü iliklerken hemen arkasında duran bana usulca göz attı, "Üşüyor musun?"

"Hayır." diyerek tıpkı onun gibi montumun önünü sıkıca kapattım.

"Bu gece yürüyeceğiz." diye bilgilendirdiği karşısındaki adam, kabul edilmez bir şey söylemişcesine kaşlarını çattığında en az onun kadar şaşkın ve itiraz doluydum. Evim 20 dakikalık yürüyüş mesafesindeydi ve araba ile yalnızca 5 dakikamıza mâl olurdu.

Kim olduğunu bilmediğim adam ısrarcı bir tavırla, "O zaman biz de sizinle gelelim efendim." dediğinde Savaş Bey kaşe kabanının yakalarını düzeltti. Hiçbir şey konuşmadan bile konuşabiliyorlardı. Hepsinin gözleri bir kelime avcısı gibi, diğer gözleri tarıyordu.

"Gerek yok." dedi ve tekrardan bana döndü. "Evini tarif edebilirsin herhalde."

Onunla 20 dakikalık bir yürüyüş düşüncesi, bedenimi baştan aşağı tedirgin ederek aklımı ve mantığımı silip atıyordu. Bu eseme yoksunluğunu bir an evvel yok etme gayesiyle soğuk havadan buz gibi bir soluğu ciğerlerime kadar çektiğimde karşımdaki adamların gözlerini pür dikkat üzerimde hissettim.

Cılız bir sesle yanıtladım, "Ederim."

Adamların cüsseli bedenleri, geceyi aydınlatan kamerin sokağa bıraktığı heybetli gölgeler olarak duvara yansıdığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne yazıktır ki ürkek duygular bedenimi hemen sarmaya hazırdı.

"Yalnız gitmeyin efendim." diye araya girdi adamlardan bir diğeri.

Sesindeki ısrarcı tavır ve yüzündeki soğuk çekimserlikle Savaş Bey'in vereceği tepkiyi bekliyordu. Kaskatı gözüken iri bedeni, her an tetikte duran elleri ve karanlığın içinde saydam görünen kaz ayaklı gözleriyle bir korku filminden çıka gelmiş gibiydi.

Savaş Bey, adamın ısrarlı tavrına nispeten büyük bir rahatlıkla önünden çekilmesi için kafasıyla işaret ettiğinde adamlardan sessiz olanı bir yılan gibi yeninden çıkarak tekrardan araya girdi.

Adam kumaş pantolonunun kemerine sabitlediği deri kılıftan bir silah çıkardığında hayretten dudaklarım aralandı. İşlek bir caddede, bu kadar rahatça silah çıkarması insanı dehşete sürüklüyordu. Buz gibi bir hiçliğin içine, bir yığıntı gibi savrulmadan Savaş Bey'in bedeninin arkasına sığınma isteğiyle yanıp tutuştum.

"En azından yanınıza silahınızı alın." diyerek Savaş Bey'e silahı uzattı.

Sıkılgan ve bezgin bir esinti, Savaş Bey'in üzerine bir örtü gibi serilmiş, yağmurlu bir bulut gibi çökmüştü. Serin bir hava gibi ciğerlerine işlemiş, kanına ve beynine sinsice sirayet etmişti.

Derin bir nefes vererek bana tekrardan döndü, "Bir şey olursa hanımefendi beni korur." dedi alaylı bir tavırla. "Ne kadar cazgır bir kadın olduğunu daha önce görmüştüm."

Alaylı tavrı karşısında içimde derin bir huzursuzluk ve garip bir heyecan, harekete geçmek ve ona sağlam bir cevap vermek için can atıyordu fakat susmayı tercih ettim. Üzerimdeki bu miskinliği staj bittikten sonra atıp ona hiç tahmin edemeyeceği cevaplar vermek, tehditlerle dolu olan şu sahte dünyamın birdenbire hakikatle dolduğunu görmek için biraz sabır gerekti.

Adamın silah teklifini görmezden gelerek sokağa doğru yürümeye başladığında peşine takıldım.

Sanki böyle bir gece yoktu ve bir kabusun içinde usulca yürüyordum. Vücudumun ağırlığını hissetmiyordum. Burnumun içinden bedenime sızan hava inanılmaz derece yoğun ve ciğerlerimi acıyla yakacak kadar soğuktu.

"Hangi taraftan?"

"Bu caddeden."

Hiçbir şey konuşmadan birkaç dakika boyunca boş caddede adımladık. Caddenin sessizliği, desibeli yüksek bir çığlık kadar rahatsız ediciydi. Huzur verici bir sessizlikten ziyade dayanılmaz bir uğultu tüm cadde üzerinde hâkimiyetini kurmuştu.

Yanımızdan geçen birkaç araba dışında pek kimseyi görmemiştim.

Her gün yürüdüğüm ve alışık olduğum bu yol, bu gece bana epey yabancıydı.

"Beni eve bırakmanıza gerek yoktu." dedim nefes nefese, büyük adımlarına eşlik etmeye çalışırken dışarıdan onun peşinden koşuyormuşum gibi göründüğüme emindim.

Hiçbir şey söylemeden ve sanki onunla konuşmaya çalışmamışım gibi beni duymazdan geldi. Bacaklarının uzunluğu ile orantılı olarak attığı koca adımlara yetişmek için peşin sıra adımlıyordum.

"O adamlar kimdi?" diye sordum, cevap vermeyeceğini bile bile. "Korumalarınız mı?"

Sanki bu ıssız sokakta, kara bir kuzgun gibi yalnızdım. Beni eve bırakmıyordu, kendi kendimi eve bırakıyordum. O resmen yoktu.

"Sizi neyden koruyor olabilirler ki?"

Hemen önümdeki bedeni bir hışımla olduğu yerde durduğunda bunu önceden hesap edememiştim. Bedenim, uzun bedenine çarpmaya saliseler kala olduğu yere bir mıhla çakılıp kaldı. Kımıldayamadım. Sokağın kaldırımlarına yığılıp kalmaktan deli gibi ürken bedenim, ayaklarımın uyuşukluğunu hissederek güçlükle ayakta duruyordu.

"Fazla konuşan insanları sevmem." dedi sert bir dille. "... ve sen çok fazla konuşuyorsun."

"Kendimi size sevdirmek gibi bir çabam yok."

Soğuktan kızaran ellerimi montumun küçük ceplerine sokarak bir şey söylemesini beklemeden ondan önce bir adım attım. Birkaç saniye boyunca kendi kendime yürürken hemen geride kalan ayak seslerinden, peşimden geldiğini anlamak mümkündü. Beni bir ayyaş, bir yan kesici, bir uğursuz gibi takip ediyordu.

Caddenin trafik lambası olan yaya geçidine geldiğimde duraksadım. Bir sürücünün centilmenlik yaparak bana yol vermesini beklemeyecek kadar bu ülkenin trafik adabından nasibimi almıştım.

Savaş Bey birkaç adım sonrasında yanıma geldiğinde, birbirlerini ilk kez bir trafik lambasının altında görmüş iki yabancı gibi karşıdan karşıya geçmeyi bekliyorduk.

"Hava soğukmuş." dedi kabanının yakalarını ensesine kadar kaldırarak. Duydum ama cevap vermedim. Onunla mesai saatleri dışında konuşmamak benim için bir yasa gereği olmalıydı, evet.

"Küstün mü?"

Eğlenircesine sorduğu ikinci soruyu da duymazdan gelerek trafik lambasının bir an evvel kırmızı olması için beklemeye devam ettim. Çakan bir şimşeğin parıltısı gibi çabucak yanıp sönen siniri karşısında yıpranmamak elde değildi.

Yüzüme çarpan soğuk hava zaman zaman nefesimi kesiyordu. Caddenin trafiğe kapalı kısımları anormal derecede karanlıktı. Ana yoldaki akan trafiğin çıkardığı gürültü ve far ışıkları dışında dışarıda adeta sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Saatin ne kadar geç olduğunu böylece fark edebiliyordum.

İkimizde sessizce trafik lambasını izlerken, ara sıra göz ucuyla bana baktığını ona bakmadan hissediyordum. Bu ıssız yerden daha canlı ve aydınlık bir sokağa gitme isteğiyle karanlık evler, bakımsız kafeler, boş ama açık fast food mekanları ve harabe haldeki barların bulunduğu yerin tam tersi istikamete yürüme isteğimi güçlükle bastırdım.

"Türkay abi!"

Türkay abi?

Duyduğum ani ses karşısında ikimiz de caddenin diğer ucunda, omuzlarının üzerinde kirli ve leş gibi koktuğuna yaklaşmadan emin olduğum bir battaniye taşıyan, erkek olmasına rağmen pembe bir pabuç giymiş, yırtık pırtık kıyafetleriyle bu soğuk havada güçlükle yürüyen bir çocuğa kenetlendik.

Yola heyecanla fırladığında geçmekte olan birkaç arabanın korna ikazıyla çarpılmaktan son anda kıl payı kurtulmuştu. Yanımıza kadar hiç durmadan koştu.

Şaşkın gözlerle bize doğru koşan çocuğa baktım.

"Türkay abi!" dedi çocuk tekrardan.

Savaş Bey, göz ucuyla bana bakarak tepkimi incelerken bense uzunca sayılabilecek bir müddette çocuğu inceledim. Çocuk yanımıza kadar bir tanıdığa koşar gibi koşarken o, olduğu yerde öylece duruyor, yumruk yaptığı elini açmak için kendiyle mücadele ediyordu. Gözlerini üzerimden çekerek çocuğa baktı.

Ardından cebindeki elini çıkararak yanımıza kadar nefes nefese bir heyecanla koşup gelen çocuğun omzuna koyup babacan bir tavırla sıktı.

"Bu saatte burada ne işin var Ömer?" dediğinde bir sorudan ziyade, sorguluyordu.

Küçük çocuğun rahatsız edici kokusu, gecenin rüzgarıyla buram buram aramıza sızarken neler olduğunu anlamaya çalışarak sessizce ikisini izlemeye devam ettim. Bu esnada kırmızı ışık yanmış, cadde sırayla dizilen arabalarla dolmaya başlamıştı.

"Ekmek parası abi." dedi çocuk, yaşından o kadar büyük konuşuyordu ki 9-10 yaşlarında dert etmesi gereken tek şey kurduğu oyunlar, düştüğünde bacağında oluşan yaralar olmalıydı diye düşündüm.

Savaş Bey hiç düşünmeden elini cebine atarak cüzdanını çıkardı ve içinden mor renkli bir 200'lük banknot çıkararak çocuğun yırtık pantolonunun cebine iliştirmeye çalıştı.

Küçük çocuk, yaşından beklenmeyecek bir olgunluk ve gururla itiraz edip "Olmaz abi, olmaz." diyerek parayı cebine koymasına engel olmak istercesine olduğu yerde sızlandı. Pembe terliklerinden dışarı fışkıran parmak uçları soğuktan ve kirden kapkaraydı.

"Olur Ömer olur." dediğinde baskınlıkla parayı çocuğun cebine sıkıştırmayı başarmıştı. "Babana vermeden önce karnını doyur." dedi ve etrafa kısaca bir göz attı. Gözü eski püskü bir çorbacıya iliştiğinde, "Şurada çorba iç." diyerek çocuğa işaret etti.

Çocuk, soğuktan değil de ezilmekten ve mahcubiyetten kızaran al yanaklarını önüne eğdi, "Sen de olmasan abi." dedi minnet edercesine. Ardından aklına çalınan bir düşünceyle tekrar kafasını kaldırdı. "Uzun zamandır görmüyorum seni abi, iyisin değil?" diye sordu.

"İyiyim beni merak etmeyin." dedi Savaş Bey. İlk kez onu bu kadar duyguları ön planda, sahiplenici ve insancıl gördüğüme yemin edebilirdim. "İşler yoğun bu sıralar." diye açıklama yaptığında şaşkınca ikisini izliyordum. "Sıkıntılı yeni bir çalışanım var, onunla uğraşıyorum."

Sıkıntılı? Çalışan? Sıkıntılı çalışan?

Çocuğun gözleri ilk kez beni bulduğunda hafifçe gülümseyebildim. Keşke böyle ışıl ışıl bir çocukla daha farklı şartlar altında karşılaşmış olsaydım diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım.

"Yenge midir?" diye sordu çocuk, açlık kokan nefesi burnumun içini sızlatıyordu. "Güzel kızmış abi."

Şaşkınlık içinde itiraz edeceğimde Savaş Bey benden önce atılarak hiç bozuntuya vermedi, "Beğendin mi?"

Zemheri soğuğun yüzümü kavladığı gecede, utanç içinde yanan yanaklarım etlerimi ısıran ve görünmeyen bir varlık tarafından saldırıya uğramış gibi sızlıyordu. Sınırları olan, daracık ve sonsuz bir boşluğun içine atılmıştım.

Çocuk alıcı gözlerle beni süzdüğünde, bedenimi montumun içine kapatarak buradan ışınlanmak ve başka bir şehirde gözlerimi açmak istediğim bir anın tam içindeydim.

"Sen beğenmiş almışsın." dedi çocuk hınzır bir kıkırdamayla. "Bize laf düşmez ki abi."

Kirli, toza bulanmış, yer yer kusmuğa benzer lekelerle sararmış battaniyesinin altını kaldırdığında ıslak köpek kokusunu andıran bir koku bütün çevremi sarmıştı. Yüzüm tiksintiyle kırışmak için çocuğun gitmesini bekliyordu. İnsani bir duyguyla öğürmek istedim.

Çocuk, omuzlarına dökülen battaniyesinin ardında sakladığı, kıpkırmızı ve canlı gülleri dışarı çıkardığında gözlerim efsunla sarılmış gibi güllere kilitlendi.

"Abim biz senin ekmeğini çok yedik." dedi çocuk ve koca buketin arasından en canlı, en parlak olan gül demetini dikkatle çıkararak bana doğru uzattı. "Yengeye hediyemiz olsun."

Savaş Bey sanki olağan bir akışın içindeymişiz gibi itiraz etmeden, sakince bir iç çekip ikimizi izledi. Belirsiz, her saniye başka bir duygu ile dalgalanan bir haleti ruhiyenin içinde kaldığımı hissettim.

"Gerek yok." diyerek bana uzattığı gülü ittiğimde aceleci tavrımın küçük ve tertemiz bir çocukta yaratacağı depremin sancıları, saniyesinde beynime dank etmişti. "Yani teşekkür ederim ama zahmet etme demek istedim."

Çocuk ısrarla gülü bana doğru uzattığında bir yandan da Savaş Bey'in tepkisini inceliyordu. Ellerimi sıkıca cebime sokarak gülü almamak için direndim.

"Çocuğu kırma yengesi." diye araya giren Savaş Bey'in alaylı tavrından bir şey yitirmeyen sesiyle dış dünyaya tekrardan döndüğümde, zihnimi soğuğa esir etmiş ve bir türlü mantıklı düşünemediğimi fark etmiştim.

Bir giz gibi sakladığım ellerimi montumun cebinden çıkardım.

Bana uzatılan o umut eline karşılık elimi ona uzattım ve gülü aldım. "Teşekkür ederim." diye mırıldandığımda gülün buhurlu kokusu tüm gecemi sarmıştı.

Küçük çocuk, büyük bir zafer kazanmış gibi gülümsediğinde kahverengi ve yer yer çürümüş dişleriyle, hayatımda gördüğüm en saf, en gerçek gülümsemeyi zihnime kazımak istedim. Böyle bir gülümsemeye insan, hayatında her zaman şahit olamazdı.

Savaş Bey, çocuğun kirli battaniyesinin ucunu çekiştirerek açıkta kalan omzunu iyice örttü. Normalde titizlikten kahrolan, odasında obsesif kompulsif bozukluk belirtilerinin tamamıyla terör estiren adam, bu gece bambaşka bir kimliğe bürünmüştü.

"Eve daha fazla geç kalma Ömer." dedi ve ekledi, "Diğer çocuklara da selamımı söyle. En kısa zamanda tekrar görüşelim."

Küçük çocuk, içinde tutamadığı bir zıpırlıkla ve ani adımlarla tekrardan arabaların önüne atıldığında içimde yeşeren korku ile onu yanı başıma çekmek, elinden güvenle tutmak istedim.

"Görüşürüz Türkay abi." diye bağırarak caddenin diğer ucunda, köhne sayılabilecek çorbacıya doğru koşmaya devam etti. "Görüşürüz adını bilmediğim yenge."

Savaş Bey, birkaç saniye boyunca çocuğun çorbacıya girişini izlemek için dikkatle sokağı izlediğinde yüzüne belli belirsiz yapışan o küçük gülümsemenin ona ne kadar yakıştığını düşünmeden edemedim. Onun yüzünde, daha yeni ki çocuğun yaşanmışlıkları vardı.

Ona baktığımı fark eder etmez suratına takındığı o sert mizaçla, bir şey söylemeden yaya yolundan karşıya doğru adımladı. Sessizce peşine takıldım.

Birkaç dakika daha hiçbir şey söylemeden yalnızca yürüdük. Evime sadece bir iki sokak kalmıştı. Avcumun içindeki gül, havanın serinliği ve daha yeni yaşanan o garip an, damarlarımdan ılık bir yağ gibi tüm bedenime akıyordu.

Günün yorgunluğu, yaşadığım korkular, Savaş Bey'in bu gece tanıştığım ikinci yüzü ve daha birçok his içimde bir yerlerde sinsice birikti; beni çıldırtan bir keşmekeşin ortasına bırakıverdi.

"Nereden tanışıyorsunuz?" diye sordum. Benimle aynı hizada, aynı hızda yürüyordu. "Ömer'le."

"Sokaktan."

"Sokakta mı tanıştınız?" diye sorguladığımda aslında tek istediğim aralarındaki hikayeyi dinlemekti. O, benim gözümde ulaşılması zor ve burnu havada, konuşulması imkansız bir modacıdan ötesi değildi. Ta ki bu gece, o çocukla aralarında geçen konuşmalara kadar.

"Evet."

Anlatmak isteseydi, anlatırdı.

"Diğer çocuklar peki?" dedim, dudaklarım ayazla birlikte kurumuştu. "Onlar da mı Ömer gibi."

"Ömer'in nesi var?" diye sorduğunda sesinde yükselmek isteyen ve bir yandan da tepkisini bastırmak isteyen bir yan savaş veriyordu. "Üzerinde iyi kıyafetler, pahalı ayakkabılar yok. Kirli ve leş gibi kokuyor diye bizim gibilerin konuşması güç çocuklar onlar, öyle mi?"

Kaşlarım öfkeyle çatıldı, olduğum yerde durup ona sinirle bakmak istedim ama ilk kez bu kadar eş zamanlı yürüyorduk ve bu ritmi bozmadan bir an evvel evime gitmek istiyordum.

O çocuğu hakir gördüğümü ona düşündüren şey neydi?

"Öyle demek istemediğimi biliyorsunuz." diye itiraz ettim yıkıcı bir öfkeyle. "Sadece böyle çocuklara yardım ederek ki özellikle para yardımından bahsediyorum, onları dilenmeye ya da mendil, gül satmaya zorlayanların ekmeğine bal sürüyorsunuz."

Durdu.

Kalın kabanının altında öfkeyle soluyan göğsü inip kalkmıştı.

Onunla birlikte olduğum yerde durdum.

"O çocuk bugün o 200 lirayı kazanamasa ne olacak biliyor musun?" diye hırsla tısladığında gecenin sessizliğini yaran sesi kulaklarımı sızlatmıştı. "Babası denilen heriften dayak yiyecek." dedi ve ekledi, "İster odunla, ister kemerle. Bazen koca bir soba maşası, bazen bir ağacın dikenli dalıyla."

"Evet ama..." diyerek araya girmeye çalıştığımda gözleriyle beni susturdu. Değersiz bir eşyaya bakar gibi ölü gözlerle bakıyordu gözlerime.

"Hayat, seni böyle şımartan annen ve babanın etrafında dönmüyor." Yüzüme tiksinircesine baktığında, aynı pencereden farklı dünyalara bakan iki insandan başkası değildik. Ellerimin arasındaki gülü, hızlı bir hamle ile aldığında sadece onu izlemekle yetindim. "Bırak bende kalsın."

Ardından tekrar yürümeye başladı. Bu yol, bir ölüm yolu, bir çıkmaz sokak gibiydi. Binlerce adım attığımız ama bir türlü eve varamadığımız bir araf, kıldan ince bir köprü kadar sırat.

Belleğimde kısa bir süreliğine oluşan bir açıklıkla, peşinden yürümeye devam ettim. Her geçen gün onun yeni bir yanıyla tanışıyordum ve hangi haline ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum. Çaresiz, ona söyleyeceğim bir sürü şey varken sadece içimde konuşabiliyordum.

Düşündüğü gibi biri değildim.

Düşündüğüm gibi biri değildi.

"O çocuk size Türkay diye hitap etti." dediğimde kızgınlık ve sıkılganlıkla soluduğunu, serin havaya bir bulut gibi yayılan nefesinden apaçık anlayabilmiştim. "Size Türkay diye seslendiğimde bana tepki göstermiştiniz."

"Ömer benim arkadaşım." dedi önüne bakarak hiç kesintiye vermeden yürümeye devam edip. "Arkadaşlarım bana ikinci adımla seslenebilir." diye devam ettiğinde kafamın içi bir kargaşa meydanıydı. "Sen benim arkadaşım değilsin."

Sadece sokak lambasının cılız ışığının aydınlattığı o dar sokakta yürürken, birkaç kez dudaklarının aralanıp bir şeyleri haykırmak istercesine hararetli olduğunu, daha sonra bundan vazgeçerek sessizce yürümeye devam ettiğini gördüm.

"Size bazen anlam vermekte zorlanıyorum." diye itiraf ettim, beni sadece dinlemekle yetinmişti. "Bir sokak çocuğuna olan takdir edilesi davranışınız ve sanki düşmanınızmışım gibi bana olan tavrınız."

İki kenarında sallanan ellerini tekrardan ceplerine iliştirdi ve yürümeye devam etti. Bana verilecek bir cevabı olmadığından mı yoksa cevap vermeye bile tenezzül etmediğinden mi bilinmez ahrazmış gibi sessizdi.

Birkaç mahallenin ardından sonunda evimin olduğu apartmana doğru yaklaştığımızda, içimde biriken tüm nefesi rahatlamış bir şekilde dışarıya bıraktım. Bir daha ne olursa olsun, eve kendim gelecektim. Onunla değil.

Yine de bu gece bana eşlik ettiği için nezaketen ve yarın sabah iş yerinde ekstra bir zulme maruz kalmamak için ona teşekkür edecekken evimin tam önünde durdu.

Bedeni bir dağ gibi önümdeydi, hiç ummadığım bir anda, "Sandığın kişi değilim." dedi. Konuşmak için araya gireceğimde beni işaret parmağı ile susturdu ve devam etti, "Hakkımda ne duyduysan, sana kim ne anlattıysa."

"Sandığın kadar acımasız değilim." dediğinde sokakta sadece onun isyan eden sesi ve bir girdap halinde yankılanan rüzgarın sesi vardı. "Sandığın kadar korkunç biri değilim." dedi. "Eğer birine kötü demek istiyorsan bu ben değilim."

Hiçbir şey söylemeden sadece ne kadar içten olup olmadığına baktım. Soğuktan moraran dudakları, bir şeyler söylemek için tekrardan aralandı fakat vazgeçti. Felaketin habercisi yıldırımlar henüz üzerime düşmemişti ama kötülüğün habercisi gök gürlemelerini duyuyordum.

Gözleri hemen bedenimin arkasında kalan evime gitti.

Birkaç dakika önce ellerimin arasından çekip çıkardığı, yaprakları ezilmekten koyu bir mor rengine bürünmüş gülü tekrardan bana uzattı, "Bu senin, al."

İtiraz etmeden, canlılığını kaybetmeye başlamış solgun gülü ellerinin arasından aldım. Gözleri tekrardan evime gitti, bire bir nereden bildiğini bilmediğim evime.

"Evine geldik." dedi ve gözlerini çığlıksız, ölgün, tehditsiz bir savaş alanının tam ortasında kalmış gibi apartmanın üçüncü katına, benim evime dikti. "İçeri gir."

Evimi nereden biliyordu?

~~~

Yorumlarınızın bir çiçek kadar değerli olduğunu söylemiş miydim? 🌸

Savaş'ın hikayesini, İskender'le arasındaki olayları, Savaş & Leyna arasında olacakları sizlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorum.

Beğenilerinizi eksik etmeyin, şimdiden teşekkür ederim. Yeni bölümün yayınlanması size ve enerjinize bağlı. Profilimde yeni bölümlere dair duyurular paylaşıyorum, inceleyebilirsiniz.

Hepinizi öpüyorum 🩷

Continue Reading

You'll Also Like

33.6K 1.9K 25
Yaşadığı bir olay yüzünden sesini kaybeden bir kız. Annesinin yeni evliliği yüzünden mecbur İtalyaya taşınır, italyada yeni arkadaş edinen kız, arkad...
10.5M 335K 26
BÖLÜMLER GERİ YÜKLENİYOR Şakadan zerre anlamayan birine okkalı bir şaka yaparsanız elde edeceğiniz şey yüklü bir para ve birkaç bin fazla tıklanma o...
Haz By 🍀

Romance

277K 3.8K 19
Çocukluktan beri Karan Avcıoğlu'na karşı hisleri olan Efsun Alakurt'un hikayesidir. Sevdiği adamla birlikte olduklarından sonra her şeyin farklı ola...
1.5M 67.5K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...