Savaş ve Barış

Від ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... Більше

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

VI - VII - VIII

16 1 0
Від ClassicsTR


Yaşlı Kont eve döndü; Nataşa ile Petya hemen geleceklerine söz verdiler. Daha erken olduğu için av devam etti. Öyle vakti av köpekleri deredeki sık fidanlığa salıverildi. Nikolay kuru ekinlerin üstünde duruyor, bütün avcılarını görüyordu.

Nikolay'ın tam karşısında bir yeşillik vardı; orada avcısı tek başına fındık dallarının arkasındaki bir çukurda duruyordu. Av köpeklerini henüz götürmüşlerdi ki, Nikolay tanıdığı bir köpeğin (Voltorn'un) aralıklı havlamalarını duydu; öbür köpekler ona katılıyor, kâh seslerini kesiyor, kâh yeniden havlamaya başlıyorlardı. Bir dakika sonra korudan bir tilki işareti verildi, bütün sürü, açık araziden yeşilliğe doğru, Nikolay'dan uzaklaşarak ileri atıldı.

Nikolay, derenin sık ağaçlı kenarlarından koşan kırmızı şapkalı zağarcıları, hatta köpekleri görüyor, karşı taraftaki yeşillikten tilkinin görünmesini bekliyordu.

Çukurda duran avcı kımıldandı, köpeği saldı; Nikolay, kuyruğunu kabartarak yeşillikten telaşla kaçan kızıl, bodur, acayip bir tilki gördü. Köpekler onun peşine düştüler; işte yaklaştılar, işte tilki ortalarında daireler çizmeye, bu daireleri gittikçe küçültmeye, tüylü kuyruğuyla kendi etrafına dönmeye başladı; işte yabancı bir beyaz köpek fırladı, arkasından da siyah bir köpek atıldı, hepsi karıştı, tilkinin çevresinde kıçları dışarıya doğru olmak üzere bir yıldız oluşturdular.

İki avcı atlarını hızla köpeklere doğru sürdü; biri kızıl şapkalı, öbürü yeşil kaftanlı bir yabancı.

Nikolay içinden, "Bu da ne?" dedi, "Bu avcı nereden çıktı? Dayımınkilerden değil."

Avcılar tilkinin işini bitirdiler, hayvanı kaldırmadan uzun zaman ayakta durdular. Yanı başlarında çıkıntılı eyerleriyle beygirler yularlarında duruyor, köpekler yatıyordu. Avcılar ellerini sallıyor, tilkiye bir şeyler yapıyorlardı. Aynı yerden, kavga parolası diye kararlaştırılan boru sesi yükseldi.

Nikolay'ın seyisi, "İlagin'in avcısı bu," dedi, "bizim İvan'la kavga ediyor."

Nikolay, seyisi kız kardeşiyle Petya'yı çağırmaya gönderdi, acele etmeden avcıların köpekleri topladıkları yere doğru yollandı.

Nikolay attan indi, yaklaşan Nataşa ve Petya ile birlikte kavganın sonuna dair haber beklemek üzere av köpeklerinin yanında durdu. Ormanın ucundan, kavga eden avcı, terkisinde bir tilkiyle atına yol verdi, genç efendisine yaklaştı. Külahını ta uzaktan çıkardı, saygılı bir eda ile konuşmaya gayret etti; sararmıştı, solumaktaydı, yüzü öfkeliydi. Bir gözü şişmişti, ama belki de o bunun farkında değildi.

"Ne oldu size orada?" diye sordu Nikolay.

"Bizim köpeklerin altından avı nasıl alır! Benim boz kancık yakaladı onu. Şuna bak hele! Tilkiye el uzatıyor! Nah, ona ben tilkiyi gösterdim! İşte terkide. Alır mısın bunu?" diye hançerini göstererek ve hâlâ düşmanıyla konuştuğunu sanarak ekledi avcı.

Nikolay onunla konuşmadı, Nataşa ve Petya'dan kendisini beklemelerini rica etti, düşman İlagin'in avlandıkları yere yollandı.

Yenen avcı, öteki avcılara karıştı, onu seven meraklılar etrafını çevirdiler, gösterdiği kahramanlığı anlattı.

Mesele şuydu: Rostovlarla kavgalı olan İlagin, görenek üzere Rostovlara ait olan yerlerde avlanırdı; şimdi de, sanki özellikle, Rostovların avlandıkları koruya sokulmayı emretmiş, yabancı bir köpeğin kaldırdığı avı kovalamaya izin vermişti.

Nikolay, İlagin'i hiç görmemişti ama her zaman olduğu gibi yargılarında, duygularında yine parlamıştı, bu derebeyinden, azgınlığı ve keyfî hareketleri hakkında söylentiler yüzünden nefret eder, onu candan düşman sayardı. Şimdi, kırbacını öfkeyle elinde sıkarak düşmanına karşı en kesin ve tehlikeli hareketlere tamamıyla hazırlanmış, heyecan içinde ona gidiyordu.

Tam ormanın çıkıntısına gelmişti ki, karşıdan kunduz derisi kasketli, güzel bir yağız ata binmiş, iki seyisin takip ettiği bir şişman adam gördü.

Nikolay, İlagin'in şahsında, düşman yerine, onunla tanışmayı çok arzu eden gösterişli, terbiyeli bir adam bulmuştu. Rostov'a yaklaşarak kunduz derisinden kasketini kaldırdı, olaya çok üzüldüğünü, yabancı köpeklerin kaldırdığı bir avı kovalayan avcının cezalandırılmasını emredeceğini söyledi, tanışmak için Kont'a rica etti, av için kendi topraklarını ona teklif etti.

Kardeşinin kötü bir şey yapmasından korkan Nataşa heyecanla onu biraz arkadan takip ediyordu. Hasımların dostça selamlaştıklarını görünce onlara yaklaştı. İlagin, Nataşa'nın önünde kunduz derisi kasketini daha yukarı kıldırdı, nazikçe gülümseyerek, Kontes'in ava olan düşkünlüğüyle de, çok meşhur olan güzelliğiyle de Diana'nın (av tanrıçası) canlı bir örneği olduğunu söyledi.

Avcısının kabahatini düzeltmek için kendine sakladığı ve kendi deyimiyle tavşanların kaynaştığı, bir verst uzaktaki tepeciğine gelmesini Rostov'dan ısrarla rica etti. Nikolay razı oldu; böylece bir kat daha çoğalan avcılar yollarına devam ettiler.

İlagin'in arazisindeki küçük tepeye gitmek için tarladan geçmeleri gerekiyordu, avcılar bir hizaya gelmişlerdi. Erkekler bir arada gidiyorlardı. Dayı, Rostov ve İlagin başkalarına sezdirmeden gizlice yabancı köpeklere bakıyor ve kaygıyla bu köpekler arasında kendi köpeklerine rakip arıyorlardı.

İlagin'in sürüsünden küçük halis kan, ince vücutlu ama çelik adaleli, küçük suratlı, siyah gözleri dışarı fırlamış, kırmızılı bir dişi köpek Rostov'u güzelliğiyle hayrete düşürdü. İlagin'in köpeklerinin koşucu olduğunu duymuştu; o güzel dişi köpeği kendi Milka'sına rakip görüyordu.

İlagin'in bu yıl aldığı mahsul üzerinde yaptıkları ciddi konuşma sırasında Nikolay kırmızılı dişi köpeği ona işaret etti ve dikkatsiz bir tavırla, "Şu siyahlınız güzel, fevkalade!" dedi.

İlagin bir yıl önce malikâne kölelerinden üç aile vererek komşusundan aldığı kırmızılı Yerza'yı göstererek kayıtsız bir sesle, "Bu mu? Evet, iyi bir hayvan, avcıdır da," dedi. "Evet, sizde harman verimiyle övünmezler değil mi Kont?" diye devam etti." Genç Kont'a aynı şekilde karşılıkta bulunmayı nezakete uygun sayan İlagin, onun köpeklerini gözden geçirdi, büyüklüğüyle dikkatini çeken Milka'yı seçti.

"Şu siyahlınız güzel, fevkalade!" dedi.

Nikolay, "Evet, fena değildir, iyi sıçrar," dedi ve içinden, "hele kırdan koca bir tavşan kaçsın, bunun ne köpek olduğunu size gösteririm!" diye ekledi, seyise dönerek bir tavşan izi görecek, yani bulacak olana bir ruble vereceğini söyledi.

İlagin devam etti: "Anlamıyorum, başka avcılar av hayvanına ve köpeklere karşı ne kıskanç oluyorlar. Size kendimden söz edeceğim, Kont. Benim hoşuma giden nedir bilir misiniz? Gezmek; işte böyle bir takımla gezmek... neye değmez (kunduz derisinden kasketini tekrar Nataşa'nın önünde çıkardı) ama kaç tane posteki gelmiş, bunu saymak beni ilgilendirmez!"

"Ya, öyle mi?"

"Benim köpeğimin değil de başka bir köpeğin avı yakalamasına üzülecek ne var sanki; ben işin eğlencesindeyim, öyle değil mi, Kont? Sonra ben şöyle düşünürüm..."

Bu sırada duraklayan tazıcılardan birinin sürekli haykırışı duyuldu:

"Hadi, tut onu!"

Kuru ekinler arasındaki bir tepenin üstünde duruyordu, kamçısını kaldırıp bir daha uzun uzadıya haykırdı:

"Tut onu!" Bu ses ve kaldırılmış kamçı, önde yatan bir tavşan gördüğünü anlatıyordu.

İlagin kayıtsız bir tavırla, "İzi buldu galiba," dedi. "E, yüklenelim Kont!"

"Evet ama yaklaşmak gerek. E, peki, beraber mi?" diye kendi köpekleriyle daha bir defa boy ölçüştüremediği iki rakibe, Yerza ile dayısının kızıl Rugay'ına bakarak yanıt verdi Nikolay. Dayısıyla İlagin'in yanında tavşana doğru ilerleyerek içinden, "E, ya benim Milka'yı geçerlerse!" dedi.

İlagin, izi bulan avcıya doğru ilerledi, heyecanla etrafına bakındı, Yerza'ya ıslıkla işaret ederek sordu:

"Büyük mü?"

Dayıya döndü: "Ya siz, Mihail Nikanoriç?"

Dayının suratı asıktı.

"Ne diye burnumu sokayım, sizin... temiz iş, marş! Siz taylar verip köpekler alıyorsunuz, köpekleriniz biner rublelik. Kendinizinkileri boy ölçüştürün, ben seyredeyim."

"Rugay! Nah, nah," diye haykırdı. "Rugaycık!" Bu küçültme adla kırmızı köpeğine beslediği sevgiyi, ümidi elinde olmadan ifade ediyordu.

Nataşa bu iki ihtiyarın ve kardeşinin gizledikleri heyecanı görmüş, sezmiş, kendisi de heyecanlanmıştı.

Avcı hâlâ kırbacını kaldırmış, tepecikte duruyor, adamlar yürüyerek ona yaklaşıyorlardı; ta ufukta ilerleyen av köpekleri tavşanın bulunduğu yerden öteye saptılar; avcılar da (öbür bütün erkekler) dağılmışlardı. Hepsi yavaş yavaş, düzenli bir biçimde tekrar bir araya geldiler.

Nikolay izi bulan avcıya yüz adım kadar yaklaşarak sordu:

"Başı ne tarafta?"

Ama avcı daha yetişip yanıt vermeden, tavşan başına gelecekleri sezerek yatmadı, yerinden sıçradı. Birbirine karışmış av köpekleri havlayarak hep birden sırttan aşağı, tavşanın peşine düştüler. Tasmalı olmayan tazılar her taraftan av köpeklerinin ardından tavşana doğru atıldılar. Ağır ağır ilerleyen bütün bu avcılar, zağarcılar, "Dur!" diye bağırıp köpekleri yollarından alıkoyarak, tazıcılar, "Tut!" diye haykırıp onları saldırtarak alanda tırıs gidiyorlardı. Telaşsız İlagin'le Nikolay, Nataşa ve dayı nereye ve niçin gittiklerini kendileri de bilmeksizin, sadece köpekleri ve tavşanı görerek, yalnız bir an olsun takibin gidişini gözden kaçırmak korkusuyla doludizgin ileri atıldılar. Rastlanan tavşan kocaman ve çevik bir tavşandı. Yerinden sıçrayınca hemen kaçmadı, kulaklarını oynattı, birden yükselen haykırışları, ayak patırtılarını dinledi, on defa kadar hafifçe sıçradı, köpeklerin sokulmasına aldırış etmedi, sonunda yönünü seçti, tehlikeyi anlayarak kulaklarını kıstı, alabildiğine kendini koyuverdi. Yattığı yer saman saplarının içiydi, ama önü yeşil bir bataklıktı, izi bulan avcı ve iki köpeği, tavşanı görüp peşine düştüler ama ona doğru henüz çok ilerlememişlerdi ki İlagin'in kırmızı benekli Yerza'sı arkalarından fırladı, bir köpek boyu mesafeye kadar ona yaklaştı, müthiş bir hızla atıldı, tavşanın kuyruğuna doğru ok gibi atılıp onu kavradığını sanarak yuvarlandı. Tavşan sırtını eğdi, hızını iyice artırdı. Yerza' nın arkasından sağrısı geniş siyah benekli Milka atıldı ve hızla tavşana yetişti.

"Milka! Aslanım!" diye muzaffer sesi duyuldu Nikolay'ın. Milka hemen saldırarak tavşanı hemen kavrayacak sandılar, ama ona yetişti ve hızla geçip gitti. Tavşan yana fırladı; tekrar güzel Yerza saldırdı; sanki şimdi yanılmamak, arka bacağını kavramamak için ölçer gibi tavşanın tam kuyruğunun üstüne yapıştı.

İlagin'in, ağlamaklı sesi duyuldu:

"Yerza! Canım!"

Yerza onun yalvarışlarına kulak asmadı. Tavşanı tam kavrayacağını beklerken koca tavşan zıpladı, kuru ekinlerle yaş ekinler arasındaki sınır hendeğine yuvarlandı. Yerza ile Milka bir oka koşulmuş iki beygir gibi aynı hizaya gelip tavşanı izlemeye koyuldular. Tavşan sınırın üstünde daha kolay kaçıyor, köpekler ona, o kadar çabuk yetişemiyorlardı.

Bu sırada yeni bir ses daha yükseldi:

"Rugay! Rugayım! Temiz iş, marş!"

Dayının kırmızı, kambur köpeği uzandı, sırtını eğdi, ilk iki köpekle aynı hizaya geldi, onları geçti, müthiş bir gayretle tavşanın tam üstüne atıldı, onu sınırdan yeşil ekin tarlasına düşürdü. Çamurlu tarlada dizlerine kadar gömülerek daha azgın bir hızla tekrar atıldı; sırtını çamura bulayarak tavşanla birlikte yuvarlandığı görünüyordu. Köpeklerden oluşan bir yıldız etraflarını sardı, bir dakika sonra herkes bir araya toplanan köpeklerin yanındaydı. Dayı mutluydu, attan indi, tavşanın ayaklarını kesti, kanı aksın diye onu silkip gözlerini öteye beriye çevirerek, ellerini, ayaklarını ne yapacağını bilmeksizin, kiminle ve ne konuştuğundan habersiz telaşla etrafına bakıyordu. "İşte bak bunu anlarım... İşte köpek dediğin böyle olur. Hepsini alaşağı etti, bin rublelikleri de, rublelikleri de... temiz iş, marş!" diye soluyarak, birine küfreder gibi, herkes onun düşmanıymış, herkes onu gücendirmiş de sonunda ancak şimdi kendini haklı çıkarmayı başarmış gibi hiddetle etrafına bakarak söylüyordu. "İşte size bin rublelik köpekleriniz... Temiz iş, marş!"

Topraklanmış kesik bir bacağı fırlatarak, "Rugay, al payını!" dedi, "Hak ettin, temiz iş."

Nikolay da kimseyi dinlemeyerek, kendisini dinleyip dinlemediklerini düşünmeksizin, "Benimki artık kovalamadı; tek başına üç kovalama yapmıştı o," dedi.

İlagin'in seyisi seslendi:

"Yandan sardırmak iş mi sanki!"

Kızaran, at sürmekten ve heyecandan güçlükle nefes alan İlagin:

"Canım, tavşan öyle bir kovalandı ki, artık bundan sonra her ev köpeği onu yakalayabilirdi."

Yine o anda Nataşa nefesini tutarak, sevinç ve heyecandan öyle acı bir çığlık kopardı ki, kulakları çınlattı. Onun bu çığlıkla ifade ettiği, öteki avcıların sözlerle ifade ettikleriydi. Bu çığlık o kadar acayipti ki, eğer başka bir zamanda olsa bu vahşi sesten kendisinin de utanması, herkesin ona hayret etmesi gerekirdi. Dayı tavşanı kendi eliyle atına bağladı, ustaca ve çevik bir hareketle, herkesi azarlar gibi, atın sağrısından öteye attı, kimseyle konuşmak bile istemiyormuş gibi bir tavırla al altına bindi ve yola düştü. Onun dışında hepsi, kederli, kırgın bir halde dağıldılar, eski yapmacık kayıtsızlığa ancak çok sonra gelebildiler. Çamura bulanmış, kambur sırtıyla, tasma demirini şıkırdatarak bir yenen sakinliğiyle dayının beygirinin ayak ucundan giden kızıl Rugay'ı daha uzun zaman gözleriyle takip ettiler.

Nikolay'a öyle geliyordu ki, bu köpeğin tavrı, "Eh, mesele avla ilgili olmadıkça ben de herkes gibiyim. Ama böyle değilse kendini sıkı tut!" diyordu sanki.

Biraz sonra dayı Nikolay'a yaklaşıp da onunla konuşmaya başladı. Bütün olup bitenlerden sonra dayının hâlâ onu kendisiyle konuşulmaya değer görmesi Nikolay'ın koltuklarını kabartmıştı.


VII


Akşama doğru İlagin kendisiyle vedalaştığı zaman Nikolay evden o kadar uzakta bulunuyordu ki, dayının kafileyi bırakıp geceyi kendisinde, Mihailovna köyünde geçirme teklifini kabul etti.

Dayı, "Bana gelirseniz, temiz iş marş! Daha iyi olur, bakın hava nemli," diyordu, "dinlenirdiniz, küçük Kontes'i drojka'larla gönderirdik."

Dayının teklifi kabul edildi, drojka'lar için Otradnoye'ye bir adam gönderildi; Nikolay da Nataşa ve Petya ile dayıya gittiler.

Büyüklü küçüklü beş altı erkek hizmetçi teşrifat kapısına, efendilerini karşılamaya koştular. Yaşlı genç onlarca kadın gelen avcıları görmek için arka avludan başlarını uzattı. Orada Nataşa'nın, atlı bir kadının, bir bayanın bulunması yaşlı hizmetçilerin merakını o derece artırmıştı ki, birçokları sıkılmadan ona sokuluyor, gözlerinin içine bakıyor, insan değil başka bir şey, kendisinden söz edildiğini duymaz, anlamaz bir garip bir mahlukmuş gibi yanında onun hakkında fikir yürütüyorlardı.

"Arinka, bak, yanlamasına oturuyor! Eteği de sallanıyor... Borusuna bak!"

"Aman Tanrım, bıçağı da var!"

"Bir Tatar kızı!"

İçlerinden en cesaretlisi, artık doğrudan doğruya Nataşa'ya seslenerek, "Sen nasıl tepetaklak olmadın, ha?" diye sordu.

Dayı, yeşil bir bahçe ortasındaki küçük ahşap evinin avlusunda attan indi, hizmetçilerini süzerek işi olmayanların çekilmesini, misafirleri, avcıları ağırlamak için her şeyin yapılmasını haykırarak emretti.

Hepsi kaçıştı, dayı, Nataşa'yı attan indirdi, elinden tutarak sallanan tahta merdivenin basamaklarından çıkardı. Sıvasız, tahta duvarlı ev o kadar temiz değildi; belli ki, evin kirli olmamasına geyret edilmişti ama ihmalcilik fark edilmiyordu. Sofada taze elma kokusu vardı, kurt ve tilki derileri asılıydı.

Dayı misafirlerini sofadan, açılır kapanır bir masası ve kırmızı sandalyeleri olan küçük bir salona geçirdi, sonra kayın ağacından yuvarlak bir masanın ve kanepenin bulunduğu misafir salonuna, oradan yırtık kanepeli, halısı eskimiş, Suvorov'un, ev sahibinin babasıyla annesinin ve bizzat kendisinin asker resimleri asılı çalışma odasına getirdi. Burada keskin bir tütün ve köpek kokusu vardı. Çalışma odasında dayı misafirlere oturmalarını, kendi evlerindeymişler gibi yerleşmelerini rica ederek dışarı çıktı. Rugay çamurlu sırtıyla çalışma odasına girdi, kanepeye yerleşti, diliyle, dişleriyle temizlenmeye başladı. Çalışma odası, yırtık paravanların göründüğü bir koridora açılıyordu. Paravanların arkasından kadın gülüş ve fısıltıları işitiliyordu. Nataşa, Nikolay ve Petya soyunup kanepeye oturdular. Petya elini başına dayadı; Nataşa ile Nikolay sessiz oturuyorlardı. Yüzleri yanıyordu, çok acıkmışlardı, çok neşeliydiler. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı, avdan sonra, odada Nikolay kız kardeşine karşı erkeklik üstünlüğünü göstermeyi artık gerekli görmüyordu; Nataşa kardeşine göz kırptı, kendilerini fazla tutamadılar, gülmelerine bir bahane bulmaya daha vakit kalmadan attıkları kahkahalarla etrafı çınlattılar.

Biraz sonra dayı, kazakin, mavi bir pantolon ve küçük çizmeler giymiş olarak içeri girdi. Nataşa hissetti ki, Otradnoye'de şaşırtan, onu güldüren elbisenin ta kendisi olan dayının sırtındaki bu kostüm, redingotlardan, fraklardan hiç de aşağı kalmayan mükemmel bir kostümdü. Dayı da neşeliydi; iki kardeşin gülmesinden alınmak şöyle dursun (onun yaşayış tarzına gülünebileceği hatırına gelemezdi) kendisi de bu sebepsiz gülüşe katılmıştı.

"Bak genç Kontes'e, temiz iş, marş, böylesini görmedim!" diyerek Rostov'a uzun çubuklu bir pipo uzattı, kısa ve kesilmiş başka bir çubuğu alıştığı bir hareketle üç parmağının arasına yerleştirdi.

"Bütün gün at üstünde erkek bile zor dayanır, ona vız geldi!"

Dayıdan sonra çok geçmeden, ayak sesinden anlaşıldığına göre, herhalde yalınayak olan bir hizmetçi kız kapıyı açtı. Şişman, pembe beyaz, çatal çeneli, dudakları dolgun ve kırmızı kırk yaşlarında güzel bir kadın elinde dolu bir tepsiyle içeri girdi. Gözlerinde, her hareketinde konuksever bir ağırbaşlılıkla, bir cazibeyle misafirleri süzdü, tatlı bir tebessümle eğilerek onları selamladı. Göğsünü ve karnını ileri itmeye, başını arkada tutmaya zorlayan haddinden fazla şişmanlığına rağmen bu kadın (dayının vekilharcı) adımlarını fevkalade hafif atıyordu. Masaya yaklaştı, tepsiyi koydu, beyaz, tombul elleriyle şişeleri ve yiyecekleri çevik bir hareketle alıp masaya yerleştirdi. Bu işi bitirdikten sonra yana çekildi, gülümseyen bir yüzle kapının yanında durdu. Onun ortaya çıkışı Rostov'a şunu söylüyordu sanki:

"İşte benim! Anlıyor musun dayıyı şimdi?" Nasıl anlamazdı: Yalnızca Rostov değil, dayıyı, çatılmış kaşların söylediklerini, Anisya Fedorovna içeri girdiği sırada dudaklarını hafifçe buruşturan mutlu memnun gülümsemenin anlamını Nataşa da görmüştü. Tepside meyveli şarap, likör, mantar, tereyağlı siyah peksimet, petek balı, süzülmüş, köpüklü ballar, pişmiş elma, taze ve kavrulmuş fındıklar, ballı ceviz vardı. Anisya Fedorovna, sonra da ballı reçel, şekerleme, jambon ve taze kızarmış tavuk getirdi.

Bütün bunlar Anisya Fedorovna'nın hazırladığı, pişirdiği şeylerdi. Bütün bunlar Anisya Fedorovna'nın kokusunu, şahsiyetini, zevkini yansıtıyordu. Hepsinden bir tazelik, temizlik, aklık ve tatlı bir gülümseme akıyordu.

Kâh birinden, kâh öbüründen Nataşa'ya sunarak, "Yiyiniz, Matmazel Kontes," diyordu.

Nataşa hepsini yiyordu; ona öyle geliyordu ki, bu tereyağlı siyah peksimeti, bu kadar güzel kokulu reçeli, bu ballı cevizi, bu tavuğu hiçbir yerde görmemiş ve yememişti. Anisya Fedorovna çıktı, Rostov'la dayı akşam kahvaltısı olarak vişne likörünü çekip geçmiş ve gelecek avlara, Rugay'a, İlagin'in köpeklerine dair konuşuyorlardı. Nataşa parlayan gözlerle kanepede dimdik oturmuş onları dinliyordu. Bir şey yedirmek için Petya'yı birkaç kez uyandırmaya kalkmış, ama o, besbelli uyanmadan, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanmıştı. Nataşa içinden o kadar neşeliydi, onun için yeni olan bu çevre o kadar hoşuna gitmişti ki, drojka'lar çabuk gelecek diye korkuyordu. Tanıdıklarını evinde ilk kez konuk edenlerde hep görüleceği gibi, birden oluşan bir sessizlikten sonra dayı misafirlerinin zihinlerini kurcalayan bir düşünceye yanıt vererek dedi ki:

"Eh, işte ömrümün sonunu yaşıyorum... Öleceksin, geride bir şey kalmayacak, ne diye günah işlemeli!"

Bunları söylerken dayının yüzü çok anlamlı, hatta güzeldi. Rostov o anda, elinde olmayarak, babasından ve komşularından dayı hakkında duyduğu bütün iyi sözleri hatırladı. Bütün ilde dayı en asil ruhlu, çıkar kaygısı olmayan tuhaf bir adam olarak ün salmıştı, Onu aile davalarında tanıklık etmeye çağırır, vasiyetname uygulayıcısı kabul eder, ona sırlarını açar, onu yargıçlığa ve başka görevlere seçerlerdi; ama o ilk ve sonbahar aylarını iğdiş kır atı üstünde kırda geçirir, kışın evde oturur, yazın sık ağaçlıklı bahçesinde uzanır, kamu hizmetlerini şiddetle reddederdi.

"Niçin görev kabul etmiyorsunuz dayıcığım?"

"Bıraktım. İşe yaramıyorum, temiz iş marş, anlamıyorum bir şeyden, bu sizin işiniz, benim aklım ermez buna. Bak, av başka iş, bu temiz iş marş! Açsanıza kapıyı," diye bağırdı, "ne diye kapadınız!"

Koridorun (dayının koridor dediği yerin) sonundaki kapı avcılar koğuşuna açılırdı, avcı uşakların odası bu adı taşıyordu.

Hızlı hızlı giden bir çıplak ayak sesi duyuldu, avcılar koğuşunun kapısı açıldı. Koridordan, anlaşılan işin ustası olan birisi tarafından çalınan berrak bir balalayka sesi gelmeye başladı. Nataşa bu sesi çoktandır dinliyordu, şimdi onu daha iyi dinlemek için koridora çıktı.

Dayı, "Bizim arabacı Mitka bu... Ona iyi bir balalayka satın aldım, severim," dedi.

Dayı avdan gelince avcılar koğuşunda Mitka'nın balalayka çalması evde âdet olmuştu. Dayı bu çalgıyı dinlemeyi severdi.

Nikolay, bu sesten çok hoşlandığını itiraf etmeye sıkılıyormuş gibi, elinde olmayan belli bir hafifseme ile, "Ne güzel, mükemmel doğrusu," dedi.

Nataşa kardeşinin sözlerindeki tonu hissederek, "Ne, mükemmel mi?" dedi, "mükemmel değil, bu fevkalade bir şey."

Dayının mantarı, balı ve likörü, nasıl ona dünyanın en iyi mantarı, balı ve likörü gibi geldiyse, bu anda bu şarkı da ona müzik sanatının bir şaheseri gibi gelmişti.

Balalayka susar susmaz Nataşa kapıya doğru seslendi:

"Daha, daha, rica ederim, daha."

Mitka aletini akort etti; tekrar, neşeli keskin duruşları, sık titreyişleriyle Barinya'yı çalmaya başladı. Dayı, başını yana eğmiş hafifçe gülümseyerek oturmuş dinliyordu. Barinya havası defalarca çalındı, balalayka birkaç kez akort edildi, tekrar aynı sesler yükseldi, ama dinleyiciler bıkmadı, bu havayı tekrar tekrar dinlemek istediler. Anisya Fedorovna içeri girdi, şişman vücuduyla kapının söve başlığına yaslandı.

Dayının gülümsemesini andıran bir gülümsemeyle Nataşa'ya, "Dinleyin lütfen," dedi, "çok iyi çalar."

Dayı ansızın enerjik bir hareketle, "Bak, burası iyi olmuyor," dedi, "burasını yaymak lazım, temiz iş marş, yaymak..."

Nataşa, "Siz çalmayı bilir misiniz ki?" diye sordu. Dayı cevap vermeyerek gülümsedi.

"Anisyuşka, kitaranın telleri tamam mı, bir baksana. Çoktandır elime almadım, temiz iş marş! Kenara attım."

Anisya Fedorovna efendisinin gösterdiği işi yerine getirmek için o hafif yürüyüşüyle hevesli hevesli gitti, kitarayı getirdi.

Dayı kimseye bakmadan tozları üfledi, kemikli parmaklarıyla kitaranın üstünü tıkırdattı, akort etti, koltuğa adamakıllı yerleşti, kitarayı (biraz tiyatrovari bir jestle sol kolunun dirseğini yana vererek) boynundan yukarı kaldırdı ve Anisya Fedorovna'ya göz kırparak Barinya'yı değil de çınlayan, temiz bir akordan sonra ölçülü, sakin, fakat metin bir eda ve çok yavaş bir tempoyla, "Taş döşeli sokağın üstünde" şarkısını çalmaya başladı. Şarkının motifi (Anisya Fedorovna'nın bütün varlığını saran) o ağırbaşlı neşeyle birlikte ve aynı tempo ile Nikolay'ın ve Nataşa'nın ruhunda tekrarlanıyordu. Anisya Fedorovna kızardı, atkısıyla yüzünü örttü, gülerek odadan çıktı. Dayı değişen, ilhamlı bir bakışla Anisya Fedorovna'nın ayrıldığı yere bakıp kusursuzca, gayretli ve enerjik bir metanetle şarkıyı çalmaya devam etti. Yüzünde, beyaz bıyıklarının altında, özellikle şarkı ilerledikçe, tempo hızlandıkça ve bazı yerlerde keskin duruşlar olduğu zaman hafif bir gülümseme beliriyordu.

Dayı bitirir bitirmez Nataşa, "Çok güzel, çok güzel dayıcığım; daha, daha," diye haykırdı. Yerinden fırlayıp dayıyı kucakladı ve öptü. "Bu neydi, ha?" diye sorar gibi kardeşine baktı.

Dayının çalışı Nikolay'ın da hoşuna gitmişti. Dayı şarkıyı ikinci defa çalmaya başladı. Anisya Fedorovna'nın gülümseyen yüzü yine kapıda belirdi, arkasından daha başka yüzler göründü... Dayı, "Soğuk pınar suyu almaya gitti, ona bağırıyor: Kız bekle!" şarkısını çalıyordu, yine ustalıkla sesten sese geçiyor, elini hızla durup kaldırarak, omuzlarını kımıldatıyordu.

"Hadi, hadi, kuzum dayı!"

Hayatı onun elindeymiş gibi, Nataşa böyle yalvaran bir sesle inledi; dayı ayağa kalktı, sanki iki adamdı: Biri, neşeli olana ciddi ciddi gülümsüyor, o da danstan önce bön bön tuhaflıklar yapıyordu.

Sert bir vuruş yapıp Nataşaya işaret ederek bağırdı: "Hadi bakalım!"

Nataşa atkısını fırlatıp attı, dayının karşısına koştu, ellerini kalçalarına koyarak omuzlarını oynattı ve durdu.

Mülteci bir Fransız kadınının yetiştirdiği bu Küçük Kontes, kokladığı bu Rus havasından bu ruhu nerede, nasıl ve ne zaman emmiş, yerini çoktan pas de châle'e bırakması gereken bu edaları nereden almıştı? Ama bu ruh, bu edalar dayının da onda umduğu o taklit edilemez, öğrenilmez, öz Rus edalarıydı. Durur durmaz zaferle, gururla, kurnazca bir neşeyle gülümsedi, Nikolay'ı ve bütün hazır bulunanları saran korku, yalnış yapacak korkusu geçmişti; şimdi hayran hayran ona bakıyorlardı.

O kadar kusursuz, o kadar mükemmel yapıyordu ki, oyunda gereken mendili hemen kendisine veren Anisya Fedorovna, babasının, halasının, annesinin ve her Rus'un ruhunu yerinden oynatmasını bilen bu incecik, zarif, ipekler ve kadifeler içinde büyütülmüş, kendisine onca yabancı Kontes'e bakarken gülen gözlerinden yaşlar akıyordu.

Dayı dansı bitirip neşeyle gülerek, "Eh, küçük Kontes," dedi, "temiz iş, marş! Aferin! Sen yalnız şöyle iyi bir delikanlı seç kendine. Temiz iş, marş!"

Nikolay gülümseyerek, "Seçildi bile," dedi.

Dayı sorguyla Nataşa'ya bakarak hayretle, "Ya?" dedi.

Nataşa mutlu bir gülümsemeyle başını sallayarak onayladı.

"Hem de nasıl!" dedi. Fakat bunu söyler söylemez içinde başka yeni bir düşünce ve duygu dalgası yükseldi. "Seçildi bile," dediği zaman Nikolay'ın gülümsemesi ne anlatıyordu? "Buna seviniyor mu, sevinmiyor mu? Benim Bolkonskim bu sevincimizi iyi bulmayacak, anlamayacaktı, diye düşünüyor sanki. Hayır, o her şeyi anlayacaktı. Nerede şimdi o?" diye düşündü Nataşa ve yüzü birden ciddileşti. Ama bu ancak bir saniye sürdü. Kendi kendine, "Bu düşünülmez, buna cesaret edilemez," dedi. Gülümseyerek dayının yanına oturdu, bir şey daha çalması için yalvardı.

Dayı, bir şarkı ve bir vals daha çaldı; sonra susup öksürerek sevdiği bir av şarkısını söylemeye başladı.

Karlar akşamdan beri

Tuttu bütün yerleri...

Dayı, şarkıda bütün anlamın sözlerde olduğu, melodinin kendiliğinden geldiği, ayrı ayrı melodiler olmadığı, onun yalnızca tempo için gerektiği yolunda tam ve saf bir inanç taşıyan halkın söylediği gibi şarkı söylerdi. Bunun için, kuşların nağmesi gibi şuursuzca çıkan melodisi fevkalade hoştu. Nataşa dayının şarksının heyecanı içindeydi. Onu dinleyince arp öğrenmemeye, kitara çalmaya karar verdi. Dayıdan kitarayı istedi, hemen akoru şarkıya uydurdu.

Saat onda Nataşa ile Petya için bir lineyka (iki kişilik, yandan açılan araba) ile bir drojka ve onları aramaya gönderilmiş üç atlı geldi. Gelenlerden birinin söylediğine göre Kont ile Kontes onların nerede olduğunu bilmiyor, çok telaş ediyorlardı.

Petya'yı taşıyıp bir ölü gibi lineyka'ya yerleştirdiler. Nataşa Nikolay'la birlikte drojka'ya bindi. Dayı Nataşa'yı bir örtüyle sardı, büsbütün yeni bir şefkatle onunla vedalaştı, onları yaya olarak su geçidini geçecekleri köprüye kadar götürdü, fenerlerle ileri geçmelerini avcılara emretti.

"Güle güle!"

Karanlıklardan gelen bu ses Nataşa'nın bildiği o eski ses değil, "Karlar akşamdan beri" diye şarkı söyleyen sesti.

Geçtikleri köyde kızıl ateşçikler ve hoş bir duman kokusu vardı.

Anayola çıktıkları sırada Nataşa, "Ne kadar hoş adam bu dayı!" dedi.

Nikolay, "Evet," dedi, "üşüyor musun?"

Nataşa adeta hayretle, "Hayır, çok iyiyim, çok. O kadar iyiyim ki!" diye yanıtladı.

Uzun süre sustular.

Gece karanlık ve nemliydi. Atlar görünmüyordu, ayaklarının çamura girip çıkışı duyuluyordu.

Hayatın bu tür izlenimlerini bunca hırsla kapan, benimseyen bu içli çocuğun ruhunda neler olmuştu? Bütün bunlar onda nasıl doğmuştu? Ama o çok mutluydu. Eve yaklaştıkları sırada birden, "Karlar akşamdan beri," diyerek bütün yol boyunca aradığı ve sonunda bulduğu motifi söylemeye başladı.

Nikolay, "Buldun mu?" dedi.

Nataşa, "Şimdi ne düşünüyordun Nikolaycık?" diye sordu. Bunu birbirlerine sormayı severlerdi.

Nikolay düşünerek, "Ben mi?" dedi. "Bak, ilk önce Rugay'ın, şu kızıl köpeğin dayıya benzediğini, insan olsaydı kendi yerine geçecek olan dayıyı yanından ayırmayacağını, av için olmasa bile süs için saklayacağını düşünüyorum. Ne babacan adam bu dayı! Öyle değil mi? Ya sen ne düşünüyordun?"

"Ben mi? Dur hele, dur. Evet, ilk önce şöyle düşünüyordum: İşte eve gidiyoruz ama bu karanlıkta nereye gittiğimizi Tanrı bilir; bir de gidip göreceğiz ki Otradnoye' ye değil, sihirli bir dünyaya gitmişiz. Sonra başka ne düşünmüştüm, yok, başka bir şey düşünmedim."

Nikolay, sesinden Nataşa'nın anladığı kadarıyla, gülümseyerek, "Biliyorum, herhalde 'Onu' düşündün," dedi.

Gerçekten de Nataşa hem Prens Andrey'i, hem onun dayıdan nasıl hoşlanacağını düşünmüş olmasına rağmen,

"Hayır," diye yanıt verdi. "Ben hâlâ boyuna tekrarlıyorum, bütün yol boyunca hep tekrarladım: Anisyuşka ne iyi çıkış yaptı, ne iyi..." dedi. Nikolay onun çınlayan, sebepsiz ve mutlu gülüşünü duydu.

Nataşa birden, "Bak ama," dedi, "biliyorum ki hiçbir zaman şimdiki kadar mutlu ve rahat olmayacağım."

Nikolay, "İşte bu saçma, anlamsız bir söz," dedi ve şöyle düşündü: "Benim şu Nataşam ne şeker şey! Böyle bir dostum daha yok, olmayacak da. Evlenmesi şart mıydı, hep böyle gezseydik onunla!"

Nataşa içinden, "Ne tatlı şey şu Nikolay!" dedi ve gecenin ıslak, kadife karanlıkları içinde ışıldayan pencereleri göstererek, "A, misafir salonunda hâlâ ışık var," dedi.


VIII


Kont İlya Andreyiç asiller mareşalliği görevinden ayrılmıştı, çünkü bu iş çok büyük masraflara yol açıyordu. Ama işi yine de düzelmiş değildi; Nataşa'yla Nikolay sık sık anne babalarının gizlice konuştuklarını görüyor, yalnızca Rostovların zengin aile konaklarının ve Moskova yakınındaki yerlerin satılmasına dair sözler duyuyorlardı. Asiller mareşalliği olmayınca öyle büyük kabullere gerek kalmamış, Otradnoye hayatı eski yıllardan daha sakin geçmeye başlamıştı. Ama koca konak ve pavyonlar yine de insan doluydu. Sofraya yine eskisi gibi yirmi kişiden fazla adam oturuyordu. Bütün bunlar kendi adamları, evde yaşayan ailenin üyeleri denebilecek veya Kont'un evinde yaşamaları zorunlu sayılan kimselerdi: müzik öğretmeni Dimmler'le karısı, dans öğretmeni Vogel'le ailesi, yaşlı Matmazel Belova, sonra kızların eski mürebbiyesi öğretmen Peti, sadece Kont'un evinde oturmayı kendi evlerinde oturmaktan daha iyi ve yararlı bulan daha birçok kişi. Ziyaretler eskisi gibi çok değildi, ama hayatın akışı hep aynıydı ve Kont'la Kontes kendilerine başka bir hayat tasavvur edemezlerdi. Nikolay'ın daha da artırdığı av işi aynıydı, tavlada aynı elli at, on beş arabacı vardı, isim günlerinde kıymetli hediyeler ve bütün ilçeye verilen muhteşem ziyafetler aynıydı. Kont'un oynarken kâğıtlarını herkese gösterdiği, onunla oyun oynamaya en iyi gelir gözüyle bakan komşularına her gün yüzlerce ruble verdiği vist ve boston oyunları aynıydı.

Kont farkında değildi ama kocaman bir ağa dolanmış, işleri peşinde koşuyor, bu ağı dikkatle, sabırla, kendini paralayarak açmaya çalışıyordu. Kontes, seven kalbiyle çocuklarının harap olduklarını, Kont'un bunda suçu olmadığını, olduğu gibi görünmemenin elinden gelmeyeceğini, kendisinin ve çocuklarının harap olmalarını gördükçe azap duyduğunu (her ne kadar bunu gizliyorsa da) hissediyor ve kocasına yardım etmek için çareler arıyordu. Kendi kadınca görüsüyle yalnız bir tek çare aklına geliyordu: Nikolay'ı zengin bir kızla evlendirmek. Bunun son ümit olduğunu ve eğer Nikolay, ona bulduğu zengin kızı reddederse işleri düzeltmeye sonsuza dek veda etmek gerekeceğine inanıyordu. Bu zengin kız, Rostovların çocukluğundan beri tanıdıkları, son erkek kardeşi de ölünce şimdi artık zengin bir kısmet olan çok iyi, çok faziletli bir anne babanın kızı Jüli Karagina'ydı.

Kontes, Moskova'ya, doğrudan doğruya Karagina'ya bir mektup yazarak kızını oğluna istedi ve ondan uygun bir yanıt aldı. Karagina kendi adına buna razı olduğunu, her şeyin kızın isteğine bağlı bulunacağını yazıyor, Nikolay'ı da Moskova'ya davet ediyordu.

Kontes, iki kızını da kocaya verdikten sonra şimdi biricik emelinin onu evli görmek olduğunu birkaç kez gözleri yaşararak oğluna anlattı. Bunu görürse rahatça mezara girebileceğini söyledi. Sonra göz önünde tuttuğu fevkalade bir kız bulunduğunu, onunla evlenmek için oğlunun düşüncesini öğrenmek istediğini bildirdi.

Konuşmalarında Jüli'yi övüyor, bayramda eğlenmek için Moskova'ya gitmeyi Nikolay'a tavsiye ediyordu. Nikolay annesinin dilinin altında neler saklı olduğunu sezmişti; bir keresinde onu açık konuşmaya davet etti. Annesi, işlerin düzelmesi ümidinin şimdi onun Karagina'yla evlenmesine bağlı olduğunu söyledi.

Nikolay, ne kadar zalimce olduğunu anlamadan ve yalnızca kendi asil ruhunu göstermek amacıyla annesine sordu:

"Peki, ya ben varlıksız bir kız sevseydim, aşkımı ve onurumu varlığa feda etmemi isteyecektiniz demek, öyle mi maman?"

Annesi kendini nasıl haklı göstereceğini bilmeyerek, "Hayır, anlamadın," dedi, "beni anlamadın, Nikolaycık. Senin mutluluğunu istiyorum." Ama doğru söylemediğini, şaşırdığını hissetti, ağlamaya başladı.

Nikolay, "Anneciğim, ağlamayın, söyleyin bana, bununla ne demek istiyorsunuz, biliniz ki, sizin rahatınız için bütün hayatımı veririm," dedi. "Size her şeyimi feda ederim, aşkımı bile."

Ama Kontes meseleyi bu şekilde ortaya atmak istememişti: Oğlundan fedakârlık istemiyordu, asıl kendisi onun için fedakârlıkta bulunmak isterdi.

Kontes gözyaşlarını silerek, "Hayır, beni anlamadın, bunu konuşmayalım artık," dedi.

Nikolay kendi kendine, "Evet, belki ben yoksul bir kızı seviyorum," dedi, "peki, aşkımı, onurumu varlık uğruna feda mı edeyim? Annemin bunu benden istemesine hayret ediyorum. Çünkü Sonya yoksul, ben onu sevemem. Onun vefalı, fedakâr aşkına karşılık veremem demek ama şurası kesin: O beni Jüli gibi bir kukladan daha çok mutlu eder. Ailemin iyiliği için aşkımı her zaman feda edebilirim ama aşkıma hükmetmek elimden gelmez. Eğer Sonya'yı seviyorsam bu benim için her şeyden güçlüdür, her şeyden üstündür."

Nikolay Moskova'ya gitmedi; Kontes ona bu konuyla ilgili bir şey söylemedi bir daha; oğluyla Sonya arasında gitgide büyüyen yakınlaşma işaretlerini kederle, bazen öfkeyle görüyordu. Bundan dolayı kendi kendini kınıyor, fakat sebepsiz yere Sonya'yı sık sık durdurarak, ona "siz", "küçükhanım" diye seslenerek homurdanmamak, uğraşmamak elinden gelmiyordu. İyi yürekli Kontes, Sonya'ya en çok şunun için kızıyordu: Bu yoksul kara gözlü kız pek yumuşak, pek iyi yürekli, velinimetlerine karşı pek minnetli ve bağlıydı. Nikolay'ı o da kadar vefalı, sarsılmaz, fedakârca bir aşkla seviyordu ki onu hiçbir nedenle ayıplamak mümkün değildi.

Nikolay izin süresini ailesinin yanında geçirdi. Prens Andrey'den, Roma'dan dördüncü bir mektup gelmişti; bu mektupta sıcak iklimin tesiriyle yarası birden açılmamış olsaydı çoktan Rusya yolunda bulunacağını, bu yüzden seyahatini gelecek senenin başına kadar uzatmak zorunda kaldığını yazıyordu. Nataşa yine sevgilisine tutkundu, yine bu aşkın huzuru içindeydi ve hayatın her türlü neşelerine karşı yine hassastı; ama dördüncü ayrılık ayının sonunda onda baş edemediği üzüntü nöbetleri görülmeye başladı. Kendi kendine acıyordu. Sevmeye ve sevilmeye kendini o kadar yetenekli hissettiği bütün bu zamanların yok yere, kimseye yararı olmadan mahvolup gittiğine yanıyordu.

Rostovların evinde neşe yoktu.

Продовжити читання

Вам також сподобається

923K 51.2K 40
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
8.1K 735 9
Stiles telefonu parmakları arasında çevirmeye devam etti. Çevirdikçe parlak ekran karanlık odasını ve yüzünü aydınlatıyordu. Parmakları hızlıca harek...
Kanlı Dosya Від Sadece Ravza O_O

Детективи / Трилер

870 293 13
Cinayet ... Hiçbir insanın yaşamaması gereken bir olay ...
38.3K 1K 45
Dünya edebiyatının en önemli klasik yapıtlarından biri olan İki Şehrin Hikâyesi, Paris ve Londra arasında gelişen olay kurgusuyla, tarihin en hareket...