13. Bölüm: İstanbul

423 37 50
                                    

"...bir boşluktan aşağı mı bırakıyordum kendimi... teller tenimi çizip canımı mı yakıyordu... mutsuzluğuma mı alışıyordum seni severken... yoksa kan kaybından mı ölüyordum..."
- Birhan Keskin

Dibin bir son olduğunu, oraya bir kere düştünüz mü çıkış yolunuzun olmadığını zannederdim; ama yanılmışım. Dip bir son değil, vurabileceğiniz en kötü zamanda bile bir son değil. Asıl son, dibe vurduktan sonra başlıyor. Kaçıp gitmek veya kucağınızda yatan kanlı bedeni sarıp sarmalamak ikileminde kaldığınızda başlıyor. Ve evet, her ne kadar kucağımdaki beden beni günler önce terk etmiş ve kendi elleriyle denize itmiş olsa da ben onun gibi değilim. Onu kanlar ve kurtlar içinde yalnız bırakamam. Bu yüzden ikinci seçeneceği seçmekten başka bir çarem yok. Onu seçmekten ve hayatımın altını yeniden üstüne çevirmekten başka bir çarem yok. 

Dibe bir kere düştüm. Dibin karanlığını, kayalarını ve bozgunlarını biliyorum; oradan kurtulmak için yalnızca ışığa doğru yüzmem gerektiğini de. Fakat bu defa denizin derinliklerinde yalnız değilim, bu defa yanımda onu da sürüklüyorum, bunun farkındayım. Ve eğer, bu defa başarısız olursam dibe vurduğumda da yalnız olmayacağım.

Yine de, beni kendi elleriyle ittiği uçurumu düşündüğümde, bu durumu önemsediğim söylenemez. Sonuçta insaflı davranıyorum; o beni bıraktığında denize tek başıma dalmıştım.

Şimdi iki kişiyiz, belki de eşitiz, ama asla biz değiliz.

Yolları bir noktada kesişen, ardından ayrılan, ardından birbirlerini kurtarmak için yeniden birleşmek zorunda kalan iki... İki insanız. İki farklı, ayrı, birleştikleri noktadan başka hiçbir noktada birlikte nefes alamayacak olan insan.

İşte, o kucağımda hâlâ baygın yatar ve dakikalar aleyhimize işlerken aklımdan geçenler yalnızca bunlardı.

Zaman bu kez uzunluğunu ölçemediğim bir biçimde işliyor ve etraftan farklı uğultular geliyordu. Bunlardan en net olanı ise tanımadığım gence aitti.

"Bu görüntüleri polise vermemizi istemiyorsan defol git lan buradan!"

"Baba! Hadi!"

"O iyi mi?"

Kulağımın hemen dibinde fısıldayan sese karşılık, alnımı onun yasladığım alnından yavaşça kaldırdım. Nemlendiğini fark edemediğim gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra yeniden ona çevirdim. Onun kızılla kahverengi arası bir renge bulanmış, ilk gördüğüm günde de üzerinde olan deri ceketine.

"Bilmiyorum," diye fısıldadığımda sesim titrekti. "Bilmiyorum, bir şeyler yapmamız gerek!"

Hande kafasını sallayıp telaşla "Semih," diye bağırdığında tanımadığım genç kafasını hızla bize doğru çevirmişti. Bakışları önce kollarımın arasındaki bedene, sonra Hande'ye değdi. Dudaklarını belli belirsiz oynattı.

"Tamam, çıkacağız buradan, çıkacağız," dedi Hande, Semih'ten bakışlarını çektiğinde. "Sen iyi misin? Sana bir şey oldu mu?"

"Hay-hayır."

Bakışlarım tekrardan önüme düştüğünde dudaklarımı yeniden, ve kaçıncı kez yaptığımı bilmeden, acıyla dişledim. Çok, çok kan vardı ve tüm bu koyu rengin altında onun solgun, parlak buğday renginden ödün vermiş teni tüm cansızlığıyla yatıyordu.

"Kan kaybediyor... Çok kan kaybediyor," diye bağırdım.

Bağırışımla tüm bakışlar bana döndüğünde irkilmiştim.

"Dilçem," diye bağırdı amcam, bir kez daha, tüm hiddetiyle. Tam ona aynı şiddetle cevap verecektim ki araya Kerim abi girdi.

"Ne var lan, deminden beri Dilçem Dilçem," diye bağırdığında amcamı omuzlarından tutup itmişti de. "Gelmeyecek Dilçem sizinle! Hadi, binin o arabanıza, ikileyin!"

DİLÇEMWhere stories live. Discover now