18. Bölüm: Aşk

314 30 41
                                    

Elizabeth'in ruh hali hızla eski canlılığına kavuşunca Mr. Darcy'den ona nasıl âşık olduğunu anlatmasını istedi. "Nasıl başladın?" dedi. "Bir kez başlayınca tatlı tatlı devam ettiğini düşünebilirim; ama ilk olarak seni ne harekete geçirdi?"

"Her şeyi başlatan saati ya da yeri veya bakışı ya da sözleri ayırt edemiyorum. Çok zaman önce. Başladığını anlamadan kendimi ortasında buldum."

- Jane Austen

Fazla dik olmayan yokuşu dikkatli adımlarla inip sahile vardığımda derince bir nefes aldım.

Yavaş yavaş tepeye çıkmaya başlayan güneş, denizden aldığı rengi henüz kaybetmemiş bir gökyüzü ve çığlık çığlığa martılar iki sabahtır olduğu gibi bu sabah da buradaydı. Denize yaklaştım. İki gün önce komodinimin üzerine sessizce bırakılmış ve tamir edilmiş telefonumu çıkartıp denizin bir fotoğrafını çektim. Bugün daha sakindi, maviliğine ara ara yeşiller karışmıştı. Düşlerimdeki gibi berrak, tertemiz de değildi üstelik, şehrin kirliliğini taşıyordu. Belki onun yükü bizden daha fazlaydı, belki de ben bugünlerde her şeyi anlamlandırma ihtiyacı hissediyordum, bilmiyordum. Boşluğumu dolduracak eylemler arıyordum bugünlerde. Gün doğarken sahile iniyordum; durup denizi izliyor, sonunu bulmaya çalışıyordum ve dört kişilik kahvaltı masası için beş kişilik simit alıyordum.

Rüzgarın dağıttığına emin olduğum saçlarımı alelade düzeltip iç geçirdim.

Kaldırımın kenarındaki bank bu sabah boş olmasına rağmen kırmızı arabalı simitçi buradaydı, simitleri de yine taze görünüyordu. Tam kırmızı arabaya yaklaşmamla kaçıveren siyah kediye gülümseyip simitçiye döndüm. "Beş simit alabilir miyim?"

Gri kasketli simitçi el çabukluğuyla simitleri kağıt poşete koyup bana uzattığında ben de ona ücreti uzatmış, ardından yavaşça yokuşa doğru ilerlemeye başlamıştım. Sevgi Hanımların evi sahile epey yakındı, tam da onların mesleğine uygun isimli bir site içindeydi ve bana bu gürültülü şehrin içinde kaçıp saklanabilecek bir alan izlenimi veriyordu. Bu ufak, fazla dik olmayan yokuşu tırmanacaktım ve 22 numaralı eve ulaşacaktım.

Kucağımda taşıdığım beş simite, beşincisinin sahibini orada görebilecekmiş gibi baktım. Dünyanın en kötü fikirlerinden biri Akın'la birlikte içimdeki hissin de gideceğini sanmaktı çünkü fena halde yanılmıştım. İçimde karıncalanan his gitmemiş, aksine onun iki günlük yokluğunda daha da büyümüştü. Neden böyle oluyordu kestiremiyordum. Yirmi yıldır o yoktu; yaşadığım küçük ilçe, konak, anneannemlerin köyü, babam, kuzenlerim, birkaç arkadaşım vardı. Hatta Muğla'da gittiğinden sonra bile hayal kırıklığım yokluğunun üzerini örtmüş, beni bu kadar kaşındırmamıştı. Ama şimdi...

Boştaki elim boynuma ulaşıp iyice kırmızılaşan yerleri sabırsızca kaşımaya başladığında yanan yaralarıma rağmen rahatladığımı hissettim. Boşuna kendimi yiyordum, tüm yaşadıklarımın sorumluluğunu ona attığım için vicdan azabı çekiyordum, o kadar. Büyütülecek bir şey yoktu.

22 numarayı gördüğümde ellerimi boynumdan çekerek saati kontrol ettim ve sekiz buçuğu geçtiğini fark edince rahatlıkla zili çaldım. Beni neredeyse hiç bekletmeden kapıyı açan Selim Bey, geçen iki günkü gibi güler güzlüydü. Beni gördüğüne şaşırmasa da kaşları havalandı. "Sabahını yine verimli geçiren birini görüyorum," dedi, yüksek bir tonda.

"Biraz öyle oldu."

"Hoş geldin. Geç içeri hadi, hava soğuktur sabah sabah." Kafamı sallayıp içeri girdiğimde kucağımdaki simitleri de mahcup bir gülümsemeyle ona uzatmıştım. İki gündür inatla beş simit aldığımın farkındalardı elbette ama sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. Zaten büyük ihtimalle onlar oğullarının nerede olduğunu biliyorlardı.

DİLÇEMWhere stories live. Discover now