10. Bölüm: Tek Başına

378 39 25
                                    

"Konuşulmayan acı, kalbi parçalar."
- William Shakespeare

Onu durdurabilirdim.

Varlığının ellerimden, kalbimin üzerinden kayıp gitmesinden evvel onu durdurabilirdim. Ruhuma silik bir leke gibi tane tane ve ansızın işlenmiş varlığını; yokluğuyla örselemeden önce onu durdurmak isterdim.

Ama yapamamıştım.

21 Mart gecesi ellerinden o peçeteyi almayarak, ilk şarkının dudaklarından dökülmesine izin vermeyerek, tanışmamızdan tam beş gün sonra, uzattığı eli tutmayarak onu durdurabilirdim.

Onu durdurmam için kalbime pelesenk olan ne varsa, şimdi yoluma taş olup çıkmıştı. Ve bunların hepsine ben izin vermiştim; telefonunu, adresini hatta soyadını bile bilmediğin bu adamın, kalbime darbe indirmesine izin vererek şimdi içine düştüğüm çukuru kendi ellerimle ben kazmıştım.

Ve artık, çukurun dibinde kalbimle baş başaydım.

Şarkılar bile gitmişti...

Küçükken, fakat küçüklüğümü hatırlayabilecek kadar da büyükken her dara düştüğümde bir köşeye kaybolur, kendime şarkılar mırıldanırdım. Şarkılarımı bana öğreten annemdi, beni sesimden bulansa abim.

Fakat artık ikisi de yoktu. Onlarla birlikte şarkılar da... Ve ben, artık şarkı söyleyerek bulunamayacağımı kabul ettiğim yılların sonunda bir şarkı tarafından bulunmuştum; ansızın ve zamansız. Bir müzik çalmış, bir rüzgar esmiş ve beni yine, yeniden kendine inandırmıştı.

Müziği susturabilirdim.

Fakat müziğin melodisi çok güzeldi, ritmi hayatıma denk, sözleri dilime ezberdi. Ve kabul etmeliydim ki ben müziği susturmayı hiçbir zaman istememiştim. Şarkıyı kesmektense ona eşlik etmek, sözlerine ortak olmak daha cazipti, daha çekiciydi. Beni hayatta bu denli kendine çeken başka hiçbir şarkı dinlememiştim.

Ama şarkılar çekip gitmişti.

Akın yanılıyordu; şarkılar da ihanet ederdi. Hiçbir şey sonsuza dek bizimle kalmaz, en sonunda yaratılışını oluşturan maddeye geri dönerdi.

Tıpkı onun gibi.

Akın'ın kalbimin üzerine basıp geçmesinin üstünden üç saat geçmişti. Kendime ağlamayacağıma dair söz vermemin üstünden ise iki saat otuz beş dakika.

Ağzımı bıçak açmıyordu.

Tek bir cümle kurmuştum, Yamaç'a. "Beni buradan götür," demiştim. Nereye götüreceği, saatin kaç olduğu veya suratımın bembeyaz olduğu umrumda bile değildi. Beni oradan götürmeliydi.

Ve götürmüştü de. Başta, "Beni buradan götür," diyişimin üzerine şaşırmış, ne diyeceğini bilememiş ve bocalamış olsa da beni götürmüştü. Akınların ansızın çekip gitmesine ne tepki vermişti veya Güler abla ve Erol abiye ne söylemişti bilmiyordum. Beni götürüyordu ve bu kadarı yeterliydi. Her şey bu kadar sadeydi. Hiçbir şey bilmek ve duymak istemiyordum. Bütün duyularım yitmiş gibiydi.

Bir an, ellerimden gözlerimin önünde kayıp gittiğinde, ansız bir güç orada bir kuyu açmış ve beni de o kuyunun içine atmış gibi hissetmiştim. Göremediğim yüzler, duyamadığım sesler terk edilişimden miydi yoksa kuyunun dibine düşüşümden mi? Algılayamıyordum. Kalbimin sızısından ve bileğimin ağrısından başka hiçbir şey hissedemiyordum. Biri kanımı çekiyor ve kalbimi söküyordu. Eksik yerlerim ağrıyordu.

DİLÇEMWhere stories live. Discover now