Bölüm 32: Ağlamak

2.4K 170 23
                                    


    Gözlerimden akan yaşlar yavaşça yanaklarımdan süzülürken Özgür'ün üstüne atlamış olan zombiye silahımın arkasıyla vuruyordum. Vuruyordum... Vuruyordum... Yüzlerce kez vurmuş olmalıydım. Özgür'ün üstüne eğilmiş onu ısırıyordu. Onu... Onu yiyordu. Ve ben sadece vuruyordum. Her yer kan olmuştu. O karmaşanın içinde üstüme atlayan diğer aylakları tekme tokat etrafa fırlatıyordum. O adrenalinle ben bile şaşırmıştım ne yaptığıma. Ağlıyordum, bağırıyordum ve tüm güçümle vuruyordum. Sonunda yaratığın kafası dağılmış ve vücudu parçalara ayrılmıştı. Görüntü midemi bulandırdı. Ama kusmadım, kendimi tuttum. Umrumda değildi.

    Şuan ölsem umrumda değildi. Şuan diğerleri ölse umrumda değildi. Şuan lanet zombilerden biri kolumu ısırsa ve beni yemeye başlasa da umrumda değildi.

    Özgür... Özgür'üm ölmüştü. Ve ben şimdi fark ediyordum ki; sayılı günler içinde onu sevmiştim. Onu gerçekten sevmiştim. Kardeş gibi, eş gibi... Ne gibi kim gibi olduğunu umursamadan sevmiştim. O, bana aptal dünyaya olanlardan sonra, güçsüz bedenlerimizin yaratıklara dönüşmesine izin vermezken tekrar sevebilmeyi öğretmişti. Ve bir daha hiçbir şeyi sevemeyecek olsam da umrumda değildi. Onu kaybetmiştim.

    Zombiyi yavaşça kenara ittim. Yediği şey, küçük Özgür'ün bedeni, kanı, her yerine bulaşmıştı. Şimdiden koku etrafa yayılmıştı. Öğürerek iteklemeye devam ettim. Özgür'den her ne kaldıysa görmek istiyordum. Yüzü, saçları, gözleri... Belki hastalıklı bir düşünceydi bu. Ama ne kaldıysa görmeliydim.

    Zombilerin parçalanmış vücutları tamamen kenara kaydığında önümde yatan şeye baktım. İç organları dışarı çıkmış, akan kan zeminde değişik yollar izlemişti. Geriye nerdeyse hiçbir şey kalmamıştı. Ama bu beden... Olması gerekenden biraz daha büyük gibiydi.

    Ve tüylü.

    Ve toynakları vardı.

    Özgür değildi.

    Zombilerin yediği şey, Özgür değildi. Yerde yatan belli ki Özgür'ün lamasıydı.

    "Savaş!" Sesi duymamla arkamı dönmem arasında geçen zaman, ışık hızından bile hızlı olabilirdi. Mavi gözlerini görür görmez ona koştum. O da gelip üstüme atladı. Sıkıca kucakladım. Korkmuştu ama ağlamıyordu. Oysa ben ufacık bir çocuk gibi ağlıyordum. Ayaklarını yere bastı. Yanaklarımı okşamaya başladı. Ölmemişti. Yaşıyordu. Ve ben hem korkmuştum hem de üzgündüm. Ağlamamı durduramıyordum. Eğilip ona karnından sarıldım. Kafamı göğsüne koydum.

    "Öldün sandım... Öldün sandım..." Yüzümü kollarıyla sıkıca sarıp beni göğsüne bastırdı.

    "Şşşt geçti..." Saçlarımı, yüzümü, yanaklarımı okşamaya devam etti. O an belki de zombiler yakınımıza yaklaşıyorlardı fakat onlarla uğraşmak istemiyordum. Özgür yaşıyordu. Onu daha da sıktım. Ne kadar çok ağladığımı önemsememeye başladım. Ağzım burnum birbirine karışmıştı zaten. Burnum akıyordu. Bebek gibi sesler çıkarıyor olmalıydım. Öyle eğilmiş, iki büklüm bir halde karnına sarılıyordum. Dışarıdan garip göründüğümüze eminim. Ama artık normal olan ne vardı ki?

    Özgür benim sesim kesilir gibi olunca kolunu gevşetti ve beni kaldırdı. Vücudumu dikleştirdim, ona sarılan kollarımı çözdüm. Beni kolumdan tutup kimsenin göremeyeceği ve zombilerin olmadığı bir yere çekti. Masmavi gözlerine baktım. Onun da gözleri dolmuştu. Yine yanağımı okşadı.

    "Burdayım."

    "Burdasın."

    "Çok mu korkuttum?" diye fısıldadı.

    Kafamı salladım. Burnumu çekiyordum. Diğer elini de öbür yanağıma koydu. Yüzüme iyice yaklaştı. Baş parmaklarıyla dudaklarımı okşadı. Yüz hatlarımı inceliyordu. Sanki yüzümün her yerine, her noktasına bakmak zorundaymış gibi. Sonra bir anda, dudaklarımı okşayan parmaklarının yerini sıcacık dudakları aldı. Beni öpüyordu.

    Ağlamaktan ve titremekten kendimi toparlayamayacağımı bildiği için yüzümü ellerinin arasında iyice sıkmıştı. Öpüşmemize o yön veriyordu. Bir elini boynuma doladığında kendime gelmiştim. Belinden tutup kendime iyice yaklaştırdım.

    Bunun olmasını uzun bir süredir istiyordum. Ve şimdi, o yumuşacık dudakları benimkilerle birleşmişti. Dünya gerçekten durmuştu sanırım.

    Birbirimizden ayrıldığımızda ağlamam kesilmişti. Ama yüzümdeki gözyaşlarının tuzlu tadının Özgür'ün ağzında olduğuna emindim.

    "Hiçbir yere gitmiyorum." dedi. Gülümsedi. Ne o boynumdaki elini çekmişti ne de ben belindeki elimi. Öylece kalmıştık birkaç dakika.

    Benim susuyor olmamın sebebi üst üste yaşadığım şoklardı. Önce öldüğünü sanmam, sonra yaşadığını öğrenmem, sonra öpüşmemiz. Onun yaptığı gibi yüzünü inceledim ben de. Kahverenginin en güzel tonundaydı saçları. Çocuksu yüzü, mavinin mükemmeliğiyle birleşmiş ve dünyadaki en güzel kızı yaratmıştı. Burnu, çenesi, dudakları... Hepsi sanki ünlü bir ressamın paletinden çıkmış boyalar gibiydi.

    Dakikalarca burun buruna bakışmamızdan sonra sessizliği bozan o oldu:

    "Gidelim mi?"

    Kafamı sallayıp elinden tuttum. Saklandığımız yerden çıktık. Lama kalıntılarını yiyen birkaç aylak hariç hiçbir şey kalmamıştı çiftlik kapısının yakınlarında. Dikkatleri dağınık olduğu için koşarak yanlarından uzaklaşabildik. Kemal ve diğerleri çoktan kapıdan çıkıp gitmiş olmalıydı. Olan hiçbir şeyi görmemişlerdi. Biz de nihayet kapıdan geçtik ve boş yolda koştuk. Sonra hayatımızı kurtaran bir ses duyduk.

    Korna.

    Caner'in minivanına ulaşabilmiş, bizi almaya gelmişlerdi. Yanımızda durdular ve kapı açıldı. Kemal ve Elena kollarımızdan tutup bizi minivana çektiler. Ve Caner arabayı hızla depoya doğru sürmeye devam etti.

   ---------

    Elbette onu öldürmedim. Bu arada yeni hikayeyi en kısa zamanda yayımlamaya başlayacağım.

Salgın: SavaşOn viuen les histories. Descobreix ara