Bölüm 35: İyilik Meleği

2.3K 155 11
                                    

Yazarın notu: Önceden bahsettiğim gibi yeni hikayem "Devrim Fısıltıları" nı az önce yayımladım. İlk hikayem Salgın: Savaş'ı beğenenlerin onu da beğeneceğini düşünüyorum. Beni hala okuduğunuz için teşekkürler. Düşüncelerinizi paylaşmaktan çekinmeyin, hepsini okuyorum.

İyi okumalar!

-IvanaTamburrino

----------

Haritadan pek bir şey anlaşılmıyordu. Herkes buruşuk kağıtları eline alıp biraz evirip çevirmişti fakat bir yerden sonrası tamamen yanlıştı. Dolaşıp dursak da işaretli yere bir türlü gelememiştik. Bu yüzden arabadan inmek zorunda kaldık. Dört kişi ıssız yollarda elimizden geldiğince ses çıkarmamaya çalışarak yürüyorduk.

"Depodakileri sevdin mi?" diye sordu Caner Özgür'e. Bu çocuk asla akıllanmayacaktı. Özgür'ün onunla ilgilenmeyeceğini anlamıyordu.

"Evet, önceden görmediklerimle de tanıştım, herkes iyi insanlar."

"Seninle birlikte yaşamak güzel."

Bu çocuk ağzının ortasına bir yumruğu daha hak ediyordu. Ama bu sefer yumruk atan kişi ben olmalıydım. Sinirimi dışa vurmak istiyordum.

"Ee, Caner? Anlat bakalım, nedir bu iyilik meleği tavırları?" diye sordum. Minivanı çalması iyi bir şeydi, bizi ölüme terk etmemişti. Ama bunu neden yapmıştı?

"Senin de söylediğin gibi Savaşcığım, ben senin iyilik meleğinim." Sınırlarımı zorlamak için yaratılmış olmalıydı.

"Bir şeyi sadece iyilik olsun diye yapacak bir insan değilsin. Bunun karşılığında ne isteyeceksin?"

"Bir şey istemiyorum. Bak, tanışmamız iyi olmayabilir ama ben sadece Bora abinin emirlerini uyguluyordum. Yoksa Özgür'ü neden kaçırayım ki? Onu sevdim."

"Ama şimdi Bora'nın emirlerine uymuyorsun."

"Evet, kuralı çiğnedim. Ama hayatınız söz konusuydu. Of, bir teşekkür yeterdi. " diyerek konuyu kapattı. Dediklerinin hiçbir kelimesine inanmamıştım. Bence o yalancının tekiydi. Ama onu benim kadar iyi göremeyen biri karşıdan doğru söylediğine ve tamamen güvenilir biri olduğuna inanırdı.

Saatlerce yürümüştük. Suyumuz bitmişti ve acıkmıştık da. Kim bilir minivanla aldığımız yolu ve bu yolu topladığınızda kaç kilometre ederdi. Bir saat daha yürüyüp sonra geri dönmek için sözleşmemizden 10-15 dakika sonra yolun sonunda bir süpermarket göründü.

Özgür sevinç çığlıklarıyla Kemal'e sarılmıştı. Herkes gülümsüyordu. Süpermarkete girdik, ilk olarak su bulmak için içecek reyonuna gittim. Etraf yağmalanmıştı. Hiç su yoktu.

"Siktir."

Özgür, Caner ve Kemal, yerde buldukları gofret gibi şeyleri çantalarına atıyorlardı ama yetmezdi ki. Salgın başladığında market yağmalanmış ve her şey çalınmıştı. Özgür derin bir of çekip dizlerinin üstüne düştüğünde yüzündeki hayalkırıklığını yakalamıştım. Böyle olmamalıydı. Buraya kadar gelmişken böyle bitmemeliydi.

Derken... Aklıma yine bir fikir geldi.

Ben ve fikirlerim.

Süpermarkette kısa bir dolanmadan sonra "Sadece personel girişidir." yazan kapıyı bulup ittim. Karşıma merdivenler çıkmıştı. Merdivenleri atlayarak indikten sonra yolun sonunda iki kapı gördüm. Birini açtım ve baktım, personel tuvaletiydi. Diğerini ittim fakat açılmadı. Etrafta kapının camını kıracağım bir şey var mı diye kontrol ettim. Acil durumlarda kullanılması için duvara asılmış baltayı gördüm. Elime aldığım gibi kapıya geçirdim. Kalın cam parçalara ayrılmıştı. Ve sonunda girdiğim odanın tahmin ettiğim oda olduğunu görünce gülümsememi tutamadım. Stokların tutulduğu depo. Raflar ağzına kadar yiyecek paketleriyle doluydu.

Koşup takıma haber verdim. Yarım saat sonra karnımız, çantalarımız ve ellerimizdeki poşetler dolmuş halde süpermarket kapısından çıktığımızda dışarıda bizi neyin beklediğinden haberimiz yoktu.

Aylaklar.

Herhangi bir şeyin sesini duymuş olabilirlerdi. Özgür'ün sevinç çığlığı, benim baltayla camı kırma sesim. Bizi ele veren her neydiyse sonumuzu hazırlamıştı. Ve herkesin eli kolu dolu, keyfi yerinde olduğundan kimse silahını eline almayı akıl edememişti. Yem gibi kalmıştık yani ortada.

Hızlıca saydım, 13 tanelerdi. Tabancam elimde olsaydı bu mesafeden birçoğunu saniyeler içinde haklayabilirdim. Yakındalardı. Caner ve Özgür daha geriden geldikleri için avantajlıydılar. Poşetlerimi yere bıraktım, koşmaya, bir andan da cebimden silahımı çıkarmaya çalışıyordum ama sırtımdaki ağırlıkla çok zor oluyordu. Sonunda çantamı da bırakmaya karar verdim ve onu yere koyup kafamı kaldırdığım anda yaratıkla gözgöze geldim. Zombi! Hemen önümdeydi. Ellerini bana uzattı ve kollarımdan tuttu. Yüzüme doğru bağırıyor, pis salyasını üzerime akıtıyordu. Omzuma doğru uzandı. Dişlerini geçireceğini biliyordum. Ölüme daha önce hiç bu kadar yakın olmamıştım. İlk defa tam anlamıyla ölmek üzereydim ve başka bir şey düşünmüyordum. Yapacağım hareketlerin bir anlamı olmayacaktı. Onu vurmak için yanlış bir pozisyondaydım ve kurtulamayacaktım. Acının gelmesini istiyordum. Ya da beyaz ışığın. Gözlerimi kapattım.

Bekledim.

Anneme söz vermiştim.

Bekledim.

Sözümü bozacaktım.

Affet beni.

Ve üstüme bir anda bir ağırlık çöktü. Beklediğim şey bu değildi. Belki bir üşüme hissi olurdu, ya da o keskin acı. Ama hiçbiri yoktu. Sadece ağır bir şey hissediyordum.

Gözlerimi açtım. Koyu mavi gökyüzünü gördüm. Zombi, üzerime düşmüştü. Vücudundan sızan iğrenç ötesi sıvı bedenimi kapladı. Berbat kokuyordu. Etrafıma bakıp olanları idrak etmem birkaç saniyemi aldı. Biri bana saldıran zombiyi vurmuştu. Fakat Caner de Özgür de Kemal de benim yanımda değillerdi. Kafamı kaldırdığımda daha önce görmediğim bir yüzle karşılaştım. Uzun boylu esmer adam elini uzattı:

"Ben Salih."

Salgın: SavaşWhere stories live. Discover now