4. Bölüm "Dalgakıran"

5.3K 386 63
                                    

Kenan Kaptan sinirle mırıldanarak ayağa kalkarken dondurucudan destek alıyor. Romatizması iyice azmış olmalı, öfkeyle buruşan yüzü şimdi artık ıstırap dolu bir hâlde. Dünden razı bir hevesle konuyu değiştirip odağı ona yönlendiriyorum.

"İyi misin, Kenan Kaptan?"

Kenan Kaptan zorla gülümsüyor. Bu konuda usta olmasam beni neredeyse yanıltabilecek kadar gerçekçi bir gülümseyişle yumuşuyor yüzü.

"İyiyim kızım, sen endişelenme benim için. Yaşlılık işte."

Üstelememe fırsat vermeden bir soru sorunca oltasına takılıyorum yine.

"Anneni mi ziyarete geldin bakalım?"

"Asıl amacım seni görmekti, Kenan Kaptan. Danışmam gereken bir şey var sana."

Kenan Kaptan büyük bir dikkatle beni dinliyor. "Söyle, kızım."

"Kenan Kaptan, buralardan ayrılmaya karar verdim ben." diyorum tek nefeste. Bir nefese sıkıştırdığım onca sessiz haykırışın baskısı katbekat artıp yüreğimi deliyor.

Kenan Kaptan, kararımın ciddiyetini koklamış olmalı ki biraz önceki yerine tekrar oturuyor, bana doğru dönüyor, gözlerimi gözlerinin seviyesine getiriyor. Arada hiçbir hiyerarşi yok, tecrübeleriyle üstünlük taslamayı sevmemişti o hiçbir zaman. Meyvelerini çocuklar sevinsin diye gösterişli bir şekilde sunan mahsuldar bir ağaç o. İster dallarının arasında meyveler için hazine avına katılın, ister gölgesinde kayıp huzurun rüyasını görün; her daim hak ettiğiniz insan muamelesini görürsünüz... Onun ruhu, mesnevi beyitlerinden kopup gelmiş adeta. Felsefe kitaplarının satır aralarında saklı. Yıllarını verdiği denizlere bile sığmayacak kadar engin yüreğinde büyümüştük biz. 

"Hepimiz topraktan geldik, yavrum." demişti bir keresinde. "Gelip geçici havalarla kabarmanın ne lüzumu var. Bir gün gelecek, hepimiz yine toprak ananın kalbinde şefkat dileneceğiz."

"İyi düşündün mü, kızım?" diye soruyor.

Başka birisi sorsa bunu sorduğu için alınır, küfreder gibi 'evet'i yapıştırırım, diye düşünüyorum ama ona karşı öyle mahcubum ki sessizliğe bürünüyorum, utancım ağır ağır sırtımı sıvazlıyor. Düşüncelerimin tutarsızlığındaki sınır tanımamazlığı kendi gözleriyle gördü Kenan Kaptan kırk dokuz gün önce.

"Evet." diyorum sonra, acele etmiyorum, tekrar tekrar düşünüyorum. Kara ve uykusuz gecelerde doğup büyüyen bir kararlılık, vurgumun her bir baskısında sahneye çıkıyor.

"Almanya'daki yer mi yine?" diye soruyor.

"Evet."

"Annenle konuştun mu?"

"Hayır." Cevabımın her harfi, isteksizliğimin bir yavrusu...

"Konuş, kızım. "

Senin de benimki gibi bir annen olsa konuşmak içinden gelir miydi, diye sormak istesem de hürmette kusur etmiyorum, sineme çekiyorum tekrar. İç çatışmamı duymuş gibi ekliyor sonra.

"Ne olursa olsun, haber verilmeye hakkı yok mu sence?"

Öyle bir yerden vuruyor ki beni, tüm kelimelerim patlamanın etkisiyle paramparça oluyor. Ruhum, saklamaya çalıştığım yaralarımdan hüzünle sızan damlalarla lekeleniyor kırmızı kırmızı.  Teni uyuşturan bir boşluk hissi, verem gibi patlak veriyor içimde.

Kenan Kaptan, beynimdeki önemli kaleleri topa tuttuğunun farkında... Adil zaferinin haklı gururunu yaşayan bir komutan edasıyla izliyor beni. İtaat ediyorum ister istemez, asiliğimin anahtarını teslim ediyorum derin bir nefesle. Yavaş yavaş ayağa kalkıyorum, kendimi ikna ede ede gideceğim eve.

"Ha şöyle, Eylül kızım." diyor. Sarılmam için kollarını açıyor, saçlarımı merhametle okşarken fısıldıyor.

"Gitmeden beni görmeyi sakın ihmâl etme, tamam mı canım kızım? Eşşek oğlanın yaptığını yapma sen."

Biraz önceki boşluk hissi, karadeliğe evrimleşip benliğimi yutmakla tehdit ediyor. Kafamı sallıyorum zar zor.

*****

Gözlerim duvardan duvara bir salon dansı yapıyor, tavanda bir sinek gibi uçuşuyor. Yıllarımı geçirdiğim ev, ev gibi hissettirmiyor artık. O sihirli, merhamet dolu kucak açan havası çoktan kaybolmuş, kuru eşyalar ve soğuk duvarlar dışında koca bir hiçlikten ibaret sadece. Duvarların yeni boyasını bile beğenmiyorum. Masum bir kız çocuğuna yapılmış olgun kadın makyajı gibi geliyor, o ucuz ruju dudaklarından sıyırmak istiyorum.

Şu katmanların altında bir yerde, kendimi ait hissettiğim evin sıcaklığı gizli. Neredeyse güleceğim, inanılır gibi değil...

"Afiyet olsun." diyor annem dikkatimi dağıtarak, önüme bir bardak çay ve kurabiyeyi bırakıyor.

"Teşekkür ederim." diye başlıyorum alışkanlıktan, sesim yaşadığım şaşkınlıktan ötürü radyo paraziti gibi çıkıyor. Bu kadar zahmet göstermesi, çarpıntı etkisi yapıyor bende.

Kurabiyeyi küçüklüğümden kalma bir hevesle ağzıma atıyorum, ama hem kurabiye hem de heyecanım kursağımda kalıyor. Algıladığım ilk tat duyusu fındık, beynim alarm vererek ayağa kaldırıyor tüm hücrelerimi: Alerji!

"Bunun içinde fındık var." diyorum anneme.

"Evet." diye cevaplıyor sadece. İtirazıma devam etmemi bekliyor gibi...

"Alerjim var ya, anne."

Bir iki saniyeliğine durup düşünüyor. "Doğru ya."

Geçen sadece saniyeler olsa da, aramızdaki boşluk, ancak ışık yılıyla ölçülebilecekmiş gibi hissettiriyor. Fındık olmasa bile annemin kızı hakkındaki boş vermişliği iştahımı kaçırmaya yetiyor. Çayımı intikam alır gibi soğumaya terk ediyorum. İyice incelen bağı koparmak gibi, zehri emip tükürmek gibi, giderek azalıp tükenmek gibi bir kapanışa ihtiyacımız var anne-kız olarak.

"Anne, seninle bir şey konuşmam lazım." diyorum lafı gevelemeden.

Bakışlarını gözlerime dikip zar zor katlanıyormuş gibi baksa da, ne eskisi kadar yıldırıcı ne de sindirici geliyor bana.

"Ben Almanya'daki işe tekrar başvurdum ve kabul aldım. Tekrar. Gitmeye niyetliyim bu kez."

"Geçen sefer de öyleydi." diyor.

"Bir aksilik çıktı, farz et işte." diyorum sert bir şekilde. Açma aynı konuyu tekrar tekrar.

Tepkimin sertliği onu şaşırtsa da çabuk toparlanıyor.

"Ah kızım, sen benden de fena çıktın."

Sinsi bir mana asılı yarım gülüşünde, ne kastettiğini tam anlayamıyorum. Sorumu çatılan kaşlarımdan anlıyor olmalı.

"Hanife Hanımlar da taşındılar bir hafta önce. Herkesi kaçırıyorsun."

Efsanevi (Efsanevi #1)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin