28. Bölüm "Kuşlar ve Rüzgâr - 2"

2K 222 32
                                    

"Öğrenci misin burada, şekerim?" diye soruyor fincanından usturuplu bir yudum alırken.

         Sevgi sözcüklerini bu denli liberal tüketenleri önceden sorgulardım; ama Sema Hanım'ın öylesine naif, öylesine sevecen bir ses tonu vardı ki diğer türlüsünü garipserdi insan.

         "Hayır." diyerek yanıtlıyorum. "İş için buraya taşındım yaklaşık on gün önce."

         "On gün önce mi?" Kahve fincanını bırakıyor masanın üzerine. "Oy, kuzum benim, alışma sürecindesindir sen şimdi. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, burayı biliyorsun artık. Her zaman gelebilirsin."

         Bu yardımsever insanın pozitif enerjisi bile gülümsetmeye yetiyor.

"Teşekkürler. Çok naziksiniz."

         "Tatlım, bunun naziklikle ilgisi yok. Ben de yıllar önce buraya geldiğimde tek başımaydım. Dilini çok iyi bilmezdim. Alışmam uzun vakit aldı ve sahiden zor günlerdi. Kendi düzenimi kurana kadar neler çektim, tahmin bile edemezsin..."

         Gökkuşağı renklerine boyanmış bir sandalyede arkasına yaslanırken göz kırpıyor bana.

         "Ee, muffin keklerimden hiç yemedin." diyor çenesiyle göstererek. "Kendi ellerimle yaptım."

         "Bu kafe size mi ait?" diye soruyorum keklerden birini elime alırken. Koku o kadar cezbedici ki, ne ben ne de karnımdaki karşı koyabiliyoruz.

         "Evet, kocamla beraber işletiyoruz." diyor. Daha devam edecekken kapının açıldığını belirten küçük zilin sesini takip ediyor sabırsız bir sesleniş.

         "Anne!"

         Sema Hanım kapıya doğru dönüp sandalyesinden "Buradayım, kızım." diye bağırıyor.

         Kafenin ahşap zemininde önce birkaç adımlık topuk sesini duyuyorum; sonraysa güneşi saçlarına sürmüş, annesi gibi gözlerinde göklerin en mavisini taşıyan, sevecenlikle sevimliliğin yarışında ikisinin de galip geldiği genç bir bayan görüşüme giriyor. Annesine gülümsedikten sonra bu kez benim için daha saygılı bir gülümseyişle kıvrılıyor dudakları, kim olduğumu çözmeye çalışan bakışlarını kısa bir süre üzerimde dolaştırdıktan sonra annesine dönüyor.

         "Papa sana ulaşamamış, şekerim." diyor kızı.

         Sema Hanım cebinden telefonu çıkarıp bakıyor ve kafasını sallıyor. "Sesini kapatmışım yanlışlıkla, duymamışım." diye cevap veriyor Almanca olarak kızına.

         "Onu aramadan önce, sizi tanıştırayım." diyor tekrar Türkçeye dönerek.

         Bir gün, diye umut ediyorum gizlice. Bir gün ben de böyle sular seller gibi konuşacağım. Daldan dala seker gibi sekeceğim dillerin arasında.

         "Kızım, bu güzel bayanın ismi Eylül. Kendisi artık buraya yerleşse de, tahmin et, nereden gelmiş?"

         Karşımdaki genç kızın gözleri kocaman oluyor.

         "İstanbul?"

         Sema Hanım başıyla onayladıktan sonra, sözlerini hafif kahkahaya kararak devam ediyor:

         "Eylül'cüğüm, bu da benim tek çocuğum, İstanbul'un muhtemelen en büyük hayranı kızım Selin."

         Selin, İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet karşısındaymış gibi bir heyecanla elini uzatıyor bana.

         "Memnun oldum çok." diyor kırık bir aksanla.

         "Ben de."

"İstanbul'dan neden taşındın?" diye soruyor daha sonra. Bu durumu kavramakta gerçekten zorlanıyormuş gibi bakıyor.

"İş için geldim."

Geliş nedenlerimin listesinde alt sıralarda olsa da, soruların hepsine yanıt olabilen ve arkasından başka soru işaretlerini sürüklemeyen tek cevap bu.

"İstanbul'da iş yok mu?" diye soruyor daha sonra Selin.

Böyle bir tepkiyi beklemediğimden gülmeye başlıyorum.

"Selin!" diye uyarıyor Sema Hanım.

"Özür dilerim." diyor sonra gözleri korkuyla irileşerek. "Türkçe bende çok iyi değil, yanlış bir şeyler söyledim mi?"

"Hayır." diye cevaplıyorum; ama hâlâ gülümsediğim için inandırıcı olmuyor. Açıklama yapacakken Sema Hanım kurtarıyor beni.

"Biraz hesap sorar gibi sordun da," diyor annesi.

"Sorun yok, gerçekten." diye tekrar teyit ediyorum. Sonra merak ediyorum ister istemez. "İstanbul'u neden bu kadar çok seviyorsun? Daha önce gördün mü orayı hiç?"

Selin, annesinin kalktığı sandalyeye kendisi otururken gülümsüyor bana, bu kez daha dostça.

"Zamanın var mı, Eylül?" diye soruyor. "Çünkü ben çok konuşacağım."


Not: Yoksa sadece diyalog muydu bu bölüm... Bu kez çok felsefe yapmadım. :D Bu arada yeni okuyucular var. Yeni okuyucular, oy bırakmayın yorum bırakın reca ediyorum. Yorum sizin işiniz değilse, özel mesaj atın, instagram'dan yazın... Merak ediyorum görüşlerinizi, lütfen esirgemeyin... Hepinize desteğiniz için çok teşekkür ederim. Son cümle veda cümlesi gibi oldu; ama yolumuz daha uzun. Benden kurtuluş yok henüz. Entschuldigung!

29.Bölüm "Bir İstanbul Masalı" ile devam edelim... En kısa zamanda geliyor.

Efsanevi (Efsanevi #1)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin