21| özür dilerim.

963 107 189
                                    

Duvardaki bütün posterler, dolaptaki bütün kıyafetler, çalışma masasındaki bütün kitaplar birden yok olmuş; renkli nevresimin her bir dikişi renklerini dökerek beyazlamıştı. Odanın sağ tarafındaki sadelik gören herkesin içini karartmaya yeterdi, her ne kadar duvarın beyazlığı odayı daha geniş kılsa da.

Bu iğrenç beyazlık, duvardaki bu çekilmez boşluk, uzunca bakan kişiyi içine çekiyor, bu kişi hele bir de Yoongi olunca, Jungkook'la arasındaki kaybettiği bağın somut olarak farkına varabiliyordu. Odanın sağ tarafı bembeyazdı. Ama bu beyaz, Jungkook'un beyazı değildi. Onun melek yüzündeki güzellik, tenindeki eşsiz beyazlık, masumiyetinin en açık rengi değildi. Bu beyazın altı kapkaranlıktı. İnsanı içine çeken ve kalbini söküp yerinden alan kısmı o siyahlığıydı işte.

Duvarın bu iğrenç rengi, Yoongi'nin irislerine bir bir işlenirken, dehşetle baktı karşısına. Meleği, beyazlaşmış yatağında oturuyor ve ipekten sesiyle söylediği şarkıyı güzelleştirerek giysilerini katlıyordu. Peki, neden böylesine farklı katlıyordu? Yoongi'nin gözlerine bu boş beyazlık nasıl çarpmıştı? Neden Jungkook'un önünde yarısı dolu bir bavul duruyordu?

Üzerine oturduğu yatağın kenarlarını sıktı. Her bir nota kulaklarını delip geçiyordu ve kalbini sıkıştırıyordu. Jungkook'un sesi... büyülü değil miydi? Neden şimdi kendisine acı veriyordu? Neden kaburga kemiklerinin iyice daraldığını hissediyordu? Küçüğü kendisinin gözlerinin önünde bavulunu topluyordu ve Yoongi de sadece oturmuş onu izliyordu. Jungkook... gitmiyordu, değil mi?

"Ne yapıyorsun?" dedi Yoongi, korkuyla. Jungkook'un arkasındaki iğrenç beyazlık gözüne biraz daha çarparken, sadece küçüğe odaklanmayı denedi.

Jungkook duyduğu sesle şarkısını kesti ve başını kaldırdı. Yoongi'nin gözleri bir süre Jungkook'unkilerle kesişti ve beyaz tenli bu yabancı bakışlar karşısında baştan aşağı titredi. Sevgi yoktu, aşk yoktu, merhamet yoktu; sadece soğuk ve boş gözler vardı Yoongi'nin karşısında. Jungkook, eski Jungkook değildi. O, başka biriydi; o, bambaşka biriydi. Jungkook, Yoongi'ye... aşıktı, öyle değil mi? O halde karşısındaki kişinin Jungkook olma ihtimali yoktu.

"Gidiyorum." dedi küçük olan, soğukça. Duyduğuyla yatağı sıkan elleri titremeye başladı Yoongi'nin. Jungkook... ne yapıyordu?

Arkadaki boşluğa yeniden baktı büyük olan. Kaşlarını çattı yavaşça ve buğulanan gözleriyle o iğrenç beyazın daha fazla yayıldığını gördü. Odanın yarısı beyaz, bembeyazdı; peki ya, bu rengin böyle boktan bir tonu var olabilir miydi? Yoongi'nin bildiği tek ak, Jungkook'unkiydi.

"N-Nereye?"

Boğazı düğüm içindeydi. Sanki içinde bulunduğu durum değil de, şu arkadaki boşluk onu darlıyordu; sanki Jungkook'un yok oluşunu asıl gösteren şey bu iğrenç renkti.

"Mark'a." dedi Kook, gözlerindeki buzlar Yoongi'nin gözlerini bir bir yakıyordu. "Evleri kocaman. Bana yetecek bir oda var. Artık onlarla yaşayacağım."

Yoongi güçlükle gözlerini büyüttü ve sağ yanağından uzunca bir yaşın süzülmesine izin verdi. Ağzı aralık, miniğine öylece bakıyordu. Miniğiyse bavulunu hazırlamayı bitirmiş, dikkatlice ağzını kapatmaya çalışıyordu.

Jungkook... haklı mıydı? Mark, Yoongi'nin sahip olmadığı her şeye sahipti. Bir aileye, oldukça fazla paraya, yakışıklı bir yüze, kendisinden daha küçük bir yaşa, kontrol edebildiği duygulara, iyi bir kalbe... Yoongi sadece Jungkook'a zarar veriyordu. Çünkü nasıl biri olması gerektiğini bilmiyordu, onun bir ailesi yoktu ki, ona bunları öğretmiş ve onu belli bir yaşa kadar yetiştirmiş kimse yoktu. O hep tek başınaydı, hep bir orada bir buradaydı, kimse onu istememişti çünkü o düzgün yetiştirilmemiş huysuz bir çocuktu.

🌼 Flower Boy 🌼Where stories live. Discover now