on sekiz

49K 2.3K 1K
                                    

"Lydie?"

"Comment m'as tu trouvé?" 'Beni nasıl buldun?'

"Est-ce que tu demandes vraiment?" 'Gerçekten soruyor musun?'

Hayret dolu sesi, kulaklarımda yankılanırken başımı iki yana sallayarak arkama yaslandım. O kadar cüretkardı ki yaptıklarından ders almak yerine beni korkutacak hamleler yapmayı tercih ediyordu. Saatler önceki ankesörlü telefon konuşmamız hatıralarıma bir bir düşmeyi sürdürürken iç çektim ve fısıltıyla "Belki de pes etmeliyim." dedim.

Bana, beni nasıl bulduğunu elbette anlatmıştı. "Yine de müstakbel eşimi merakta bırakmayayım." diyerekten. Bir bir adamlarının nasıl Türkiye'nin her yerini kontrol ettiğini, sonra çil yavrusu gibi Antalya'ya dağılmalarını, İstanbul'dan iz bulunca buraya gelmelerini... Aslında bütün mesele şehirlerdeki kameralardı. Beni ele veren onlardı. "Yoksa elin İngiliz'ine beni niye anlatsınlar?" diyerek olası bir görgü şahidi ihtimalini ortadan kaldırdım. Bu konuda tamamen Bernard'ın anlatımına güvenmeyi seçtiğim esnada kilidin döndürüldüğüne dair sesler işittim. Belli ki Balım eve giriyordu.

Kafamı koltuğa biraz daha yaslarken neşeyle "Ben geldim!" diye bağırmasına tanıklık ettim. Öylesine mutlu bir şekilde kapıyı kapatıp salona geldi ki ona baygın bakışlar atarak "Bugün birine çarpmadığınız için mi bu kadar mutlusun?" diye sordum. Moralini saniyeler içinde bozabildiğimde, solan gülüşüne karşın zaferle tavana baktım.

"Seni hiç evime almamalıydım. " diye homurdanıyordu.

"Seni emniyete şikayet," diye konuşmaya başladığım esnada "Dur, o ne?" deyip öne atıldı. Sehpanın üstündeki kutu, ilgisini çekmiş olmalıydı. Doğrulup kutuyu alırken "Hiçbir şey." dedim. Ardından ayağa kalktığımda önüme geçmeye çalıştı ama aldırış etmeden "Özel şeylerim var." deyip onu ittirdim. Daha koltuğa düşmeden acı dolu bir inilti çıkardığında kınar gibi ona bakarak "Numaracı." dedim.

Akabinde salondan çıkarak odama yöneldim. Peşimden "Lydie!" diye bağırsa da, duymazdan geldim, "Ama ben merak ederim."

"Bu merak edebileceğin bir şey değil."

"Ne?"

"Ped!" diye bağırdığımda "Ped olsa bana gösterirdin." dedi.

"O kadar emin olma." diyerek odamın kapısını açtım ve içeri girdim. Arkamdan süratle gelip kapıma dayandığında kutuyu yere atarcasına bırakıp kapıyı hızlıca kilitledim. "Biz arkadaş olmalıyız." diye çığırıyordu. "Benimle arana mesafe koyarak hiçbir şey elde edemezsin."

"Ediyorum." dedim, kısık sesle ve yere eğilip kutumu aldım. Ayağa kalktığımda hiç durmadan yatağa ilerledim. Kutuyu az öncekine nazaran yavaşça yatağın yumuşak zeminine bıraktım ve geri çekildim.  

"Ped olsa sandığa mı koyarsın?" diye kendi kendine konuşan Balım'ı duyunca kaşlarım çatıldı. "Tabii ya," dedim, kutuyu incelerken, "Bir kutudan fazlasıydı." 'sandık' kelimesini kelime dağarcığıma ekleyerek kutunun klipsine uzandım. Onu açıp sandığın ayrılmasında herhangi bir engel bırakmazken derin bir soluk aldım ve rahatlamaya çalıştım. Bernard'la konuşmamızdan hemen sonra, eve geldiğimde, kapının dibinde bu kutuyu bulmuştum. Üstünde "À Lydie Martinez" "Lydie Martinez'e" yazıyordu. Bernard'ın kendi italik yazısı olduğu için tanımam kaçınılmaz olmuştu.

Şimdiyse geçen saatlerin ardından sandığı açmak üzereydim. Dudağımı hafifçe dişlerken ufaktan titremeye başlayan ellerimle, sandığın üst tarafını kaldırdım. İçerisinde gözüme ilk çarpan Bernard'la benim olduğum bir fotoğraf olurken yüzümün üstüne attığı çarpıya ister istemez sinirden güldüm. "Ahmak," dedim, gitgide soğuyan ellerimi görmezden gelirken, "Ancak yüzüme çarpı atarsın."

Hafıza Kaybı Where stories live. Discover now