ZİFİRİ 24 | İçindeki Cennet

Start from the beginning
                                    

Babama bak sen! "Ah, canım annem..." diyerek dudaklarımı büzdüm. Kim bilir nasıl vicdan azabı çekmişti kadıncağız? "Yavaş yavaş duvarlarını kaldırıyordu bana karşı. Bir gün sokakta yürüyorduk, geceye kalmıştık. İkimizde sessizdik. Başımı kaldırıp ona baktığımda beni gülümseyerek izlediğini gördüm. İlk defa öyle içten gülümsüyordu. Gözlerinde buz tutmuş bir deniz değil de sulanmamış bir çiçek tarlası olduğunu o an fark etmiştim."

Gözleri, gözlerimdi. Kim bilebilirdi ki onun kimsesiz bırakan gözlerinin benim gözlerim olacağını. Kim bilebilirdi ona yazılan kaderin kızına da yazılacağını. Titrek bir nefes doldurdum ciğerlerime. "İki sene sonra evlendik, bir yıl sonra da sen doğdun. Bir şeyler hep zor oldu ama mutluyduk."

Mutluyduk.

Biri babamdan cenneti alıp cehennemi ikimizin başına yıkmıştı.

Ağrıyan başıma parmaklarımı bastırıp başımı yeniden babamın göğsüne bıraktım ve kulağımı kalbinin üzerine doğru kaydım. Kalbinin sesi benim güvenli duvarlarımdı.  Gözlerim yorgunlukla ağırlaşırken babam anlatmayı bırakmıştı. Babam ona yazılan mutsuz sonu kabul etmemişti hiçbir zaman. Onun için bundan sonrası yoktu, anlatmayacaktı. O geceyi, bu kez annemin onun önüne atlayışını, can borcunu nasıl ödediğini, başımıza yıkılan hayatımızı dile getirmeyecekti.

Dakikalar sonra fısıltısını duydum. "Keşke ben ölseydim." Keşke bunu duymamış olsaydım. Gözlerimden dökülen yaşla beraber göz kapaklarımı sımsıkı yumdum. Kollarımla gövdesini sıkıca kavrarken göz yaşım gömleğine düştü.

Uyuduğumu, gecenin diğer yarısında kulağıma gelen eski bir melodinin sesiyle uyandığımda anladım. Karanlık, göz kapaklarımı araladığımda da aynıydı. Odamın içi göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı. Hemen yanımda uykuya yenik düşen babamın bedeni vardı. Ellerini başının altına yerleştirmiş, yüzü bana dönük bir şekilde uyuya kalmıştı.

Yavaşça yerimden doğrulup üzerime örtüğü ince pikeyi onun üzerine bıraktım. Salondan varlığından habersiz olduğum ev telefonunun sesi yükseliyordu. Kim bu saatte arayabilirdi ki bizi? Ben bile bilmiyordum telefonun numarasını. Uyku sersemliğiyle yataktan çıkarak sarsak adımlarla odamın dışına yürüdüm. Büyük olasılıkla emniyetten arıyorlardı. Başka kim arardı ki zaten?

Odamın kapısını babam uyanmasın diye kapattım ve koridorun ışığını açtım. Telefon usanmadan çalmaya devam ediyordu. Gözüm ışığa alışmaya çalışırken merdivenin korkuluklarına tutunarak aşağı inmeyi başardım. Başımın ağrısı neyse ki geçmişti. İlaçlar iyi gelmiş olmalıydı. Salonunda ışıkları açarak duvar kenarında duran sehpanın üzerindeki eski ev telefonuna doğru yürüdüm. Hala çalmaya devam ediyordu, hattın diğer ucundaki her kimse bu saate aradığı için güzel bir küfrü hakkediyordu. Umarım önemli bir şey için arıyordur. Telefonu açmadan önce salondaki saati gözlerime gezdirdim. Dördü geçiyordu.

"Alo." Dedim telefonu açar açmaz, uykulu bir sesle.

Telefonun diğer ucunda hırıltıya benzeyen sesler geldi. "Adacık?" dedi, tanıdığım o ses. "Rüzgar!" uykum bir anda etrafa saçıldı, korkuyla karışık heyecanla "Sen misin?" diye sordum.

"Kimi bekliyordun." Onu olmadığı kesindi. "Seni değil." Diye mırıldadığımda bu kez bir şeylerin devrilme sesi gelmişti. "Neden aradın, ne istiyorsun yine?" Sesini duymak hiç iyi gelmemişti. "Dudaklarımı..." sesi kesildi ama tek sözüyle bile midemi ağzıma getirmeyi başarmıştı. Neden hala dinliyordum ki onu, neden suratına kapatmıyordum? İçimdeki Ada bana dalga geçiyormuşum gibi baktığında ona yüzümü döndüm. "Özlemişsindir." Sesi tuhaf geliyordu. Sarhoş gibiydi ama değil gibiydi de. Anlaması zordu.

"Sarhoş musun?" diye sordum, son söylediğini duymazdan gelerek. Çünkü vereceğim cevap nefretten ibaret olacaktı. Buda onu daha da sinirlendirecekti. "Sence?" dediğinde, gözlerimi devirdim. "Bu numarayı nasıl buldun?"

"Sence?" dedi bir kez daha, kaybolmuş gibiydi sesi. "Ne istiyorsun Rüzgar Karahanlı?"

"Bütün dünyayı yakıp yıkmayı istiyorum." Benim dünyamı yakıp yıkmaya başladığın gibi mi, Karahanlı? Demek istesem de sessiz kalmayı tercih ettim. "Benden ne kadar nefret ediyorsun, polisin kızı?" Hala sessizdim. Gözlerimi yere düşürüp derin bir nefes alıp verdim. Ona olan nefretimi hiçbir kelime dile getiremezdi. Onun yüzünden kimsenin yüzüne bakacak yüzüm kalmamıştı, kendime bile utanarak bakmak zorunda kalıyordum. "Kapatıyorum."

"Kapatma! Daha söyleyeceklerim bitmedi." Sarhoş olmasına rağmen sesi emrediciydi.

"Sarhoşsun ve artık saçmalaya başlıyorsun." Dedim keskin bir sesle. Boğazımda acı bir tat vardı. "Benden daha çok nefret edeceksin."

"Daha ne yapabilirsin ki?" diye sorduğumda, sessizliğe gömülen taraf o oldu bu kez. Nefes alışverişlerinin sesini duyuyordum sadece. Telefonu kapatmak için tam hareket etmiştim ki sesi beni durdurdu. "Yapacaklarımdan ben bile korkuyorum."

"Yapma o zaman." Diye fısıldadım kahrolan bir sesle. Yarın, bu konuşmamızı hatırlamayacaktı. Sarhoştu ve beni arıyordu. Neden beni arıyordu? Neden gecemi gündüzümü katletmek için elinden geleni yapıyordu? "Yapmak zorundayım."

"Değilsin." Diye reddettim onu. "Sen Rüzgar Karahanlı'sın. İstemediğin hiçbir şey yapmak zorunda değilsin." Gecenin ininden gelen bir sesle "Tamda bu yüzden yapacağım." Dedi, kısık bir sesle. Gözlerimi yerden ayırıp, başımı yukarı kaldırdım. Karanlığın beni de içine alıp gündüzle beraber yok etmesini diledim. "Rüzgar Karahanlı olduğum için."

......

ZİFİRİWhere stories live. Discover now