30 - her şeyin başladığı yer

562 54 29
                                    

Zanzi'nin çatısına çıkan merdivenleri koşar adım çıkmayı bitirdikten sonra, titreyen ellerimle demir kapının koluna uzandım. Beş yaşındaki bir çocuk gibi heyecanlıydım. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı ya da herhangi bir şey yapabileceğimi bilmiyordum. Esen rüzgar çıplak bacaklarıma çarparken, çatıya adım attım. Bu defa acele edemedim. Yavaş adımlarla, elimi duvardan çekmeden yürüdüm. Bu duvardan döndüğümde, onu ne halde göreceğimi bilmiyordum. Aklımda milyonlarca soru ve kalbimde bir yangın vardı ama yapacaktım. Ne pahasına olursa olsun yapacaktım, karşısına çıkacaktım. Ona verdiğim sözü tutmak için, beni affetmesi için her şeyi yapardım.

Boş çatıyı aydınlatan ışığın zemindeki yansımasına baktım. Bir adım daha atıp köşeyi dönecektim ve onu görecektim. Onu bir daha asla göremeyeceğimi sandığım o günlerden sonra, onu, her şeyin başladığı yerde tekrar görecektim.

Elimi duvardan çekip, sırtımı yasladım. Rüzgardan üşüyen çıplak kollarımı avuçlarımla kapatıp, kafamı geri yasladım.

Yapamıyordum. O tükürdüğümün adımını atamıyordum. Gidemiyordum, geri de dönemiyordum. Muhtemelen hayatım boyunca, birinin ölümünde bile bu kadar çaresiz olmayacaktım. Kalbim bir taş kadar ağırdı ve aklımdan geçenler yüzünden beynim kafatasıma ait olduğunu reddediyor gibiydi. Çaresizliğin verdiği acı tadı kupkuru ağzımda bile hissedebiliyordum.

Bana sarılmak ister miydi? İsterdi, ama sarılır mıydı? Kendi kendime gülümsedim. Ne bekliyordum ki? Buraya kadar gelip, hayatını biraz daha mahvetmek için ondan izin istemeyi mi? Yapamazdım. Onun hayatına tekrar giremezdim. Bu duvarı aşıp yanına gittiğimde yapmam gereken tek şey ikimizin de yaşamak zorunda kaldığı şeyler için özür dilemek olacaktı. Hayatına tekrar girmeyi teklif edemezdim.

Daha fazla tutamadığım göz yaşlarım yanaklarıma süzülürken, en az onlar kadar aceleci bir tavırla sırtımı duvardan ayırmadan yere çöktüm. Bir şeyler düşünmüş olmam gerekiyordu, onunla konuşmak için bir şeyler planlamış olmam gerekiyordu ama ne diyecektim ki? Ondan neden vazgeçtiğimi hala kendime bile en uygun kelimelerle açıklayamazken ona ne diyecektim? Ağzımdan çıkan her kelime eksik kalacaktı. Onu böyle çok severken, ondan vazgeçişimi Tanrı'ya bile açıklayamazdım. Bu hesabı verilemez bir terk edişti, bunun günahını cehennemin hiçbir katında yanarak ödeyemezdim, bu yanması bitirilmeyecek bir yangındı.

Onu seviyordum. Onu, sevdiğimi sandığım bir çok şeyden daha çok seviyordum. Boynumun girintisine sokulup nefes alıp verişini öyle çok özlemiştim ki, bir kez daha birlikte uyumak için her şeyi verirdim.

Ayağa kalktım, ayağa kalktığımda yaptığım ilk şey yanaklarımı silmek oldu. Biraz daha düşünmedim, düşünürsem yine beklerdim. Beklemedim. Tek adımda hızlıca döndüm köşeyi. Oradaydı, ben daha köşeyi döner dönmez görmüştü. Sanki gelmemi bekliyormuş gibi izliyordu. Gelmemi mi bekliyordu? Sanmıyordum. Bilemezd, ve Paul asla böyle bir şey söylemezdi. Elindeki kadehi sehpaya bırakıp ayağa kalktığında, yaşadığı şoku görebiliyordum. Birkaç adım daha yaklaştım. Biraz daha adım atsam belki sarılacaktık ama durdum.

"Neredeydin?"

Sesi, öfkeli olmaktan çok çok uzaktı. Gözleri, bu sorunun cevabını merak etmekten çok daha farklı bakıyordu. Her an ağlayacakmış gibiydi, tarif edemediğim bir boşluk vardı gözlerinde, mutlu da değildi. Yabancı olduğum bir bakıştı, onun herhangi bir şeyine yabancı olma fikri kalbimi her zaman olduğundan daha çok acıttığında, onun çoğu şeyine yabancı olduğum gerçeğiyle yüzleştim. Onunla tanışmış, aşık olmuş, sevmişmiş ve ayrılmıştık. Biz sadece bir günahı paylaşmıştık, birbirimize alışacak kadar vaktimiz bile olmamıştı. Biz tanışmıştık, ama birbirimizi tanımıyorduk, bunu biliyor olmanın ağırlığına tahammül edebilecek kadar güçlü değildim.

"Boston."

Uflayıp, dudaklarını birbirine bastırdı. Gözleri dolmuştu, görebiliyordum ama hiçbir şey yapamıyordum. O kadar çaresizdim ki hareket edemiyordum. Göz yaşlarının sebebi olmak o kadar ağır geliyordu ki bunu açıklayamıyordum. Dokunsam yakacak kadar günahkardım ama karşısında hiçbir şey yapmadan duruyor olmak aklımı zorlayan bir telaştı.

"Onu biliyorum, yani, ben, şey..."

Tekrar kafasını kaldırdığında, yaşlarla parıldayan gözleri kalbime minik iğneler sapladı.

"Onyx, neredeydin?"

Sorusunun vurgusunda dünyanın bütün masalları vardı. Tek bir soru, tek bir tını aynı anda yüzlerce soru sorabilir miydi? Sormuştu. "Neden gittin, bensiz nasıl dayandın, niye aramadın, beni hiç mi merak etmedin, sen nasılsın, alnına ne oldu, günlerin nasıl geçti, niye daha erken dönmedin?" ve daha fazlası. Aklından geçenlerin bunlar olduğuna o kadar emindim ki, bu bakışı ve bu ses tonunu o kadar iyi tanıyordum ki... Sorusunda teşekkür vardı, sorusunda minnet vardı. Ses tonunda karşında oluşuma ve o sesi duyabildiğime şükür vardı. Sesini bana duyuruşunun mutluluğu vardı. Bu, her şeyi yaşanılabilir kılacak bir detaydı, bir o kadar da kendimi öldürmek isteyeceğim kadar acı bir gerçekti. Küfür etseydi, biraz olsun öfkeli olsaydı, kendimi affetmem bu kadar zor olmazdı. Harry, bana, hiç öfkeli değildi.

Hiçbir şey söylemedim. Beni itmesi ya da bana sarılmaması ihtimalini hiç düşünmedim. Birkaç adımlık mesafemizi kapatıp yüzünü ellerimin arasında aldım ve ömrümce sürmüş gibi hissettiğim susuzluğumu dudaklarıyla dindirdim. Onu tekrar öpüyor olmanın verdiği heyecanın yerini dünyada çok az şey karşılayabilirdi. Onu tekrar öpüyor olmanın heyecanı, onu sadece öpüyor olmanın verdiği yoksunluk hissini dövüyordu. Aklımda, onu öpebiliyor olduğum gerçeğinden başka hiçbir şey yoktu. Bu bir annenin dünyaya getirdiği bebeğe kavuşma anı gibiydi, muhtemelen doğursam böyle hissederdim. Ben, onu tekrar öpüyordum. Sorgusuz, yalansız, korkmadan, düşünmeden, kaçmadan, tereddüt etmeden, sadece severek onu tekrar öpüyordum. Bu kendimi yeniden doğurmak gibi bir şeydi. Dizlerim titriyordu, başım dönüyordu. Bu, onu ilk kez öpüşümden bile farklıydı. Dudaklarımın altındaki sıcacık dudaklarının ıslaklığı yüzünden ağlayacak kadar yoğun hissediyordum.

Öpüşüme karşılık verip ellerini belimin iki yanına yerleştirdiğinde, dilindeki viski tadını alabiliyordum. Onu öpmeyi bırakıp biraz nefes almam gerektiğini biliyordum ama buna engel olamıyordum. Açlıkla dilini dudaklarımın arasından dilimle buluşturduğunda, kısık bir nefesle beraber ses çıkardım. Belimdeki elleri, artık nazik değildi. Sanki bir anda yok olma ihtimalim varmış ve o bu şekilde engelleyebilecekmiş gibi doladı kollarını belime. Kollarımı boynuna dolayıp, bu mükemmel kenetlenmeyi taçlandırdım.

Göğsüm, onunkine bastırmaktan neredeyse acıyordu ve beni tutmasa, yere yığılacağıma emindim. Onu bir daha asla öpemeyecek olma ihtimalimi artık listemden çıkarmıştım. Bu telaşlı ama binlerce teşekkür barındıran öpücüğün içinde kayboldum.

Alt dudağımı ısırdığı sırada, zoru başarıp, kendimi biraz geri çektim. Alnını, nefes nefese alnıma yaslarken, belimde doladığı kollarını biraz gevşetti. İkimizin de aptal ağlayışı, yerini kesik ve hızlı nefeslerimize bırakmıştı.

"Onyx, neredeydin?"

Canını çok yakmıştım. Bu defa ses tonunda isyan vardı, hesap sorma vardı. Öfkeli bir sorgulayış değildi, daha çok yakarış gibiydi. Onu yalnız bıraktığım için öfkeli değildi, onu yalnız bıraktığım için kırgındı ve bu bana öfkeli olmasından çok daha kötüydü. Yanına gelene kadar hep bana öfkeli olacağını düşünmüştüm. O kadar öfkeli olacaktı ki, zaten öfkesini dindirmeye çalışırken kırgınlığını da telafi edecektim. Ama öyle olmamıştı. Harry, bana sadece kırılacak kadar çok seviyordu ve ben ona gelebilecek en ufak bir zararda dünyayı birbirine katacak kadar çok seviyorken, onu kıran ben olduğum için kendimi asla affetmeyecektim.

Gözlerini suçluca kaçırdığında, bana bakmaya bile tahammül edemiyor olduğunu düşündüm. Bana baktığında kendimi ölümsüzmüşüm gibi hissederdim, şimdiyse bana bakamıyordu bile.

"Onyx, ben, yapamam."

normal 21 // hs.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin