Yenik

324 42 4
                                    

"O bir mağlup..."

Bölüm 20| Yenik

                                   ♧

O an boşlukta gibi hissediyordu kendini, omzunun üzerine çöken binlerce ızdırap ve onu düşünmeye zorlayan binlerce kelime bir sihirli değnek deymişcesine yok olup gitmişti. O yüklerden geriye sırtında ve omuzlarında yaralar kalmıştı. Boynunda bir halat vardı, onu asmışlardı ve o çığlık atarak ölümün sancısını iliklerine kadar hissetmişti. Şimdi anlamsız bir boşluk vardı boynundaki halatla birlikte. Ölüm acısını yaşamıştı, ruhu yanıp kül olmuştu, bedeni yapayalnızdı. Şimdi, koca bi sessizlik çökmüştü üstüne.

"Neden?" Gözleri parmaklıkları olan camdan akıp gitti, donuk bakan bakışlarının arkasındaki ızdırap, kaybetmiş bir çocuğun son çığlıkları kadar acınasıydı. Bakışları ellerini bulmuştu, avuç içlerini seyretti; avcunu boylu boyunca saran yarık tekrar kanıyordu. Islak kiprikleri koyulaşan gözlerini arkasına saklamış onu duygusuzluğuyla baş başa bırakmıştı; hissizleşmişti, kirlenmişti hatta parçalada ayrılıyordu. Üzerine yağansa çamurlu bir yağmurdu; annesine cennet için söz veren o kız şimdi bir bataklığa sürüklenmiş koyulaşan geceyi izliyordu.

"Eylül'e neden saldırdın Azra?" o ismi işittiğinde çaresiz bakan gözleri bi an karşısındaki adama kaydı, gözlerinden çaresizlik akıyordu ama gerçek olan bu hissi göremeyecek kadar körleşmişti Azra. O içindeki şeytanı besliyordu; gökyüzüne bakmadığı her gece biraz daha közlüyordu ateşini, alevler önce etrafında çember kurdu sonra yavaş yavaş yaklaşmaya başladı; katil büyüdükçe çocuk yanıyordu. Eylül... o Falçataydı. "Tanrı onu istiyordu."

Karşısında oturan adam, doktor. Sessiz kaldı bir süre, gözleri hemen arkada duran iki hemşireye kaymıştı bi an; karşısında oturan kız savaşı kaybediyordu; gemi parçalara ayrıldığında suya atlamıştı ama okyanus onu içine çekti, dalgalarıyla onu parçaladı. Şimdi bir eli suyun üzerinde yüzü sular altında süzülüyordu öylece, sırtına ayın gölgesi düşmüştü. "Tanrı'nın onu istediğini nerden biliyorsun?" demişti doktor, o ellerini izlemeye devam ederken, sıkışan göğsü kafesinin içinde ikibüklüm olmuştu bi an.

"Tanrı hepimizi istiyor ama o erken gitmek istiyor." sesi buz gibiydi, kelimeler dudaklarından anlamını yitirerek çıkıyordu; ölümün dahi bir tarifi kalmamıştı. "O öldü Azra, kurtaramadık. Annen ve baban gibi o da öldü..." gözlerinin rotasını boşluğa çevirdi dudaklarını araladı ve havayı içine çekti ardından sessizce yutkundu. "Ben... Ben durduramıyorum." doktor ellerini masanın üzerinde birleştirip ona biraz yaklaştı. "Neyi?"

Azra kafasını yavaşça kaldırdı, gözleri duvarda asılı olan çerçevedeydi; sisli bir ormanın ortasında, bir gece vakti çığlık atan bir kadın vardı. Göğe bakıyordu, gözlerinde öylesine büyük bir öfke vardı ki; kaçıp durmuştu peşindeki gölgelerden, üzerine sinen güneşten, yağan yağmurdan, fısıldayan liderlerden ve kalbinin rengi siyah olanlardan... Nerde olduğu belli olmayan bir ormanın ortasına atmıştı kendini; gün batıyordu ya da doğuyordu, heryer laciverte kayan maviye bürünmüştü; gözlerinden akan çaresiz göz yaşlarıyla gökyüzüne bakıyordu ve hiçbir şey demenden çığlık ata ata ağlıyordu.

"Kendimi..."

"Anlamadım."

"Kendimi kendimi!" dedi öfkeyle ayağı kalkarak, masanın üzerindeki her şeyi bir anda yere savurdu. "Kimse beni dinlemedi, inananmadı! Zorla bi uçurumdan aşağı attınız beni, zorla bu karanlığa ittiniz. Siz beni bu hâle getirdiniz! Görmüyor musun? Herkese zarar veriyorum, kafamın içinde neler var biliyor musun sen!" dedi elleriyle kafasına defalarca vurarak, doktor endişeyle ayaklandı gözleriyle ara ara hemşireleri kontrol ediyordu. "Sakin ol kızım... Anlat bana, her şeyi."

KAYBEDENLERWhere stories live. Discover now