39. Bölüm "Nocturne"

Mulai dari awal
                                    

         "İşimi," diyor şaşırarak. "Bir iş için buradayım. Ya sen?"

         "Burada çalışıyorum."

         "Ne güzel bir tesadüf!" diyor, gözlerinin tebessümüyle kısıldığını görünce, onunkine denk sıcak bir tepkiyi vermemek mümkün değil. "İşin bitti mi?" diye soruyor aramızda yeteri kadar rahatsızlık olduktan sonra.

         "Evet, çıktım." Sonra ne yapacağımı hatırlayıp güvenliğin tarafına omzunun üstünden bir bakış fırlatıyorum. "Şemsiyemi unuttum. Taksi çağıracaktım sadece."

         Derdimin önemsizliğine gözlerini devirdikten sonra, "Ben seni bırakırım," diyor. Hemen cevap gelmeyince ekliyor. "Senin için de bir problem yoksa..."

         Gözlerim, bir ona bir güvenliğe bakarken tereddütte olduğumu anlıyor.

         "Merak etme, seni kaçırmayacağım."

         Gerçekten bunu kast ediyormuş gibi bakarken dudakları cümlesinin sonuna doğru tekrar kıvrılıyor.

         "Peki," diye kabul etmeden önce, "Zahmet olmasını istemem," diyorum. Dorian, sorun olmadığını ısrarla temin edip arabasının hemen yakında olduğunu söylüyor.

          "İstersen elindeki kutuyu alayım," dediğinde jestini ağrımaya başlayan kollarımın teşvikiyle oldukça hevesli bir şekilde kabul ediyorum. Elindeki şemsiyeyi bana uzatıyor, kutuyu kendisi alıyor.

         "Üç deyince, fırlıyoruz," diyor iyice hızlanan yağmura bakarak.

         Kafamı sallayarak onu onayladıktan sonra, tek eliyle paltosunun yakalarını kaldırıyor. Üçe kadar saydıktan sonra o önde, ben arkada; yağmuru yalnız bırakmayan soğuk bir rüzgâra karşı, fırtınayı yara yara arabasına doğru ilerliyoruz.

         Arabalarla pek aram olmasa da, yolcu kapısını açtığı aracın lüks olduğunu anlayamamak için aklıevvel olmak gerek. Kapıyı binmem için açtıktan sonra eliyle beni buyur edercesine işaret ediyor. Şemsiyeyi kapatıp daha fazla ıslanmamak için acele edip aracın içerisine geçince, Dorian elindeki kutuyu arka koltuğa koyuyor ve aracın önünden hızlıca dolanarak yerini alıyor.

         Arabayı çalıştırıyor, emniyet kemerini takarken benim tarafıma bir bakış fırlatıyor. Kucağımda karnıma siper ettiğim çantayı fark ediyor. "Çantanı arkaya koyabilirsin," diye öneriyor.

         Bilgisayar çantamı karnıma daha da bastırmak oluyor tepkim.

         "Böyle iyiyim," dediğimde Dorian şüphelenmiyor. Bir mesajla çınlayan telefonuyla hızlıca ilgilendikten sonra paltosunun cebine koyduğunda çoktan emniyet kemerimi takmıştım.

         Trafiğe çıkmamızla birlikte sohbetine başlamakta hiç gecikmiyor Dorian.

         "Ne tarafa doğru gidiyoruz?" diye soruyor ve evime değil, Cafe Anne'ye giden yolu tarif etmeye başlıyorum. Kutuyu zaten Selin'e vermem gerekiyordu.

         Arabanın içinde, noktalarımız arasındaki sessizliği daha çekilebilir kılmak isteyip müzik çaları açtığında Chopin'in ünlü noktürnü dolduruyor. Yumuşak notalar, sanki hücrelerimden gerginliğimi siliyor; bu tanıdık melodiyi işitmek gerçekten iyi geliyor.

         "Buraya geçici bir iş için mi gelmiştin?" diye soruyorum.

         "Evet ama bir süre daha burada olacağım," diye yanıtlıyor. Ayrıntıya girmesini beklerken hiç dolandırmadan konuya giriyor.

         "Beni aramadın," diyor derin bir nefes alarak.

         "Aramayacağımı bildiğini söylemiştin," diyerek kendimi savunuyorum.

         "Bu gizlice ümit etmediğim anlamına gelmiyor," diyor yarım bir gülümseme ile, gözleri önündeki yolda...

         Sözlerini, gölge gibi çöken bir sessizliğin takip etmesini istemediğimden yolu tarif etmeye devam ediyorum. Konunun üzerinde durmamak belki de en iyisi.

         Kararıma saygı duyarak, "Nereye gidiyoruz tam olarak?" diye soruyor.

         "Tanıştığımız kafeye, şu kutuyu oraya bırakmam gerekiyor."

         "Orada sık takılır mısın?" diye soruyor.

         Kafamı sallıyorum. "Sahipleri, arkadaşım olur." Pencereden yolu izlerken mırıldanıyorum. "Buradaki yegâne arkadaşım."

         "İş yerini bildiğime göre bence artık beni de arkadaşın sayabilirsin."

         Gülüyorum.

         "Daha önce ısrarcı kişiliğine dair yorum aldın mı?" diye soruyorum.

         "Hayır," dese de yüzündeki gülümsemeden ciddi olmadığını anlıyorum. "Ama hedefime ulaşana kadar kolay kolay vazgeçmeyen biriyimdir. Sen de iyi bir gözlemci olduğumu söylemiştin."

         Başımı sallayarak tekrar onaylıyorum.

         Bir anlığına gözlerime bakıp tekrar yola dönmeden önce soruyor: "Örneğin, şu an sana bir akşam yemeği teklifi etsem, yine reddedersin, değil mi?"

         Sessiz kalınca söz hakkı yine ona devroluyor.

         "Haklıymışım," diye mırıldandığında nereden sızdığını çözemediğim bir vicdan azabıyla doluyor içim.

         Pencereden dışarı bakmakta buluyorum çareyi, en azından sorularından uzakları seyre dalarak firar edeceğime inanıyorum.

         "Özür dilerim, Eylül," diyor sonra bir anda.

         Neden böyle dediğini çözmek için ona döndüğümde açıklıyor.

         "Tanıştığımızda da hızlı davranıp seni rahatsız ettiysem özür dilerim. Sadece seni daha iyi tanımak istiyordum, Eylül. Hâlâ da bunu istiyorum, ama sabırla beklerim. Numaramı atmadığına inanmak istiyorum."

         "Söz vermiştim," diyorum. "Atmadım."

         Sonra daha iyi bir açıklamayı hak ettiğini düşünüp boğazımı temizliyor ve konuşmaya başlıyorum: "Durumum, sadece biraz... oldukça karışık. Kişisel algılamamalısın. Özür dilemene gerek yoktu, sınırlarını bilen biri olduğun belli, Dorian." 

         "Yıllar, bana acele etmemeyi ve saygılı olmayı öğretti," diyor.

         Merak kamçısını vurunca, "Kaç yaşındasın?" diye soruyorum.

         "Sen kaç yaşındasın?" diye soruyor cevaben.

         "Yirmi altı."

         "Senden daha yaşlıyım," diye cevaplıyor. Tam yanıtına itiraz edecekken, "Kesin sayıyı istiyorsan, beni aradığında söylerim," diye ekliyor.

         Hızlı ve zeki hamlesine gülmekten başka yanıt veremiyorum.

         "Merak ediyorum..." diyor, sonra gözlerimin içine döndürüyor bakışlarını. "Cevaplamak zorunda değilsin," diyerek teminatını verip devam ediyor. "İnsanlara bu kadar tedbirli yaklaştığına göre, oldukça kötü bir deneyim miydi? Son ilişkin?"

         Tek ilişkim...

         Nasıl özetleyeceğimi bilemesem de, bir şekilde deniyorum.

"Çok iyi başlayıp, kötü bitti."

Devamını da duymak ister gibi bekliyor.

"Çok, çok uzun bir hikâye ve sıkıcı..." diyorum merakını söndürebilmek için faydasız çabalarımla. "Ayrıca sonunu beğenmeyeceksin."

Cafe Anne'nin önüne çoktan gelmiştik. Arabayı kenarda durdurmadan önce, "Sayfalar kadar olmasa da, iyi bir dinleyiciyimdir," diyor ve bana dönüyor. "Yine güzel bir sohbetti, Eylül. Ben sabırla beklesem de fırsatımı kollamaktan da geri kalmayacağım. Önümüzdeki hafta yine sizin ofisinizde işlerim olacak. En azından bana tekrar güzel bir sohbet şansı verirsin, umarım."

Efsanevi (Efsanevi #1)Tempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang