32. Bölüm "Bülbülüm Altın Kafeste - Part 1"

Start from the beginning
                                    

         Battığından bihaber olduğum cılız ama yakıcı kıymıklar varmış ruhumda, sevgisine muhtaçlığımı hatırladıkça daha da acıtıyor canımı.

         Telefonum tekrar titriyor avcumun içinde.

         Bora: "Gel artık ya, neden bu kadar uzun kaldın ki?"

         Avuçlarımın içindeki telefonun varlığına şükredip derin bir nefes alıyorum. Yalın ayaklarla kızgın kumlarda koşup denizin serin sularına kavuşmak gibi Bora ile konuşmak. Aydın'da kaldığım bu huzursuz günlerde, akıl sağlığımı koruyan tek dayanağım.

Bir ay önce annem, sırf babamın rahatını kaçırması gerektiğini düşündüğü için babama ulaşmış; çocuğunu hiç arayıp sormadığını, biraz da babamın sorumluluk alması gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine babam günler sonra beni arayıp kendisini görmek isteyip istemediğini sormuştu. Babamın yokluğuna çoktan alışmıştım, okul zamanı gidip gelmek gerçekten sorun olacaktı, hele de sınav haftası kapıdayken; fakat "Hayır" da diyemezdiniz böyle bir soruya. Babam telefonda bir hafta orada kalmam için belli bir tarih belirlemiş, onaylarsam hemen uçak biletlerini alacağını söylemişti.

"15-22 Nisan uygun mu, Eylül?" diye sormuştu telefonda.

Elimde okulun hazırladığı sınav takvimine bakarak "Uygun, baba." demeye hazırlanıyordum ki, kulağımdaki telefona kendi kulağını dayayan Bora kolumu çimdiklemişti. 

         "15-18 arası olsun, de." demişti.

         Nedenini merak eden gözlerle ona bakmıştım. "19'u doğum günün ya, yanımda ol."diye fısıldamıştı.

         Başımı olur anlamında Bora'ya sallayarak "15-18'i olsa, olur mu baba?" diye sormuştum.

         "Olur, sen nasıl istersen. Az kalmış olmayacak mısın ama o zaman?"

         "19'unda burada olsam iyi olur, baba." demiştim bir mahcubiyetle. Bir de doğum günümü kimin yanında kutlayacağımın tartışmasını çekmemeyi umuyordum.

         "Neden?" diye sorduğunda telefonu tutan parmak uçlarımda kan çekilmişti. "19'unda sınav falan mı var?"

         Bora duymuş ve kaskatı kesildiğimi fark etmişti, omzuma attığı eliyle kendine doğru çekmişti beni.

         "Hıhı." diye mırıldanabilmiştim babama sadece.

         Telefonum tekrar titriyor ve daha mesajı okumadan gülümsüyorum.

Bora: "Babana söyle, bir dahakine ben de geleceğim."

         Bu defa kendimi tutamıyorum, sofradaki uğultuyu bastıran bir kahkaha firar ediyor dudaklarımdan.

         Babamın ve Burcu'nun, hatta televizyondaki çizgi filme dönmeden hemen evvel ikizlerin meraklı bakışlarına maruz kalınca, telefonumu hızla cebime sokuyorum. Bora'nın kilometreler öteden yüzüme bulaştırdığı mutluluğun lekesini, tabağın yanındaki peçetenin ardına gizliyorum telaşla.

         "Eylül," diye sesleniyor Burcu. Çocukların yemeğini yedirdikten sonra, muhtemelen soğumuş çorbasını kaşıklarken hiç de tadını yadırgamışa benzemiyor. Yeni bir yudum almadan önce bana babamın fark edemeyeceği bir hızda göz kırpıyor, samimi ses tonuyla devam ediyor. "Bugün gezerken laf lafı açtı ama sormayı unuttum. Şimdi liseye de geçtiğine göre, bir erkek arkadaşın var mı?"

         Gülümseyişim yerini utancın ifadesiz suratına bırakıyor. Yanaklarım ağzımda alevden bir lolipop emiyormuşum gibi ısınmaya başladığında, eş zamanlı olarak babamın yerinde huzursuzca kıpırdandığını görüyorum.

         "Yok, yok." diyorum. Muhtemelen fazla hızlı cevap veriyorum ki, babamın sivri bakışları, şimdi artık daha da kızarmış yanaklarıma batıyor.

         "Ay, kıyamam, nasıl da utandı..." diye mırıldanıyor Burcu babama dönerek.

         Babamla göz göze gelemediğim için, acil yapmam gereken bu açıklamanın hedefine Burcu'yu oturtturuyorum zihnimde.

         Boğazımı temizledikten sonra "Demek istediğim," diye başlıyorum. "O manada erkek arkadaşım yok, ama erkek olan bir arkadaşım var. En yakın arkadaşımdır kendisi."

         Babamın suskunlukla mühürlediği dudakları hareket etmiyor, saniyeler süren sessizliği takip eden tatmin olmamış bir "Hım..." gök gürültüsü gibi yükseliyor. "İyi, iyi." diye eklediğinde konuyu kapattığını düşünüyor, ardından da yanıldığımı anlıyorum.

         "İleride de bulaşma bu işlere," diye uyararak başlıyor babam tiradına. "Sen okumana, iyi bir üniversite kazanmaya bak, Eylül. Kendi ayaklarının üstünde durmayı öğren şimdiden."

         Dediklerini ciddiye almamı istiyor ki, işaret parmağını bana doğrultup hafifçe sallıyor. Kafamı anladığımı belirtircesine sallıyorum. Babam söylediklerinin anlaşıldığını teyit edince aramızdaki göz temasını kırıyor hemen, parmaklarına yapışan ekmek kırıntısını ellerini birbirine usulca çırparak sofradan kalkıyor. İşte, tam o zaman duyar gibi oluyorum nefesinin altında mırıldandıklarını.

         "Aman, annen gibi olma."  

         Duyduklarımı doğru algıladığımı teyit edebilmek için babama bakıyorum, fakat o çoktan ikizlere doğru adımlarını atıyor. "Babanızı özlemediniz mi siz?" diyerek o en sevecen tonunu takınırken kalbim, saflığa sığınıp yanlış duyduğuma kendimi inandırmanın en iyisi olacağına karar kılıyor. Ancak Burcu'ya döndüğümde, tedbirli ve kırılgan bakışlarını yakalayınca anlıyorum onun da duyduğunu.

         Yutkunuyorum, hazımsızlıkla kıvranacağımı bile bile yutkunuyorum. Sesim çatlayacak konuşurken; ama yine de aldırmıyorum.

         "Ellerine sağlık, Burcu." Üzüntüm nefesimi kesiyor orta yerden. "Yemekler harikaydı yine ve yine."

         Ellerimi sabunlarken aynada kendime bakmıyorum. Dört derin nefesin gözyaşlarımı kuruttuğunu defalarca tecrübe etmiştim.








Yarın part 2 ile devam edeceğim.

Efsanevi (Efsanevi #1)Where stories live. Discover now