20. Bölüm "Üstüme Basıp Geçme - 1"

En başından başla
                                    

"Bu saatten sonra istesen de aldıramazsın zaten." diye kızıyor. Sinirle soluyarak ayağa kalkıyor, "Nasıl yaparsın bunu, Eylül? Nasıl seni kullanmasına izin verirsin?"

"Anne, sakin ol." diye nazikçe rica ediyorum. "Lütfen."

"Eylül, nasıl sakin kalayım? El âleme ne derim ben?"

"Beni yarından sonra kimse göremeyecek, anne. El âlem için tasalanmana hiç gerek yok, ben kilometrelerce uzakta olacağım."

Söylediklerimin doğruluğu içine bir gıdım olsun su serpmiyor; ultrason resmini tutan bir eli belinde, diğeri ise inanamıyormuş gibi ağzını örtüyor.

Şimdilik iyi gidiyoruz, bebeğim...

"Ya baban? Ona ne diyeceğim?"

Zamanla incelerek kopan bir ipin iki ucundan bahsediyor bana.

"Hiçbir şey... Hiçbir şey demeyeceksin, anne. Olur da bir gün varlığımı hatırlarsa, bebeğimi söyleyecek kişi sen değil, ben olacağım zaten."

Farklı bir dilde konuşuyormuşum gibi bakıyor.

"Bora'nın haberi var mı?" diye soruyor pat diye.

Gidişinden beri geçen süre, günlerden haftalara, haftalardan aylara evrilse de; ismini duymak istisnasız her defasında nefesimi kesiyor, kalbimin atışını çalıyor benden.

Bir gün buna bağışıklık kazanabilecek miyim, merak ediyorum.

"Ablası Mehtap'a söyledim, ona söyleyecekti." diyorum, yıkık bir itiraf dilimin üzerinde oyalanıyor. "Bora'ya ben ulaşamıyorum."

"Konuşmak dahi istemiyor mu?"

Cevap veremiyorum. Mehtap ona ulaştı mı, bilmiyorum.

"Eylül..." diye başlıyor annem, devam edecekken birden siniri bozulmuş gibi gülüyor. "Bana tahmin ettiğimden de çok benziyormuşsun, kızım. Düştüğümüz durum bile aynı, görmüyor musun?"

Bora'nın gitmeden önce sonuçlarını bir kez olsun düşünmeden sarf ettiği sözlerin yaralarını taşıyorum ruhumda; bebeğimle yeni bir hayatın umudu kabuk olup kanayan yaralarımı kapattığından beri, hassas yaramı kaşımaya çalışan her tehdit unsurunu elimine ediyorum.

"Düşmüş olsam da, en azından kalkacak gücüm var." diye yanıtlıyorum.

Kendinden emin sesim, takındığım güçlü tavır, yenilgiyi kabul etmeyen keskin bakışlarımla ikna edici bir imaj çizdiğimi biliyorum. Bebeğimle ilgili aldığım kararlarda pişmanlığın zerresi yok. Yüreğimin en derininden geliyor bu cesaret.

Çünkü iyileşiyorum.

"Yanıldığın bir şey var, anne."

Senin yaptığını asla yapmayacağım.

"Bebeğimi istiyorum çünkü o benim. Anneliği tatmak istiyorum. Boğum boğum kollarına hayran kalmak, gaz çıkarınca bayram etmek istiyorum. Bora ile alakası yok bu konunun. Babası olsa da, olmasa da annesi olarak her zaman yanı başında olacak olan benim, annesiyim onun. Babasıyla aramızda geçenlerin sorumlusu o değil. Çoktan üzerine toprak atılmış bir ilişkiyi diriltmek için bebeğimi asla kullanmam ben."

25 yıllık hayatımda Seher Akıncı'ın ilk defa cevap veremediğine tanıklık ediyorum. Kendi silahıyla hiç beklemediği bir yerden zamansızca vurduğumun farkında... Teslim olur gibi bakışlarını tavana kaldırıyor, telaffuz edeceği iğneli sözleri yavaşça bırakıyor, geçmiş tüm düşüncelerini kelepçeleyip etkisiz hâle getiriyor.

"Tertemiz bir sayfa açıp, torununun hayatında olmak istersen..." diye başlıyorum. "Hoş geldin deriz sadece, anne."

Bir yol ayrımına girmiş gibi, sancılı kararlarla ağırlaşmış bir sessizlik sızıyor aramıza.

Annem, elindeki ultrason resmine bakıyor. Sessizce, irdelercesine, merhaba dercesine...

Yaşadığı çelişkiyi görmemek imkânsız...

Bana bakıyor. Karnıma indiriyor bakışlarını daha sona. Dudaklarının birleştiği o sol köşede sıcak bir gülümseyişin hayali kıpraşıyor. Bebek adımları gibi sarsak ama kararlı adımlarla yaklaşıyoruz birbirimize yıllar sonra. Dudaklarını aralıyor, nefesini üflediği kelimeleri ilk kez heyecanla bekliyorum.

"Seher, ne diyor bu kız!" diye bölüyor kızgın bir ses.

İkimiz de sesin sahibine, evde olacağını hesaba katmadığım üvey babama bakıyoruz. Öfkeli bakışlarının üzerinde çatılmış kaşları dikkatimi çekiyor önce.

"Torun mu dedin, sen az önce?" diye sorarken üzerime tüm nefretiyle yürüyor, "Kız, sen hamile misin?"

Cevap vermek, tercihlerim arasında zaten olmasa da; bana fırsat tanımadan veryansına ara vermeden devam ediyor.

"Seher, duyuyor musun kızını? Neler diyor senin kızın böyle!" diye bağırıyor ilk önce anneme dönüp. Sonra sıra bana geliyor. "Kimden peydahladın?"

İşte, tam o an yalnızlığımdan nefret ediyorum... Nasıl tek başıma ayakta durabilirim ki şu zihniyete karşı? Önlerine sunduğum hangi önerme, annemin gözündeki "kullanılmış" izlenimini silip, bu etkisiz eleman misali adamın utanmadan taktığı "fahişe" etiketini yırtıp atar? Bora ile geçmişimize bizden başka herkes yabancı kalıyorsa; her bakıştan, her sözden, her öpücükten bihaber akılları nasıl inandırabilirim, benim için hep sadece ve sadece Bora olduğuna? Bir zamanlar kendimden çok ona güvendiğimi söylesem, sözlerim buram buram klişelik kokmaz mı?

"Evlenmeden kimin altına yattın sen, iffetsiz!"

İthamların çirkinliğine tahammül edemeyince gözlerimi kapatıyorum.

Yıllarca ruhumuzu çırılçıplak soyup, benliğimizin en mahrem sırlarını paylaştıktan sonra çekip gitmek; asıl sorun değil mi?

Annem devreye giriyor.

"Engin, bağırma." diyor.

Ricası, havaya karışan nefeslerimiz gibi önemsenmiyor.

"Bağırma mı! Nasıl bağırmayayım? Bize ele güne rezil edecek. Sen neden bu kadar sakinsin, Seher? Hep bekliyor muydun yoksa böyle bir şeyi; benim kanımdan, olabilir, mi diyordun?"

"Ne demek istiyorsun?" diye soruyor annem.

"Anasına bak, kızını al, diyorum."

Veda vakti çoktan geldi, geçiyor. Ultrason resimlerini ve dosyayı toplayıp çantama tıkıştırıyorum aceleyle. İçimde köpüren öfke sağduyumu boğmadan önce bu evden derhal çıkmam lazım.

"Anne, ben bu adamla sana kolaylıklar diliyorum. Ve sen..." diye sesleniyorum kocasına.

"Çok şükür ki, bir daha birbirimizi görmeyeceğiz. Doğacak çocuğumun ne senin gibi bir sorumsuzla ne de sapık arkadaşlarınla aynı ortamda bulunmasını asla istemem zaten."

Üzerime doğru tekrar yürümeye kalkışınca annem durduruyor. Sol yüzük parmağında kelepçe gibi oturan bir halka, özgürlüğünü kangren bıraktığının farkında değil. Hayatımda görüp görebileceğim, insanlık tarihinin en yürek burkan manzaralarından biri bu.

"Anne, kendine iyi bak." diyorum kapıdan çıkmadan önce. "Dediklerimi unutma, yaptığın her şey için teşekkür ederim. Ederiz. Hoşça kal." deyip annemi alacağı kararlarla baş başa bırakıyor ve çocukluğumun en'lerini geçirdiğim evden ayrılıyorum.

Not: Merhabalar,

Bir hafta oldu bölüm yüklemeyeli, insan özlüyor. En azından ben özledim. Buraya kaydolduğumdan beri ilk defa bir okuyucum gelip yeni bölüm diye yorum bıraktı hikâyeye. Nedense çok sevindim ben buna. Her neyse, uzatmadan size bir şey açıklamam gerek: 20.bölümün girişini ben kaldırdım, çünkü bir anlık hikâyenin akışına kendimi kaptırıp ayrılık sahnesini planladığımdan azıcık farklı yazmışım. Yine bu 20. bölümde o sahneyi okuyacağız benim düzenlemiş hâlimle. Aynı zamanda ben ileride Efsanevi'yi bitirip yayın dünyasına atılmaya cesaret edersem, vakit kaybetmemek için ilk düzenlemelerini şimdiden yapıp buraya koyacağım. Part part olan bölümleri tek bölüm hâlinde yeniden yükleyeceğim. Öyle yani. Eylül'ü ayın onunda uçağa bindiriyoruz, ben de yeni yaşıma giriyor olacağım. Hafta içi tekrar görüşmek üzere...

Efsanevi (Efsanevi #1)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin