"Duvarlar"

776 60 46
                                    

Bu bölüm süresinde Yankı'yı, Aksi İstikamet hikayesinin eğer hâlâ yayındaysa içindeki bir bölümünde okuyabilirsiniz.

İyi okumalar...

§§

Kirli, beyazın tamamen sarıya dönüp, üzerinde böceklerin ve kahverengi lekelerin bulunduğu bir tavana bakıyordum. Hemen ortada, beyaz plastiğin arasından aşınıp çıkan kabloların ilettiği elektrikle yanan sarı lambanın sallanışını görebiliyordum. Belki de sallandığını sanıyordum.

İğrenç bir koku vardı. Neyin kokusu olduğunu bilmiyordum çünkü daha önce böyle bi kokuyla karşılaşmamıştım. Yıllardır içeri girilmediğini ya da pislikten kokmuş olduğunu düşündüğüm için, aslında tam olarak çürüyen bir odadan beklemem gereken bir kokuydu.

Gözlerimi yeni açmış sayılırdım. Boynumun sol tarafındaki sinirler sıkışmıştı ve bu, başımı tam olarak sağa çevirmeme engel oluyordu. Belimden yediğim elektrik yüzünden orada hissettiğim ufak acı, cildimin hasar gördüğünü anlatıyordu. Hafif bir baş ağrısı da vardı ama arkaplana atamacağım kadar yoğun değildi, sadece rahatsız ediyordu. Bu kadardı tüm fiziksel hasarım, şimdilik.

Nefesimi bıraktım. Yattığım yerden kalkmanın zamanının geldiğini düşünüp, hafifçe sola dönerek dirseğimin üzerinde doğruldum. Şimdi diğer duvarları da görebiliyordum. Sprey boyalarla yazılmış pek çok şey vardı. 

Ölüm bizim adımız. Cehenneme hoşgeldin partisi. Cennetten atılış. Kanlı rüyalar. Şeytanlı geceler. 

Yüz buruşturdum, hemen arkamda yattığını gördüğüm ölü bedenle ise birden ayağa kalktım. Odanın tuhaf kokusunun tek nedeni pisliği ya da havasızlığı değilmiş. Ölen ve moraran, göz bebekleri tamamen beyazlaşıp, içinde beliren mor damarlarla bana doğru bakan bir adamın cesediymiş. 

Yutkunarak geriye doğru birkaç adım attım. Ani hareketlerimden dolayı bir göz kararması oluştu. Saniyeler sonra toparlarken odayı inceleme şansımı kullandım. Üç adım sağımda bir sandalye ve hemen yanında kirden sararan beyaz bir bez vardı. Yuvarlanıp karanlık bir kısma düşmüş olan sprey boya kutusu, odadaki ikinci nesne olan masanın en köşesinde duruyordu. 

Gözlerimi cesetten olabildiğince uzak tutmaya çalışsam da, yapamadım. Üzerinde olan mavi tişört o kadar kan almış gibiydi ki, sadece kol kısmı mavi kalmış, kalan her yeri koyu ve kuru bir kırmızıya bulanmıştı. Kollarının açık kalan kısımlarında iki parmak genişliğinde yara izleri vardı. Burnunun kırılmış olduğu belliydi. Kendini yeşille mavi arasındaki bir renge bırakmış olan darbe izleri vardı. Yüzü tanınamayacak kadar dağıtılmış ve üzerinde kuruyan kanlarla birlikte çürüyüşe başlaması, onu oldukça rezil, tanınamaz bir hale getirmişti.

Kolunun hemen altından fare çıkmasıyla, elimle dudaklarımı kapattım. Neydi bu? Sonumun müthiş göstergesi mi? Uslu durmazsam başıma gelenlerin bir örneği mi? Yoksa sadece göz korkutmak için atılan bir ceset mi? Hangisiydi? Hiçbiri miydi?

Kamera bulmak için etrafa göz attım. Çok büyük olmayan, dikdörtgen bir odadaydım. Bu yüzden gözlerim direkt köşelere takıldı. Bu sırada odada pencere ya da havalanmayı sağlayacak bir şeylerin olmadığını da gördüm.

İşte sonum, diye mırıldandım. Yaşlanıp ölmek istemiyor muydun? Al sana tehlike, Nefes. Al sana korku. 

Cenk geldi o an aklıma. O da burada ya da benimki gibi bir odada mı tutuluyordu, yoksa bayılttıktan sonra öylece bırakıp gitmişler miydi? Eğer ikincisiyse, uyanması ve benim izimin sürülmesi gibi harika bir kurtuluş planım olabilirdi. Buradan çıkabilirdim. Buğra'ya ve Türkiye genelinde her çeteye haber verilirdi. Deep Web'de benimle birlikte çalışan kişiler seferber olup, bir adres çıkarabilirdi. Yankı aranırdı. O benim yerimi kesinlikle bulurdu ya da buldururdu ama yapacağı her hareket, aleyhime işleyebilirdi.

On SekizHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin