0 - Her şey başlamadan öncesi.

45 2 8
                                    

5 yıl önce Ladon'dan.

Daha erken yaşlarımdaki halim, şu anki halimi görse bana acırdı, içinde bulunduğum bu çaresizlik beni bedenen ve zihnen tüketiyordu. Daha genç yaşlarımda olmama rağmen kendimi sanki yüzlerce yıldır yaşıyormuş gibi hissediyordum.

Yorulmuştum. Onca yılın getirdiği yorgunluk ve umudumu yitirmemin işaretlerini taşıyordum üzerimde, bunu dikkatli bakan herkes görebilirdi. Bu yorgunluğun altında eziliyordum, umudum olmadan yorgunluğum daha da ağır geliyordu bedenime.

Belki ortada açık bir yaram olmayabilirdi, belki kanamıyordum ama fark eder miydi? Günün sonunda kalbimden vurulsam böyle acıtmayacağını düşündüğüm yaralarla birlikteydim, yapayalnız.

Yine onaracak kimse yoktu, sadece ben vardım. Yaralarımı sarmasını istediğim sadece o vardı işte, o da yıldızlar kadar uzaktaydı bana. Ne komedi ama, evrenin saçma hastalıklı mizah anlayışı. Sana iyi gelebilecek tek kişinin ulaşamayacağın tek kişi olması, ironik değil de neydi?

Gözlerimi kapatıp aklımı kazıyan düşünceleri silip atmaya çalıştım, nafileydi. Ne zaman yapabilmiştim ki bunu? İnsan kendi zihninden kaçabilir miydi? Kaçamazdı, bunu zor yoldan deneyimlemiştim. Düşüncelerimin ve kendi zihnimin tutsağıydım, en büyük mücadelemi onlarla veriyordum.

Ne yaparsam yapayım, hangi yola saparsam sapayım yine hiçbiri bana doğru hissettirmiyordu. Kayboldum, nerede durmam gerektiğini bilmiyorum. Neye inanmalıydım? Neye güvenmeliydim? Artık kendime bile güvenebilir miyim bilmiyordum. Verdiğim kararlar bu zamana kadar beni yanıltmaktan başka bir şey yapmamışlardı, 'neden bu sefer farklı olsun ki?' diye geçirdim içimden.

Doğruluk algımı kaybetmiş gibiydim, inandığım şeyler beni yavaş yavaş yüzüstü bırakıyordu. Eğer ortada gerçekleşebilecek güzel şeyler yoksa, umut insana zehir oluyordu. Her seferinde kendi benliğini parça parça götürüyor, bir sonraki sefere umutla bakmanı zorlaştırıyordu.

Bu sefer aynısı olmayacaktı.

Olmayacaktı.

Üzerimdeki yorgunluğu ve kırgınlığı geçiştirmeye çalıştım, üzülüp kendime acıyacak vaktim yoktu. Sanki zamanım kısıtlı değilmiş gibi kendi kendimi teselli etmeye çalışmayacaktım burada.

O olmayacaksa başka kimsenin tesellilerini istemiyordum, yalnız da mutluyum ben ama yine de... Neyse ne. Kendi yaralarımı kendim sarabilirdim, açık yaralar ya da ruhumu yaralayanlar. İkisi de günün sonunda benliğime açılmış savaşlardan değil miydi? Bunları kaldıramayacak kadar güçsüz değildim, günün sonunda önceden yaptığım gibi ayakta duracaktım işte. Bu kadar zor olmamalıydı, toparlanmam gerekiyordu.

Aklımı başıma toplamalıydım, bunun gibi bir fırsatı kaçıramazdım. Hedeflerim vardı, bir amacım. Eğer her şey planladığım gibi giderse hedefime bir adım daha yaklaşmış olacaktım. Aradığım cevaplar vardı, daha fazla zaman kaybetmeden bulmam gereken cevaplar. Bu sebeple de Serwoll imparatorluğunun kaçak prensesinin peşindeydim, Hera'nın.

Hera Olseian oldukça inatçı bir kadındı, bulunmak istemezse onu kimse bulamazdı. Hırslı bir kadındı. Onun için önemli olan şeyler uğruna kendini feda eder, tereddüt bile etmezdi çünkü değer verdiği şeyler onun için kendi benliğinden daha önemliydi.

Kendini, sevdiklerini kurtarma yolunda harcardı çünkü ona göre sevgi bu demekti. Birini kendinizden ödün verecek kadar sevmiyorsanız, gerçekten seviyor muydunuz ki?

Hera ile benim hiçbir benzer özelliğimiz yoktu. O beyazsa ben siyah, o yanlışsa ben doğruydum. Tek bir şey dışında, sevdiklerimiz uğruna benliğimizi feda edebilecek bir cesarette olmamız dışında hiçbir ortak noktamız yoktu.

Olseian'ın LanetiWhere stories live. Discover now