8

450 44 68
                                    



barın her tarafını arasak da etrafta ne matthew ne de jiwoong'u bulabilmiştik. telefonlarımızı açmıyorlardı. matthew'ün beğendiği çocuğu bile aramıştım ama o da yoktu. şimdi ikimiz de barların bir odasının eskimiş yatağında oturuyorduk. telefonlarımıza cevap vermeleri için en iyi yer burasıydı. çünkü alt katta hiçbir şekilde onları duyamıyorduk. birini görürsek diye dışarı da çıkamıyorduk.

herkes eğlenmeye devam ettiğine göre büyük bir olay olmamıştı. hanbin tanıdığı kişilere de sordu fakat herkes görmediğini söyledi. suçlu hissediyordum, gerçekten aptal bir arkadaştım. buraya kadar matthew için geldiğim halde onu yalnız bırakmıştım.

hepsi sung hanbin yüzündendi gerçi. sırtım ona dönük bir şekilde yatağın ucunda oturuyordum. hafifçe arkama dönerek hanbin'e baktım. o benden daha rahat bir şekilde oturuyordu. sevgilisi, hayır, takıntılısı onu ne kadar arasa da benim yanımda açmamıştı. benimle kalmayı tercih etmişti.

ilk sinirimden eser kalmamıştı. o kızı hayatından çıkarmasına yardım etmeye karar vermiştim. neden kolayı varken işi zorlayalım ki? ona yardım edebilirdim, kimse hayatını birinin hayatı için düzene sokmak zorunda değildi. herkesin kendi düzeni olmalıydı. hanbin'in de öyle olacaktı. o kız yüzünden huzursuz hissetmesini istemiyordum.

arkamı tamamen dönüp yatağın ortasında oturur hale geldim. şimdi tek gördüğüm şey hanbin'in sırtıydı. üstüne beyaz gömlek giydiği için oldukça çekici duruyordu. biraz sarhoş hissetmeye başlamıştım çünkü o kadar koşudan sonra su bile içmeyeceğim yerde üç içkiyi kafama dikmiştim. su bulamamıştım, ne yapayım?

sıcaktı. hava olduğundan daha sıcaktı. başım dönüyor gibiydi. kıkırdamaya başladım. hanbin sonunda bana dönmüştü. gözleri parlıyordu, neden parlıyordu ki?

gözlerimi kısıp işaret parmağımı gözüne doğru getirirken beni durdurmuştu. dudaklarımı büzdüm, "dokunsaydım, çok güzel duruyor." "bu halin ne senin?" iç çekerek sormuştu.

kaşlarımı çattım. "ne varmış halimde?"

eliyle yanağımı okşamaya başladı. eline kafamı yaslayarak daha fazlasını istediğimi gösterdim. çok güzel bir histi. neden daha önce yapmamıştı ki?

"yanakların kıpkırmızı olmuş. dudaklarını büzüp duruyorsun, bir de öyle bakıyorsun ki."

"nasıl bakıyorum?" tekrar gözlerinin içine baktım.  sonra da yakışıklı yüzüne. saçlarını iki yana ayırmıştı. benimle koştuğu için hafifçe dağılmıştı. çok çekici duruyordu.

"hao, böyle bakmaya devam edersen kendimi tutamam."

yatakta çocuk gibi emekleyerek yanına gittim. siyah pantolonu bacaklarını sarmıştı. kucağına oturmak istiyordum. böylece ona daha yakından bakabilirdim, değil mi?

hanbin şaşkın bir şekilde bana bakarken ona gülümsedim. çok sık gülüyordum. gülmeden duramıyordum. kollarımı boynuna dolayıp kucağına oturdum.

"sikeyim, ne yapıyorsun?" başımı omzuna yaslayıp gülmeye devam ettim. ben de ne yaptığımı bilmiyordum ki. daha düzgün oturabilmek için kucağında hareket etmiştim. hanbin belimi sıkıca tutup bağırdı. "hareket etme!"

sinirle kafamı omzundan kaldırdım. zaten vücudum sıcaktan yanıyordu, arkadaşım da kaybolmuştu bir de beni sinir ediyordu. "niye hareket etmeyecekmişim?" "senin şu an bana bu halde bakman bile benim için iyi değil."

ne dediğini anlamıyordum gerçekten. beynim çoğu şeyi algılamayı bırakmıştı. sadece sinir olsun diye kucağında hareket etmeye başladım. hareket ettikçe vücuduma bir şeyler olduğunu hissediyordum. hanbin durmam için çabalıyordu.

meddle about | haobinWhere stories live. Discover now