XII. Bölüm

14 4 0
                                    

Hava kararmaya başladığında Erlik Çinli komutanı Wu Seo ve onun dört yüz kişilik birliği ile birlikte Tangshan surlarının önüne geldi. Büyük çekmeli kapılar açıldı, muhafızlar Erlik'in önünde durdular, yalnız iki kişi alabiliriz. Erlik karşı çıkmadı, Wu Seo ile birlikte şehre girdiler. Erlik şehrin sokaklarında atıyla beraber ilerlerken askerler arasında bir hareketlilik gördü. Surların üzerindeki nöbetçilerin sayısı azaltılmış, etrafta grup halinde dolaşan çoğu asker günlük zırhlardan ziyade muharebe zırhlarını giyinmişti. Erlik Seo'ya dönerek,

"Yolunda gitmeyen bir şeyler var gibi."

"Efendim, şehirde garip bir hareketlilik var."

"Evet, haklısın bende fark ettim."

Erlik vali köşkünün önüne geldiğinde köşkün önündeki muhafızların da azaldığını fark etti. Atını hızlıca geriye doğru sürdü. Dört nala sokak aralarından geçerken Seo da Erlik'in arkasından geliyordu. Seo Erlik'e doğru bağırdı,

"Efendim neler oluyor? Nereye gidiyoruz?"

Erlik cevap vermedi, atını hızlandırıp kapıya ulaşmayı planlıyordu. Bu sırada Önlerine yirmi otuz Tangshan'lı asker çıktı. Erlik atının dizginlerini sıkıca tutup kendine çekti. At ön ayaklarını kaldırmıştı. Erlik hemen geriye doğru dönüp diğer taraftan gidecekken Wu Seo Erlik'e doğru kılıcını doğrulttu. Ardından diğer Çinli askerler Erlik'e doğru yaklaştı. Erlik her şeyi kafasında şimdi oturtuyordu. 

Tuzak! İhanet! Bu iki kötülüğü de Erlik yaratmamış mıydı? İnsan oğluna bunları o öğütlememiş miydi? Şimdi yaptığı ve yarattığı şeyler onu bulmuştu, aklından ''çok acemiler'' dedi. Kafasından geçen onca şey vardı ki kendini bıraktı. Savaşmak yerine ölümü yeğledi. Atının dizginlerini bıraktı, kafasını öne doğru eğdi. Kafasını eğmesi teslimiyetten ya da acizlikten değildi, pişmanlık hiç değildi. Bu kindi, öfkeydi, tiksinmekti. Erlik bu duygularla çelişirken birden büyük bir rüzgâr çıktı. Rüzgârın içinde bir at silueti gözüküyordu. Seo'nun üzerine doğru hızlıca gelip onu atından düşürdü. Rüzgârın içinde bir el vardı, gümüş renginde ve can alan bir el. Rüzgâr hafifçe dağıldı, Tanrı Zada Han Erlik'in yanına geldi. Zada Han'ın kahverengi bir atı vardı, atın yeleleri kırmızıydı. Şahini andıran kanatları vardı. Zada Han Erlik'e elini uzattı. Bu sırada gökten Erlik'in pusuya düşüren Çinli muhafızlara ve Seo'ya yüzlerce yıldırım düştü. Erlik Zada'nın atının arkasına atlamıştı. At havalandı rüzgârın içinde hiç kimseye görünmeden şehrin dışında bir tepeye indiler. Zada Han atından inip hemen Erlik'in karşısında diz çöktü. Erlik de attan atladı. Ardından Zada Han'ın şahin kanatlı atı da Erlik'e saygı gösterisi olarak ön dizlerini kırdı. Erlik Zada Han'ı uzun uzun süzdü.

"Zada, seni görmeyeli uzun zaman oldu."

"Hayır asıl sizi Erlik Han sizi. Sizi gök alemde görmeyeli epey bir zaman oluyor."

"Benim artık Gök Alemde işim kalmadı, Ülgen kötü özellikleri tasvip etmezken kendisi büyük bir kötülüğün içine daldı. Kibir ve büyüklük. Şimdi gök alem onun olsun, o orada sonsuza kadar aptalca yaşamaya mahkûm."

"Erlik böyle konuşman senin için iyi olmaz, henüz güçlerini kazanamadın."

"Diğer tanrıların gücünü alamadı sadece kendi soyundan olanların, yani benim gücümü alabildi. Onun kardeşi olmasaydım o zaman ruhani gücümü alamazdı."

"Benim yanına geliş amacım da buydu aslında. Sana Yada Taşını vermeye geldim."

Zada Han elini cebine attı, kurt başlı bir yüzük çıkardı, kurdun ağzında yeşil mat bir taş vardı. Zada Han yüzüğü avucunun içine aldı ve Erlik'e uzattı.

Erlik: Tamu TanrısıWhere stories live. Discover now