1. Bölüm

456 26 16
                                    

İlahi gölgeler yeryüzüne düşüyor, bu alacakaranlık vakti

***

Gözlerimi açmaya zorladım. Ilahi bir güç tarafından yapıştırılmış gibi hissettiriyordu. En sonunda güçlükle araladım gözlerimi. Siyah , kömürü andıran dairelerimi etrafta dolaştırmaya başladım.

Vücudumu hiçbir şekilde hissedemiyordum. Parmaklarımı oynatmayı denedim fakat boşa uğraş. Zaten bir şeyin varlığını da hissedemiyordum ki.

Gözlerim etrafı incelemeye koyulurken bir kaç şey fark ettim. Olduğum yer bembeyazdı. Beyaz renginden başka bir şey göremiyordum. Ayrıca bir yerde uzanıyordum. Uzandığım yer bir yatak mı zemin mi ayırt edemedim. Dediğim gibi sanki duyularım birden ortadan kalkmıştı.

Aniden yanımda karartı hissettim. Korkmaya başlamıştım açıkçası. Birden gözlerimi bilmediğim bembeyaz bir yerde açmış hareket edememiştim ve biri ya da bir şey bana doğru geliyordu.

"Selam!" Gereksiz heyecanlı bir erkek sesiydi bu. Daha sonra sesin sahibi olduğunu tahmin ettiğim kişi görüş alanıma girdi. Konuşmaya çalıştım. Içimde bir çatışma vardı. Sürekli konuşan biri için konusamamak oldukca büyük bi' cezaydı.

Ellerini bana doğru yaklaştırdı. Tanrım! Elinde bir iğne vardı. Beni öldürmeye mi çalışıyordu, şuan bana istediğini yapabilirdi zaten. Hareket dahi edemediğim bir durumdaydım.

Birden hiçbir şey hissetmezken iğnenin derime girdiğini hissettim. Yavaş yavaş... Iğnenin içinde her ne varsa çok garip bir şekilde vücudumda hissediyordum. Normalde kanım alınırken veya serum verilirken bu şekilde değildi.

Sanki bu sıvı şey bana dokunuyordu. Elime bir su değdiğinde verdiği hissin aynısını veriyordu. Birden vücudumun yavaş yavaş çözülmeye başladığını anladım. Sanırım oldukça uzun bir süre hareketsiz kalmıştım ki vücudum uyuşmuş gibiydi. Ayrıca karıncalanıyordu da. Hala görüş alanımda olan çocuk bir elini sırtıma diğer elini koluma attı. Yavaşça kendine doğru çekti.

Oturur pozisyona geldiğimde yüzlerimiz birbirine çok yakın duruyordu. Bunu fark etmişti ki olduğu yerde doğrularak kafasını benden uzaklaştırdı. Kafamı bile taşıyamayacak kadar halsiz hissediyordum. Her an kalktığım yere geri düşebilirdim. Ellerimi gözlerime götürerek biraz ovuşturdum.Gerinmek belki de işe yarar diye hareket ediyordum. Görüntü komik olsa gerek bana bakarak gülmeye başlamıştı.

Ben ona ters bakışlar atarken arkasını dönüp ilerlemeye başladı. Bembeyaz odada hiçbir şey yok derken biraz yanılmışım anlaşılan. Bir kapı vardı ve dibinde siyah bir çanta duruyordu. Bu çanta o çouktan sonra gördüğüm beyaz olamayan ikinci şeydi. Dizlerini yere koyup çantaya doğru eğildi. 

Burdan gözüken iki fermuar vardı, çantanın ortasına denk gelen fermuarı açarak elini içine atıp bir şeyler aramaya başladı. "Ne arıyorsun?" uzun süredir konuşmadığım daha doğrusu konuşamadığım için ilk cümlemde boğazım acayip acımıştı. Birkaç kez yutkunmaya çalıştım fakat işe yaramadı. "Senin için bir şeyler." Bir şeylerden kastının içinde su olmasını da ümit ediyordum.

Aradığını bulmuş olacak ki ellerini sevinç ile çırparak ayağa kalktı. Ellerine baktım , bir sandiviç ve vişne suyu vardı. Vişne suyunu çok sevdiğim söylenemezdi ama şu durumda buna itraaz edebileceğimi hiç düşünmüyordum açıkcası. Elimdekilerle idare etmem gerekiyordu. 

Ellerime yemem için getirdiklerini verdikten sonra zıplayarak yanıma oturdu. Burada nasıl böyle mutlu davranabiliyordu anlayamamıştım. Bir insan şu odada bir kaç saat durursa eğer aklını kaçırırdı, buna hiç şüphe yoktu. Akıl kaçırmak deyince kendimi akıl hastanesinde gibi hissetmiştim anlık olarak. Sanki delirmişim ve beni buraya koymuşlar fakat ben hafıza kaybı yaşamışım ve geçmişimi hatırlamıyorum.

Aslında bundan güzel senaryo çıkardı. "Öyle derince ne düşünüyorsun?" beni düşüncelerimden ayıran sese sakince döndüm. "Birçok şey düşünüyorum. Sana birkaç soru yöneltsem cevaplayabilir misin?". Soru sormamam garip kalırdı sanırım. O da bunu beklediğini belli eden bir yüz ifadesiyle başını salladı. Tamam başlıyoruz.

"Sen kimsin, burası neresi ve burada ne işimiz var? Ayrıca ben buraya nasıl geldim?" Tek bir nefeste konuşmuştum fakat bunlar sormak istediklerimin yarısı bile değillerdi. Sadece hepsini sırayla soracaktım.

Bir anda ayağa kalkıp ellerini iki yana açtı ve kendi etrafında bir iki tur döndü. Tanrım, ben deli değilim fakat bu çocuğun iyi olduğunu pek sanmıyorum. "Burası bir hastane ama kimse yok neredeyse terk edilmiş gibi. Ah, tabii bazı kişileri saymazsak. Burada görebileceğin bir sürü asker tarzında insan var. Onlara yakalanmasan iyi edersin. Pek cana yakın oldukları söylenemez. Hmm... Burada ne işimiz olduğuna gelirsek açıkcası bunu da bilmiyorum bu konu hakkında tek bir şey söyleyebilirim ki bize iyi şeyler gelmesi için burada değiliz." 

Bunları söylerken bile oldukça neşeliydi. Ben burada kendimden geçiyordum. Şuan tam anlamıyla kafasına bir yumruk geçirmek istiyordum. Bunu yapabilir miyim diye elimi yumruk haline getirip sıktım ancak kolumu kaldırmak bile beni yoruyordu.

"Kim olduğunu söylemedin." Sarhoş gibi konuşuyordum. Belki de öyleyimdir? "Püff! söylesem ne olacak ki? Her neyse madem çok ısrar ettin söyleyeyim; ben Jeon Jungkook. Ve sende?" "Park Jimin." dedim elimi kaldırıp kendimi işaret ederek.

"Beni öldürecek misin?" Bu söylediğime ciddi misin der gibi bakıp gözlerini devirdi. "Tabii ki hayır Jimin ben bir katil değilim. Ayrıca senin yardımına ihtiyacım var." Ben ona nasıl yardım edebilirdim ki? Kim daha yeni tanıştığı bir yabancıdan yardım isterdi? Başımı eğip sorar gözlerle ona baktım. Sorumu hemen anlayıp cevap verdi. Elini bana doğru uzatarak teklifini sundu.

"Burdan kaçmak için. Bana yardım et Park Jimin ve bu hastaneden kaçalım."

Twilight Time | JikookWhere stories live. Discover now