8. BÖLÜM

93 58 30
                                    

Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur...

Cansun...

Kadere inanır mısınız? Ben her ne kadar hayatımın kontrolünün elimde olmayışından mennun olmasam da kadere inanırım.

Bizler daha dünyaya gelmeden kaderimiz çizilmiştir ve bize sunulan tek şey yol ayrımındaki seçimler. Hangi yolu seçeceğimiz bize kalmış olsa da her yol önceden belirlenmiştir.

Iyi ya da kötü her seçim de düşünmeden edemeyiz acaba farklı bir yol izleseydim ne olurdu diye, sabahın erken saatlerinde öylece oturmuş kaderimde neler olduğunu düşünüp karamsarlık içinde boğuluyordum.

Nasıl bir kader beni bu koca dünyada tek başına bırakmak ile ilgili yazılmıştır ki, bu nasıl bir hayat olabilir.

"Artık harekete geçmen gerek"

Ve ayrıca nasıl bir kadar beni beyninde konuşan bir ses ile başbaşa bırakabilir.

"Seni duymuyorum...!"

Bu sabah uyandığımda hayatım ile ilgili yeni bir şey daha hatırladım. Onca kalabalığın arasında bile ne kadar yanlız hissettiğimi. Ne garip, bir çok şeyi hatırlamıyordum ama duygularımı hatirliyordum.

Duyularım iş başındaydı yine son yediğim yemeği hatırlamıyordum ama tadı hala damağımdaydı sanki, üzgün hissediyordum kendimi, yalnızlıktan mı yoksa birine mı darılmıştım bilmiyorum.

Bilinmezlik benim en büyük kabusumdu. Neden uyuduğumu, neyi sevip neyi sevmediğimi, herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını bilmemek kabus gibiydi. Sanki kendimi keşfe çıkmıştım ve her yeni bilgi büyük bir buluş gibiydi.

Kafamı toparlamam gerekiyordu biliyorum, bir an önce ne yapmam gerektiğine karar vermeliydim. Ama bir türlü odaklanamiyordum.

Nereden başlamam gerektiği daha doğrusu ne yapmam gerektiğini çözemiyordum. Her zaman bu kadar uyuşuk mu hareket ederdim yoksa uyandığımda beri bende bir şeyler degismismiydi.

"Beni gerçekten sinirlendirmeye basliyorsun."

"Senin konuşmanı neden engelleyemiyorum ben susar mısın artık yeter!!!"

"Bak ne dicem gerçekleri öğrenmeye hazır olana kadar ne halin varsa gör susuyorum!!!"

Nihayet kafamdaki sesi de kaçırmayı başarmıştım. Bu iyi bir şey miydi emin değilim ama en azından deli olmadığımı kabullenmem güzeldi.

Içinde bulunduğum sessizlik gittikçe artıyordu. Evden ihtiyacım olabilecek her şeyi toplayıp dışarı çıktığımda dünyayı daha iyi duyabiliyordum. Dalga sesleri, rüzgardan hişirdayarak etrafda dolanan çöplerin hareketi, duyularım yine iş başındaydı.

Insana dair hiçbir iz yoktu. Daha da garip olan şey yeşile dair en ufak bir kırıntı bile göremiyordum. Binaların yüksekliğinden mi etrafta hiç yeşillik yoktu, yoksa gerçekten bir çok şey ters mı gitmişti.

Tüm bunları daha sonra düşünmem gerekiyordu. Kendime bir yol haritası belirlemeliydim. Tahmin edebileceğiniz üzere her insanın aklına gelebilecek en doğal şeyi yaparak önce polis merkezini aramaya koyuldum.

Yol boyunca ilerlerken her yeri en ince ayrıntısına kadar inceliyordum. Kimin başına böyle şeyler gelirdi ki, sanki gerçekten bir film sahnesindeydim ama ortada benden başka oyuncu yoktu. Bu filmin yönetmeni ve yapımcısının galiba bütçesi yoktu. Tek kişilik dev kadro ne muhteşem...

Yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra nihayet polis merkezine ulaşmıştım. Içeriye girmek konusunda yine tereddüt yaşıyordum ama artık ölmekten korkmuyordum. Garip bir şekilde bir sakınlık gelmişti üzerime, kalbim atmıyor gibi hatta nefes alış verişim bile yokmuş gibiydi.

Bu gün fazla vakit kaybetmeye niyetim yoktu. Hava kararmadan bir an önce olabildiğince bilgi toplamalıydım. Insanların nerede olduğunu öğrenmek zorundaydım yoksa yalnızlıktan cidden kafayı yiyebilirdim.

Polis binasının içine girdiğimde dışarıdan pek de farkı olmadığını anladım. Tabiri caizse heryer her yerdeydi. Savaş alanını andıran bir tablo gibiydi.

Masalarin üzerinde duran yıpranmış ve hic bir ise yaramayan kağıt parçaları benim pek de işime yaramazdı. Olabildiğince hızlı hareket ederek inceleyebildigim her yere baktım.

Durum içinden çıkılmaz bir hal almaya başlamıştı. Neye elimi atsam hep bir hüsran ile karşılaşmak yeni hayatımın bir özeti gibiydi. Avazım çıktığı kadar bağırmamak için kendimi zor tutuyordum.

-pes etmek yok!!! Dedim kendi kendime ve ilerlemeye devam ettim. Adim attığım her yerde kemik parçaları vardı. Nükleer bir saldırı olmuştu sanki ve insanlarin kaçmak için hiç fırsatları olmamıştı.

Ellerim bomboş tam bir hayal kırıklığı yaşayarak binadan ciktim. Derin bir nefes alıp bir sonraki durağım olan askeri binalara doğru yola ciktim.

Yürümeğe alışmış olsam da dünyanın bu yeni düzenine alışmak çok zordu. Tamamen çoraktı her yer ve düşündüğüm tek şey ben uyumadan önce mı olmuştu bu yoksa ben uyurken mı?

Hafizamin kayıp olmasının sebebi bir bakıma dünyayı bu hale getiren şey olma ihtimali de çok yüksekti. Yola devam ederken kulağıma çalınan bir ses olduğum yerde kalmama sebep oldu.

İnceden tiz bir sesdi. Biraz daha kulak kabartıp tüm dikkatimi sese verdim. Sanki bir frekans gibi dalga dalga yayılıyordu. Sesin nereden geldiğini anlamam mümkün değildi. Öyle yayılmıştı ki her yere içimi gicikliyor ve tüylerimin diken diken olmasına sebep oluyordu.

Anlamaya çalışıyordum ama yönünü bulmam mümkün olmadığı için daha fazla dinlememeye karar verip yola devam ettim. Eger hic bir şey bulamazsam o zaman sesi takip edebilirdim.

Uyanalı daha iki gün olmuştu ama kendimi hiç bu kadar yorgun hissetmemiştim. Fiziksel bir yorgunluktan bahsetmiyorum sanki ruhum yorgundu. Belki de şuan cevremde uyandigima sevinen coşku içinde karşılayan kimse olmayışıydı.

Yalnızlıktan şikayet etmek istemiyordum. Aslında ben oldum olası yanlızlığı sevmiştim. Sahte dosluklardansa yanlız kalmak bir lütuf gibiydi.

Şimdi dünyanın bu sessizliği karşısında endişelenmemek elde değildi. Kendimi başı boş amacsizca sokaklarda geziyor gibi hissediyordum. Herhangi bir varış noktam olmadan bir sebebim olmadan öylece dolanıyordum sanki.

Böyle bir durumun insanın başına gelme ihtimali neydi ki, her ne kadar kendimi yaşadığıma inandırmış olsam bile hala ikinci ihtimali düşünmeden edemiyordum. Peki neydi o ihtimal, hala o hastane odasindayim ve hala uyanmadım ve şuan yaşadığımı sandığım herşey aslında bir rüya, bu ihtimalin gerçek olabilmesi iyi miydi yoksa daha mı kötü karar veremiyordum.

Tüm bu soru işaretlerinden kurtulmamin tek yolu herhangi bir insanla karşılaşmamdan geçiyordu. Işte tam bu yüzden ilerlemeye ve ip uçlarını birleştirmeye ihtiyacım vardı.

Saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum ama hava birden kararmaya başlamıştı. O an bir şeyi daha fark ettim uyanıp dışarı adım attığımdan beri hiç gökyüzüne bakmamıştım.

Neden bu kadar erken ve aniden havanın kararmaya başladığını anlamak için başımı yukarı kaldırdım. Gözlerim beni yanıltıyor olamazdı ama ayın hasar görmüş haline baktığıma yemin edebilirdim.

Ay'ın kenarına bir şey sürtünerek geçmiş olmalı ki epey zarar görmüştü ve bu durum belki de havanın bu kadar erken kararmasını açıklardı. Her ne kadar ölüm korkumu yendiğimi söylemiş olsam da benim yerimde kim olsa bu manzara karşısında korkmadan sakın kalamazdı...

Romantik aşıkların en büyük dayanağı olan Ay bu görüntü ona hiç yakışmamıştı. Kayan bir yıldız gibi duruyordu gökyüzünde, ona baktıkça içimi sonsuz bir hüzün kaplamıştı.

Gözlerimi bir an olsun onun üzerinden ayiramiyordum. Sanki büyülenmiş gibi olduğum yerde öylece kalmıştı.

Yorum ve voltleri unutmayın lutfen^^




KIYAMET UYKUSUWhere stories live. Discover now