Telefon

40 6 0
                                    

Gözümü açtığımda Türkan'ı gördüm. Yanıma oturmuştu ve gözleri dolu bir şekilde bana bakıyordu. Gülümsedim ve elini tuttum. Duvardaki saate baktım, iki saattir uyuyordum ama kendimi şimdi daha iyi hissediyordum. Türkan olayı sordu, ona anlattım ama detaya girmedim. Düşündüklerimi bilse korkar, ayrıca beni asla evden çıkarmazdı. Biraz sohbet ettik, bana yemek getirdi ve yedirmeye başladı. Çorbayı içirtti fakat pideyi ısırırken zorlandım çünkü ağzım hala acıyordu. Biraz sonra doktor yanımıza geldi ve yarın taburcu olacağımı ama evde bu şekilde yatmam gerektiğini söyledi. Türkan kulaklarını açmış ciddiyetle dinliyordu, eminim ki bunların hepsini uygulatacak ve de benimle kalacak. Nasıl da telaşlandı, o yanımda olduğu sürece mutluydum.

Tüm günümüz hastanede geçti, gerçekten çok sıkılmıştım. Beni erken taburcu etmelerine şaşırdım ama evde yatmak burada yatmaktan çok daha iyi olacaktı. Aklım hala Ender'deydi, henüz bir haber yoktu. Çok merak ediyordum fakat müdürü de her seferinde arayıp sıkıştırmak istemiyordum. Beklemekten başka çarem yoktu, kafayı sıyırdığımı hissediyordum fakat elimden bir şey gelmiyordu. Aslında asıl sebebi de buydu, hiçbir şey yapamıyor oluşum. Hem mecaz anlamda hem de gerçek anlamda bağlıydı. Sağ kolum kırık ve sargılı, dudağım patlak, üstelik çene kemiğim de zedelenmişti. Neyse ki bacaklarımda sorun yoktu, gerçi sağlam olması fark etmiyor çünkü henüz yataktan kalkamayacaktım. En kötüsü de Türkan'ın beni evden çıkarmayacağına adım gibi emindim. Daha fazla dayanamıyorum sanırım müdürü arayacağım. Türkan'a telefonumu uzatmasını rica ettim ve müdürü aradım. Henüz bilgi olmadığını, araştırmalarını sürdürdüklerini zırvaladı ve o an yine sinirim tepeme attı. Telefonu kapattım, ardından yine ağlamaya başladım. Türkan beni sakinleştirmeye çalıştı, o da bu konuya çok üzülmüştü. Her şey üst üste geldi, bazen neden ben diye düşünüyorum. Kimseye zararı dokunmayan, küçük evinde tek başına, huzurlu bir şekilde yaşayan bir insanım ama yaptığım meslek düşmanlarımın olmasına sebebiyet veriyordu. Başa geliyordu işte ve başa gelen istemeseniz de çekilirdi.

Akşam olmuştu bile ve başım felaket derecede ağrıyordu, ağrımı unutup sıkıntıdan patlamamak için televizyonu açtım. Haberlere bakarken karşımda Meltem Ersoy'un ablası Melek Ersoy'u gördüm. Güneş gözlüklerini takmış, oldukça şık ve beyaz olan bluzuyla röportaj veriyordu. Katilin bulunmasını isteyen cümleleri ve sert sözleriyle kendinden geçmiş derecede sinirliydi. Kadın bana çok ilginç gelmişti. Kardeşi ölmüş ama o hala şık giyiminden, süsünden ayrıca kuaföre gitmekten ödün vermemişti. Bu kadının gülümseyince çok tatlı olduğu bir gerçekti fakat şu an karşımda ciddi haliyle tam anlamıyla korku filmlerindeki kadınları andırıyordu. Ona bakınca otoriter, dediğim dedik, ağır başlı bir kadın görüyordum. Tam bir patrondu fakat ablalık kavramında iyi olup olmadığı tartışılır.

Zenginlik insanı böyle duygusuz mu yapıyor yoksa duygusuzluk mu zenginlik getiriyor bilmiyorum. Meslek hayatımda katilleri araştırırken karşılaştığım çoğu zengin insanda şunu gördüm, o konuma birilerinin üzerine basarak geliyorlar ya da o da servet babadan miras kalıyor ve acıma duyguları yok denecek kadar az oluyor. Belki de bana hep böyleleri denk geldi bilemiyorum ama fazla şatafatı sevmiyorum. İnsana insan olduğunu hatırlatan anıları, düşünceleri olsun yeterli. Sonuçta öldüğümüz zaman diğer dünyaya parayla değil, içimizdeki vicdan ve iyilikle gideceğiz. Bizi kurtaracak olan da tam olarak budur. Kadını izlerken bu düşüncelere takılı halde ekrana kitlenmiştim, baştan aşağı süzdüğüm bu kadın bana film yıldızlarını andırıyordu. Düşüncelerden sıyrıldığımda kaza anım aklıma geldi. Yaptığım kazada ölebilirdim, ölsem arkada hiçbir şey bırakmamış olacaktım. Geriye sadece iki dostum ve evdeki balığım kalacaktı. Hayatta en büyük hazine aileniz, edindiğiniz dostluklar ve biriktirdiğiniz anılarınızdır. Bu kaza bunu bana bir kez daha hatırlatmıştı.

Cinayet Tiyatrosu (TAMAMLANDI)Where stories live. Discover now