Bölüm 10-Dionisos

133 11 14
                                    

 Ertesi sabah uyandıklarında Dionisos huzursuzdu. Ne de olsa bir kaçış planı tasarlamışlardı ve bu planın işleyip işlemeyeceği de belli değildi. Sadece şuydu; Germani onları almaya geldiğinde onları bayıltıp kaçmak. Üzümler aşkına, çıkışı nasıl bulacaklardı?!

 Her yer soğuktu, muhtemelen kış geldiği için. Dionisos kışı hiç mi hiç sevmezdi çünkü destekçisi Demeter çok huysuz olur, hiçbir şeyin doğru dürüst yetişmesine izin vermezdi. Ne yazık ki buna asmalar ve şarap bağları da dahildi.

 Bunu düşününce de, zaten bir tanrı olmanın avantajlarından biri de istediği zaman, halasının iznine gerek olmadan üzüm ya da (Baba Zeus saçma gerekçelerle izin vermediği zaman) çilek yetiştirebilmesiydi. Eee, Romalı Baküs formundayken o salak Neptün, pardon Poseidon melezi Peter Johnson’a bunu boş yere söylememişti.

 Sahi, o küçük kahramanlar neredeydi? İhtiyaçları olmadığında etrafta başıboş dolanıp ortalığı birbirine katıyorlardı ama işler ne zaman ciddileşse sırra kadem basıyorlardı. Ödlek melez veletler işte. Bir de ona tembel diyorlardı ama onun muhteşem gücüne ve cesaretine sahip olamadıklarından kendisini kıskanıyorlardı besbelli.

 Birden o nefretlik kahramanlardan birinin öldüğünü hatırladı. Evet evet, Jüpiter’in oğlu John Green ölmüştü. Hera ya da Juno onu seçip yetiştirmişti. Dionisos son derece garip bir şekilde şirret üvey annesinin gözyaşlarına boğulduğunu hatırlıyordu (aman ne gerek vardı, bir melez sonuçta! Beş para etmez bir kahraman!)

Hatta bu olay, tam da yarı kardeşi Apollon tekrar tanrısal tahtını geri kazanıp ikizi Artemis’le beraber taht odasına girmeden hemen önce gerçekleşmişti.

 Düşüncelerinden sıyrıldı. Kafayı yemeden önce bir şişe dolusu doğru dürüst şaraba ihtiyacı vardı. Keşke Nero denen deli imparator en azından hepsine birer şişe kaliteli şarap bırakmış olsaydı. Biraz parti yapabilirlerdi.

 Üstünde yatan Hephaistos’u da uyandırdıktan sonra kırışmış giysilerini düzeltti. Sonra da ayak sesleri duyuldu.

 “Hazır olun,” dedi Athena fısıltı ile bağrış arası bir sesle. O ve Artemis ellerine mutfakta buldukları bıçakları almışlardı(ikişer tane) ve geri kalanları da yere yığmışlardı. Ne yazık ki Nero kişi sayısı kadar bıçak bıraktığından, ona hiç kalmamıştı.

 Onun yerine, eline bir şarap kadehi aldı ve ucunda birkaç yerini dikkatlice ranza karyolasında kırdı. Onunla düşmanlarını kesebilirdi belki. Hem, oldukça ihtiyar bir forma bürünmüş halası Hestia'nın kimseye zarar vermemek için aldığı yastıktan çok daha iyiydi.

 Kapı açıldı. Dionisos’un antik Roma zamanından beri doğru dürüst görmediği, ama hatırladığından çok daha iri yarı ve amansız görünen Germanuslar içeriye girdi ve onları bıçaklarla görünce hepsi mızraklarına sarıldı.

 Biri cebinden bir telsiz çıkarıp konuştu. “Hey, Xavier! Patrona söyle, bu tanrı-”

 Lafını tamamlayamadı. Dionisos, elindeki şarap kadehinin kırdığı ucunu boynuna sapladı ve askeri toza dönüştürdü. Sonra gururla geri çekildi, ne de olsa ilk saldırıyı o yapmıştı. İki üvey kız kardeşiyle dövüş manyağı Ares bu durumdan pek hoşlanmamış gibilerdi.

 “Saldırın!” diye bağırdı Zeus.

 Daha Germani ne olduğunu anlayamadan, hepsi toza dönüşmüş ve Yeraltı Dünyası’nı boylamışlardı. Büyük ihtimalle de geri gelmeleri zor olurdu ama ne yazık ki artık yaşlı Hades onlara engel olamazdı. Bu epey kötüydü çünkü her an gelme olasılıkları vardı.

 Germani yok olur olmaz, herkes silahlarını [(o ve bir yastık almış Hestia hariç) kahvaltı bıçaklarını] sıkı bir şekilde kavradı ve küçük ‘daire’lerinin koridoruna çıkıp koşarak dışarı attılar kendilerini.

 Dionisos dışarı çıktıklarında herkes yolunu şaşırdı. Nedense, yol geçen gün geldiklerinden farklıymış gibi gördü ama çok dikkat etmemişti zaten. Yanlış hatırlıyor olabilirdi.

 “Buradan!” diye bağırdı Apollon. Tabii ya, ne de olsa o son görevi sırasında Nero’nun bu rezil kulesine gelmişti. Eğer Kaderler ve asmalar iyi bir günündeyse, giriş yolunu hatırlayabilirdi. Ya da çıkış. Nerede olunduğuna bağlıydı. Magazininin spesiyalitesi olan birkaç şaraptan bolca içmeyen herkes bunu anlayabilirdi.

 Dionisos, Melez Kampı denen o sinir bozucu melezlerle dolu yerde boş bir gün daha geçirirken kardeşi Apollon’un bir ölümlü olarak ikinci defa oraya geldiği zamanı hatırladı. Zavallıcık ondan da kötü bir ceza almıştı ne de olsa, bu yüzden Dionisos da onu yardımcısı Bay A ilan etmiş ve kanatlarının altına almıştı. Her ne kadar hiçbir işe yaramayan melezleri o daha çok önemsese de, üvey denebilecek kardeşiyle ortak bir yanları olmuştu.

 Aynı zamanda Kaderler de bundan memnun kalmış olmalıydı, çünkü Apollon yolu hatırlıyor gibiydi. Onları biraz dolaştırıyordu ama olsun. Sonuçta zeki kardeşi çıkış kapısını buldu ve herkes ellerindeki Nero'nun kahvaltı takımından bozma silahlarını sallayıp çığlıklar atan ölümlülerin arasından kendisine yol açarak kapılara abandı.

 Dionisos en sona kalmıştı ama hızla dışarı çıktı. Dışarısı tamamen ölümlülerle doluydu; bağrışarak yumruklarını sallıyor, tabancalarıyla havaya ateş ediyorlardı. Dionisos bir an onların fazlaca şarap içtiklerini ve çılgın bir parti eşliğinde Triumvirate’ye saldırıp imparatoru öldüreceklerini umdu. Ama kalabalık doğrudan onlara yöneldi. Biri öne çıktı.

 “Siz de kimsiniz?” diye sordu. Adamın üzerinde takım elbise vardı ve lidere benziyordu. Ceketinin yakasında da ‘Başkan’ yazan bir yaka kartı vardı. Dionisos bunları kutsamaya ve yeni bir magazin istemeye gittiği şarap üretici şirketlerin patronlarında da görmüştü.

 “Biz mi?” diye bağırdı Ares. “Bizler...”

 Athena kaburgalarına bir dirsek geçirerek Ares'in sözünü kesti. “Onu görmezden gelin sayın başkan,” dedi tatlı bir sesle, ama Dionisos sevimli gülümsemesinin ardından dişlerini sıktığını bilecek kadar iyi tanıyordu onu.

 “Bizler burada çalışıyoruz. İşimizi erken bitirdik, hemen çıkalım dedik. Giysilerin nedeni de bir partiye katılacak olmamız.”

 “Neden bu kadar hızlı konuşuyorsun ve çok ayrıntı verdin?” diye sordu kalabalıktan birkaç ses uğultuyla. "Acaba birileri kendini yalan söylediği için suçlu mu hissediyor?"

Athena işte. Sürekli zekası ve yenilmezliğiyle böbürlenir durur, ama sonunda hep bir çuval inciri berbat ederdi. Sanki ölümlüler akıl denen şeyi kullanamıyorlardı.

"Bu gayet mümkün! Ne de olsa bu, insan vücudunun yalan söylemek gibi utanç verici şeyler yaptığında verdiği, panik kaynaklı doğal bir tepkidir!"

 Kuzgunlar alsın canını! Lanet olası ölümlü!

 “Bir şeyler saklıyorlar!” diye bağırdı birisi. Dionisos hala bir tanrı olsaydı konuşan herkesin nohutumsu beynine güzel bir delilik tohumu ekerdi.

  Dionisos’un göremediği, arka taraflardan bir ses “Evet, hatırlıyorsanız Sayın Nero birkaç hapishane mahkumunun kaçmaya çalışacağını söylemişti! Bu tipler onlardır kesin!” diyerek iplerini kesti.

 “Ah, demek siz şu kendini tanrı sananlarsınız, ha?” ‘Başkan’ yanındaki adamlarına döndü. “Bunları podyuma çıkarın.”

 Ağır silahlı, kara giysili askerler her birini kavradılar ve yaka paça sürükleyerek son derece utanç verici bir şekilde bütün Olimposluları caddelerden geçirdiler ve Times Meydanı’nın ortasındaki bir sahneye çıkarttılar.

 Nasıldı? Dionisos’u yazmayı başta planlamamıştım ama onun hakkında birkaç fikrim vardı, ben de şu kendini beğenmiş sevgili şarapçı ahbabımız olayları nasıl görüyor bir yazayım dedim. Hem siz de benim gibi bol bol gülmüşsünüzdür umarım...

 Neyse, cevaplarınızı bekliyorum. Kendinize iyi bakın!

Triumvirate İsyanıWhere stories live. Discover now