"Tehlikeye giriyorsun Zeynep."

"Her türlü tehlikedeyim Büşra. Adam gölgem gibi peşimden ayrılmıyor." Sessiz kalan yanı ne diyeceğini bilmez gibiydi, haklıydı da. Ben bile bilmezken Büşra'dan çözüm bekleyemezdim. Çözüm bulmak imkânsızdı zaten. Adamlar mafyaydı, kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu.

Derse giremeyeceğimi anlayınca çantamı toparlamaya başladım. O buradayken kafam rahat etmeyecekti. Eve gitmek onu görmemek istiyordum. Büşra kendisinin de geleceğini söyleyince ona tek bir şey demedim. Şu an onu bile ikna edecek gücüm yoktu. Birkaç işi olduğunu söyleyince bahçeye kadar indim. Nefes alamıyordum, hatta sınıfın o bunaltıcı havasından kurtulmak istiyordum. Hâlâ kafedeydi, sın bıraktığım yerde... Onu görmezden gelip hızla uzaklaştım. Büşra gelene kadar köşede bekledim. Zihnime üşüşen birçok düşünceyle nefesimi soludum. Dalgın oluşum bu rehavetin içinde ayrı bir zahmetti. Sağa sola adımlıyordım. Adımlarım yavaş, zemin bu yavaşlıkta ezilir gibiydi.

Birkaç adım attığımda bakışlarıma inen ayakkabılar ile durmak zorunda kaldım. Bir süre yere baktım akabinde başımı kaldırdım. Ölüm kokan lacivertler üzerimdeydi. Bana bakan gözleri beni idama götürür gibiydi. Geriye adım atarak konuşmasını bekledim. Ondan kaçamayacağımı biliyordum.

Yanından geçecekken kolumu tutması ile irkilip hızla geriye adım atarak kolumu elinden kurtardım. Öfkemin en gazabına tanık olurken, "Sakın bana dokunma bir daha!" diyerek sesimdeki gür ton gazabıma katık olmuştu. Yüzünde hiçbir bozulma olmadan bana bakmayı sürdürdü. Bu tutumu onu birkez daha alçalttı.

"Neden?" Buz kütlesi gibiydi bana bakışları. Yüzündeki emareden kurtulmak ister gibiydi ama o emare onun suretine nakşedilmişti. İstese de kurtulamazdı. Susmadan, gerçekleri konuştum "Çünkü senin dokunuşun beni yakar." Onunla burada daha fazla durmam bile yanlıştı. O yüzden bir an önce buradan gitmek istiyordum.

Başını iki yana sallayıp, "Ucun bucağında o uzaklıktan nasibini alamıyor," deyip bana bir adım attı. Geri adım atarak, "Derdin ne?" diye sordum. "Neden benden uzak durmuyorsun?"

"Sen." Tek bir kelime çıktı dudaklarının arasından. Bana benimle gelmesi, beni ondan koşar adım uzaklaştırma gereksinimi duyduruyordu. Ben ona uzak o bana gölgeydi hep... "Benden ne istediğini söyle o zaman," diyerek bağırdım. Tekrar bana doğru bir adım attı.

"Zamana söyleyecek çok sözün olacak mavi. Geçmişimiz söyleyecek. O zamana kadar mavileri tutsak edeceğim. Tıpkı geçmişin ettiği tutsaklık gibi." Ne demekti bu? Geçmişten kastı neydi? Yanımdan geçerken tekrar bana baktı. Yan yanaydık, bakışları omuz hizasındaydı. Sessiz kaldı ardından hızla yanımdan uzaklaştı. Sertçe yutkundum. Arkama dönüp bakamadım bile. Bedenime giren titreme bütün uzvumu ele geçirdi. Ona karşı direnmem şimdi bütün hissizliği üzerime yüklemişti. Son söylediği sözler ise aklımı kurcaladı. Kaçmak, saklanmak istiyordum. Titriyordum; neyin titremesini yaşıyordum onu da bilmiyordum ya... Benim bilmediğim bir gerçek vardı, o da onun dünyasında saklıydı.

Kendime gelerek adımlarımı hızlandırdım. Büşra koşarak peşim sıra geldi. Yusuf'a sınıfta haber verdiğimiz için bekletmeden gelebilmişti. Babam o kadar çok tembihlemişti ki beni okuldan alışı onu iyice işkillendirmişti. Selam verip önüme döndüm. Yusuf'un sorduklarına kısa cevaplar vermekle yetiniyordum. Dolmuşa bindik. Sessizce pencereden dışarıyı izlerken elimdeki ağırlık ile Yusuf'a baktım.

"Neyin var?" Sorduğu soruda bilinmezlik vardı. Ona hiçbir şey anlatmamıştık. Gülümsemeye çalıştım. Dudaklarım kıvrılırken bile büyük bir yalana ortak oluyordu. Elimden başka bir şey gelmiyordu. Yusuf'u kandıramazdım. Kendimi toparladım.

VİSALWhere stories live. Discover now