"Geldik."

Ahmet'in kurduğu cümlenin ardından araba durduğunda onları beklemeden aşağı inmiş ve hastaneye koşarak girmiştim. Görüş alanıma direkt sol tarafta duran danışma kısmı girerken o tarafa yönlendirdim adımı. "Serra Yücel." dedim hemen ardından. "Kaza yapmış. Nerede şu an? Lütfen hemen söyleyin."

"205 numara. Dördüncü katta."

İstediğim cevabı aldığım an diğerleri de yanıma ulaşmıştı. Onlar asansöre bineceğimi düşünüp adımlarını o tarafa yönlendirirken ben ise direkte merdivenlerin oraya gitmiş ve basamakları üçer beşer çıkmaya başlamıştım.

O lanet şeyin aheste her çıkmasını ve de istisnasız her kartta durmasını bekleyemezdim.

Dördüncü kata geldiğimde koridorun sonunda duran anne ve babası girdi görüş alanıma. Onlara doğru attığım her bir adımda nefesim beni zorlayacak duruma sokmaya başladı. Ne duracağımı kestiremediğim için ayrı bir panik içerisindeydim şu an. İkisinim dikkatini çektiğim an yanlarına varmıştım.

"Durumu nasıl?" diye sordum korkarak.

Ya beklemediğim şeyler duyarsam? O zaman ne yapacaktım ki ben?

"Bahadır, oğlum..." Diyen babası bana doğru bir iki adım attı ve sıkıntıyla soludu. "Kırıkları var." dedi ardından. "Başına da şiddetli bir şekilde çarpmış. Hayati bir tehlikesi yok. Müşahade altında tutuyorlar şu anlık."

Hayati bir tehlikesinin olmadığını duymak biraz da olsa içime su serpmiş olsa da hâlâ hiçbir yönden rahat değildim tabii ki. Bir kere şu an içeride yatıyor olma sebebi bendim. Bu inkâr edilemezdi. Kim bilir o sinirle nasıl sürmüştü arabayı.

"Merhaba."

Duyduğum sesle Hilal ve diğerlerine baktım.
"Durumu nasıl?" diye sordu o esnada Ahmet. Bakışlarımı onlardan çekerek etrafta dolaştırmaya başladım. "Sizde kalmıştı değil mi?" diye sordu o esnada babası. Hilal, onu onayladı.

"Bir şey mi oldu? Yanlış anlama beni. Serra, dikkatli araba kullanır. Hatta hız yapmaya cesaret bile edemez. Bu yüzden sordum."

Hilal ile bakışlarımız kesişirken tedirginlikle baktım ona. Anne ve babasının şu an bunu öğrenmesini istemezdim. Daha sonra gider bizzat gider kendim söylerdim ama şu an öğrenmelerini istemiyordum. Öğrenirlerse beni Serra ile görüştürmek istemezlerdi.

Ve benim onu görmem lazımdı.

"Olmadı." dedi Hilal. "Mutlu ayrılmıştı yanımızdan."

"Boşluğuna mı geldi acaba?" diyen babası kendi kendine mırıldanırken hissettiğim mahcuplukla başımı öne eğdim ve yanlarından uzaklaşmak için yavaş da olsa adım atmaya başladım. Bir yandan da bu katta bulunan odaların numaralarına bakıyordum. Attığım iki üç adımın ardından 205 numaraları odaya denk geldiğimde adımlarım durdu, kalbim hızlandı.

"Onu görebilir miyim?" diye sorarken hevesle anne babasına döndüm. "Görebilirim değil mi? İzin veriyorlar."

Lütfen görebileyim, lütfen...

"İzin var ama çok kısa bir süre."

Başımı anladığımı belli edercesine sallayıp tekrardan önüme döndüm eve kapıyı açmak için elimi uzattım fakat açamadım. Evet, onu görmek istiyordum ama ne yüzle görecektim?

Sonuçta burada olmasının sebebi ben değil miydim?

Onu kırıp üzmemiş miydim?

Kendime olan kızgınlığım karşısında elim istemsizce yumruk halini aldığında gözlerimi sinirle kapatıp açtım. Ben, dakikalar içerinde neler yapıp neye sebep olmuştum böyle?

"Bahadır, girmeyecek misin?"

"Bilmiyorum." dedim Ahmet'e bakarak. "Onu çok görmek istiyorum ama çekiniyorum da."

"Çekinmekte haklısın ama..." diyerek bana doğru bir iki adım attıktan sonra "Ama yine de onu bir gör." dedi. "Yani en azından ben olsam öyle yapardım. Her ne kader şu an sana kızgın olsa da gir içeri. Nasıl olduğunu bir gör. Sen onu görürken belki o da seni görür."

Son cümlesinin ardından gözlerimi işaret ettiğinde dolu olduklarını yeni hissetmiştim. Elini kaldırıp gözlerimi silsem de pek fayda etmemişti. Yine doluvermişti. Zaten kendimi sıkmasam şuracıkta çömelir hıçkıra hıçkıra ağlardım. Hiç gocunmadan.

"Hadi, girmiyor muyuz?"

Hilal ve Neslihan yanımıza gelip sabırsızlıkla konuştuktan sonra Hilal, öne doğru atılıp beni kenara ittirdi ve kapıyı hiç beklemediğim bir anda açıp içeri girdi. Neslihan ve Ahmet de onun ardından girerken ben de korkarak da olsa kapı önüne doğru iki üç adım attım.

Onu gördüm.

Yatakta bitkince yatıyordu. Gözlerini açmakta zorlanıyor gibi bir hâli vardı. Ayrıca bir kolu alçıdayken diğer kolunda ise gözle görülecek büyük çizikler ve iç acıtacak morluklar vardı. Yüzünün bazı kısımları da kolundan farksızdı.

Bu görüntüsü karşısında dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım ve hıçkırmamak için kendimi daha da sıkmaya başladım. Tam o esnada bitkin bakan kahverengi gözleri beni buldu. Sonrasında kaşları usulca çatıldı ve dudaklarını aralayıp "Sen buraya ne yüzle geldin?" diye sordu. Şaşırmadım. Beklediğim soruydu.

Ne ara yaslandığımı fark etmediğim kapı pervazından çekilirken içeri doğru bir iki adım attım ve "Korktum." diyebildim. Kapanmamak için direnen gözlerini yüzümde gezdirdi. "Git." dedi ardından. "Seni görmek istemiyorum."

Beni görmek istemiyor.

"Ne duruyorsun, gitsene."

Sinirle kurduğu cümlenin ardından yüzünü buruşturup gözlerini sıkıca kapatınca sinirleniyor oluşumun canını yaktığını fark ettim. İçim sızladı. Bu yüzden kendini konuşurken daha fazla zorlamaması ve de sinirlenmemesi için "Peki." diye mırıldanıp odadan çıktım ve kapıyı yavaşça kapattım.

Anne ve babasının bakışları anında bana dönerken zordan da olsa gülümsedim. "Ben bahçede olacağım, bir şeye ihtiyacınız olursa söyleyebilirsiniz." dedim ve onların bir şey demesini beklemeden merdivenlere doğru yürümeye başladım.

Aklımda olan tek şey Serra'nın hastane yatağındaki bitkin bedeniydi.

***

ÇIKMAZ SOKAKOù les histoires vivent. Découvrez maintenant