•~25~•

67 8 0
                                    

Hiçbir zaman prenses masallarıyla büyütülüp toz pembe bir hayatım olacağı düşüncesine kapılmadım. Ailem, özellikle de babam, her fırsatta hayatın kötü yanının her zaman var olduğunu ve herkese yüzünü illaki gösterdiğini söylerdi. Tek fark bazılarına çok çok az gösterirken bazılarına bütün cüssesiyle gösterirmiş. Bunun bilincinde olarak büyüdüğümden her zaman kötülükle çok çok az karşılaşanlardan olmak istedim. Fakat evren bu dileğimi ters algılamış olmalıydı ki kötü anları bütün gücüyle bana doğru iteklemekten zevk duyuyordu.

Meydana doğru Eymen'le ellerimiz kenetli bir halde koşarken içten içe isyan ediyor, fakat bu isyanımı evrene belli ettirmemeye çalışıyordum. Artık alışmış sayılırdım aslında bu kadar aksiliğe ama yine de benim de bir sınır noktam vardı, gücüm kalmamıştı. Dolu tarafından bakabileceğim bir bardak dahi kalmamıştı hayatımda sanki.

Yine de neyse ki diyordum, neyse ki yanımda Eymen var.

Sonra o kadını gördüm. Selim Hanoğlu'yu öldürmek üzere olan o kadını.

Etraftaki polisler de dahil olmak üzere hiç kimse bir şey anlayamadan koca meydanı tam dört el silah sesi doldurdu. Öyle gürültülüydü ki sesten kulaklarım çınlıyor, neler olup bittiğini kavramam giderek zorlaşıyordu.

Neydi bu? Rüya mı? Bir çeşit sanrı mı, halüsinasyon mu? Yoksa her bir ayrıntısıyla gerçekler miydi?

Artık gerçekle rüyayı ayırt etme yeteneğine sahip olmak istemiyordum, çünkü şu anı her zaman bir rüya hatta bir kabus olarak anımsamak, böyle bir anıyı ömrüm boyunca reddetmek istiyordum.

Ben ne kadar gerçekliği reddetmek istesem de meydanın göbeğinde, kanlar içinde yatan Selim Hanoğlu da, kaosun içinde sakince cesedi seyreden gizemli kadın da tamamıyla gerçekti.

Selim Hanoğlu ölmüştü... Babam ölmüştü...

O zaman niçin hiç üzgün değildim? Ne kadar yoklarsam yoklayayım içimde hiçbir kıpırtı hissetmiyordum, nasıl olmuştu da zihnim yılların baba sevgisini tek bir kırıntı dahi bırakmadan silmeyi başarmıştı? Ya o sevgi aslında hiç var olmamıştı ya da önüne gelen her şeyi yakıp yıkabilecek bir nefret duygusuna sahiptim. Ama eğer nefret ediyor olsaydım da bir şeyler hissederdim değil mi? Sonuçta nefret de bir duyguydu. O zaman geriye tek bir seçenek kalıyordu, ben babamı hiçbir zaman sevmemiştim aslında. Hiç var olmayan bir duygu yok olamazdı, hiç sevgi duymadığım birinden nefret edemezdim. Her nefretin ardında bazen kendimizin bile farkına varamadığı bir nebze sevgi, her sevginin ardında da belki geçmişe gömülmüş, belki gelecekte patlayacak bir nefret duygusu yatardı. Fakat ben bu ölü adama karşı hiçbir zaman hiçbir duygu beslememiştim, ne sevgi vardı içimde ne nefret. Bu yüzden de şu anda öldüğü için ne üzülüyordum ne de seviniyordum.

Oysa hiç böyle düşünmemiştim onu öldürmeyi isterken, eğer o ölürse mutlu olurum sanmıştım, hayatımda ciddi bir değişikliğin olacağını düşünmüştüm.

Ayaklarım bağımsızlığını ilan etmiş gibi gizemli kadına doğru ilerlerken bütün bu düşüncelerin aklımdan geçmesinin yaklaşık beş saniye falan sürdüğünü fark ettim. Dört bir yandan kadına doğru koşuşturan insanlara çarpa çarpa kadının yanına gittim ve kendimi bir filmin başrolündeymiş gibi hissettim bir anlığına. Böyle bir anda ancak bir film karakteri bu kaosun ortasında polislerden önce gizemli kadının yanına varabilirdi çünkü.

Kadın başını kaldırınca ve benimle göz göze gelince bütün sistemimin çöktüğünü, anlık olarak şoktan öteki tarafa gidip geri gelemediğimi hissettim. Bütün organlarım külçe gibi ağırlaşmış beni yere çekiyordu sanki. İşte yeniden ve yeniden gerçekliğini kabullenmek istemediğim fakat kabullenmek zorunda olduğum bir anın tam ortasında, merkez noktasındaydım.

Sen AğlamaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin