ÇEHRESİZ

Por alizarbmbin

2.4M 146K 224K

"Akıp giden şu suya atlayamadığım için dünya üzerindeki tüm denizleri kuruttum. Artık hiç su yok, Alanguva. ... Mais

1. Bölüm: KAÇIŞ
2. Bölüm: GARSON
3. Bölüm: İNTİHAR
4. Bölüm: CESARET
5. Bölüm: İMKANSIZ
6. Bölüm: KEHANET
7. Bölüm: SIR
8. Bölüm: REKABET
9. Bölüm: İTİRAF
10. Bölüm: HAFIZA
11. Bölüm: YANILGI
12. Bölüm: PİŞMANLIK
13. Bölüm: FARKLILIKLAR
14. Bölüm: GÜNAHKAR
15. Bölüm: MELEK
16. Bölüm: MABET
17. Bölüm: PRANGALAR
18. Bölüm: KARANLIK
19. Bölüm: ASLAN ve GEYİK
20. Bölüm: ALANGUVA
21. Bölüm: VAVEYLA
22. Bölüm: İSTASYON
23. Bölüm: SERÇE
24. Bölüm: KURT KAPANI
25. Bölüm: FIRTINANIN PORTRESİ
ELLİOT YİĞİT ULUHAN
26. Bölüm: KANLI VİTRAY
27. Bölüm: PENTİMENTO
28. Bölüm: NAR MEZARLIĞI
29. Bölüm: RÜYA KAPANI
30. Bölüm: MİDYE SARAYI
31. Bölüm: YILDIZ YAĞMURU
32. Bölüm: GÜMÜŞSERVİ
33. Bölüm: ASLAN YELESİ
34. Bölüm: ALAGEYİK BULVARI
35. Bölüm: GEÇMİŞTEN KENTLER
36. Bölüm: MERMER KALPLER
37. Bölüm: İLKYAZ
38. Bölüm: LUTESYA
39. Bölüm: GERÇEKLER VE YASEMİNLER
40. Bölüm: VEDA BUSESİ
41. Bölüm: ANKARA
43. Bölüm: LEYLİM VE ELLIOT
44. Bölüm: YILDIZ MEZARLIĞI
45. Bölüm: GÜNEŞ ÇEŞMESİ
46. Bölüm: KAYIPLAR MÜZESİ
47. Bölüm: LABİRENT
48. Bölüm: MAHKUMLAR ÇIKMAZI
49. Bölüm: KRİSTAL BİR DÜŞ
50. Bölüm: ALAGEYİK KAPANI
51. Bölüm: 23.15 VAPURU
52. Bölüm: YANMAYAN MUMLAR
53. Bölüm: AÇMAZ ZİNCİRİ
54. Bölüm: JULIET'İN ÖPÜCÜĞÜ
55. Bölüm: VADEDİLMİŞ CEHENNEM
56. Bölüm: CENNETTEKİ ELMA BAHÇESİ
57. Bölüm: ZAMAN SEVGİLİLERİ AFFETMEZ
58. Bölüm: AZAZİL'İN KEÇİSİ
59. Bölüm: GİRİT'İN EN GÜZEL KIZI
60. Bölüm: BEKLENMEDİK ANDA AÇAN ÇİÇEKLER
61. Bölüm: BİR YILDIZ KAYDI
62. Bölüm: REGULUS
63. Bölüm: UZAK BİR LİMAN
64. Bölüm: İÇİMİZDE ÇİÇEKLENİR YASEMİNLER
65. Bölüm: IŞIKLI SAHİLİN AŞIKLARI
66. Bölüm: AKDENİZ'İN ŞARKISI
67. Bölüm: SYMI İLE POSEIDON
RENGİNİ BULAN TABLOLAR
68. Bölüm: CHIAROSCURO
69. Bölüm: AŞK SOKAĞI MÜZESİ
NAR TANESİ KADAR OLASILIK
70. Bölüm: BLİTZKRİEG (1. Kısım)
70. Bölüm: BLITZKRIEG (2. Kısım)
71. Bölüm: SİRİUS
72. Bölüm: HELEN'İN AŞKI, CALLİSTO'NUN OĞLU
ANAFİOTİKA SOKAĞI
73. Bölüm: İSİS
73. Bölüm: İSİS (2. Kısım)
73.5: BİR DİLEK HAKKI
74. Bölüm: MUTLU AİLE BAHÇESİ

42. Bölüm: UMUT KILÇIKLARI

36.7K 1.8K 4.4K
Por alizarbmbin

Herkese selam!

Derin bir nefes alabilirsiniz, zor bölümleri bir süre geride bıraktık. Bir süre yalnızca kavga, bolca dengesizlik ve tutku var ajdjbcbc 🥳

Oy sınırı yine 600 ve yorum da 2000. Sınır koymadığım günleri görmek dileğiyle. :')

Finallerim başlıyor, bu yüzden iki hafta aralığından devam edeceğiz maalesef. Bu durumdan memnun olmayanlar okuluma mail atıp beni salmalarını isteyebilirdjbjdbdjvb

Buyurun, bölüm sizindir.🦌

42. Bölüm: UMUT KILÇIKLARI

*Vega – Delinin Yıldızı*

*Vega – Ankara*

Elimin içinde sıcacık bir el vardı, benimkini sıkıca tutmuş, yumuşak ama sert, hiç bırakmayacakmış gibi kavrayan tanıdık ve ne yazık ki benim için hala güvenilir olan sıcacık bir el.

Hastane kokusuna karışmış Yiğit'in kokusunu aldım, kendime geldiğimde, kendi varlığımdan bile önce fark ettiğim onun varlığı oldu. İkimiz de ölemeyeceğimize ve etraf hastane gibi koktuğuna göre yaşıyordum.

Buna sevineceğim hiç aklıma gelmezdi ama hayattaydım.

Derin bir soluk aldım, ciğerlerim yaşamla doldu sanki.

Neden pişmanlık duymuştum, neden yaşamak istemiştim? Hayata bu kadar bağlı biri değildim. Daha önce defalarca kez başarısız intihar girişimlerim olmuştu. Ortaokuldayken annemin ağrı kesicilerini içip kendimi öldürmeye çalıştığımı hatırlıyorum.

İntihar etmek için çok küçük bir yaştı.

O an kendime üzüldüm. Çocukluğum, ergenliğim ya da şimdiki halim bir gün karşıma çıksa ona çok üzülür, onu kurtarmaya çalışırdım. Sanırım insan doğası böyleydi, kendi yaralarını başkasında görse sarmak için uğraşan ama kendisine pek de hayrı dokunmayan bir öze sahiptik belki de.

Üzerinde düşünmedim.

Yaşıyordum, hayattaydım.

Benim için nasıl bir gelecek vardı, bir daha böyle bir şey yapar mıydım, bilmiyorum ama şu an hala nefes alabiliyordum; belki de güçlü bir ruhum vardı, kesik bileğimden akan kanlara rağmen o ruh benim kalbime tutunmuştu.

Kalbimdeyse Yiğit'e olan aşkım vardı.

Belki de ruhum aşkıma tutunmuştu.

Bilmiyorum.

Belki de çok romantik düşünüyordum. Ölümün kıyısından dönen insanlar biraz duygusallaşır ve mantıklı düşünme yetisini kısa süreliğine de olsa kaybeder. Romantikleşmeye başlar. Bana da aynısından olmuştu.

Yine de elimdeki sıcaklık bana çok iyi hissettirdi.

Önüme derisi soyulmuş, eti yenmiş ve artık karın doyuramayacak kadar az umudun kılçıkları atılmıştı.

Kılçıklarla şişko ev kedileri doymaz, kılçıkları yalnızca sokak kedileri sever. Ama ben de zaten tüyleri parlak ve bakımlı, şişko ev kedisi olmamıştım hiç.

Bana ve sokak kedilerine umudun kılçıkları da yeterdi.

Hayattaydım.

Tanrı'ya teşekkür ettim, hakkım var mıydı, bilmiyorum, bana kızar mıydı, onu da bilmiyorum ama içimden onu affettim. Beni kırmızı duvarlı bir evde tek başıma bıraktığı için ona çok kırılmıştım, bana yardım göndermediği için çok üzülmüştüm ama yıllar sonra beni başka bir evde yalnız bırakmamıştı, sanırım artık ödeşmiştik.

Teşekkürler Tanrı'm, dedim içimden. Buyruklarına aykırı davranıp kendimi öldürmeye çalıştığım için biraz üzgünüm ama bundan bile korkmadım, senden hiç korkmadım. Çünkü beni affedeceğini ve beni anladığını biliyordum. Beni sen yarattın, beni en iyi sen anlayacaksın.

Tanrı bana hiçbir zaman korkmam gereken bir varlık olarak öğretilmemişti. Küçükken de hiç ondan korkarak hareket ettiğimi hatırlamıyorum. Onu severdim, geceleri yatağıma uzandığımda onunla konuşurdum, beni dinliyormuş gibi gelirdi. Büyük varlığı çatı katındaki odamın tavanına sığmıştı benim için.

Ona bakardım, o da bana bakardı. Beni duyardı ve bana kızmazdı. Doğruyu göstermeye çalışan güçlü bir varlık gibiydi benim için, çatı katındaki odamın tavanından beni izlerdi, bir yanlış yaptığımda yapmamamı istediğini bilirdim ama bana kızmazdı, beni hiç korkutmazdı. Bu yüzden çocukken de Tanrı'yı hep severdim.

Yıllar sonra Ankara'daki diğer küçük evimizin tavanında da o vardı, o hep vardı.

Adaş Apartmanı, yedi numarada da, bana yardım etmişti.

Teşekkür ederim, dedim içimden.

Gözlerimi araladım.

Koyu kiremit rengi, gür saçları dağılmıştı, alnı yatağa yaslıydı, yanımdaki sandalyedeydi ve elimi tutuyordu. Derin nefeslerini duydum, uyuyor muydu ya da hiç uyumuş muydu? Kaç saattir buradaydık?

Eve geldiği anı hatırladım, üzerinde krem renkli bir gömlek vardı, o gömleğin kanıma bulandığına emindim. Dizlerinin üzerine çöktüğünü hatırlıyorum, bir şeyler söylediğimizi. Ama hepsi bu kadar.

Ne söyledi, ne söyledim, neler oldu? Beni bulduğunda ne hissetti? Üzüldü mü? Yoksa en başından beri beklediği şey gerçekleştiği için şaşırmadı mı?

Şimdi üzerinde siyah, kısa kollu bir tişört vardı, sırtını görüyordum. Saçlarını okşamak istedim, ona dokunmak istedim ama uyuyorsa da uyansın istemedim.

Gözlerimi etrafta gezdirdim, güzel ve lüks bir hastane odasındaydık, duvarlarda işlemeler ve çiçek desenleri vardı. Çiçekleri severdim, gözümü çiçeklere açmak iyi gelmişti; hastane odasına rağmen içerisi çiçek gibi kokuyordu sahiden de. Bunu uyduruyor olabilir miydim?

Gözüm büyük camlara kaydı, Ankara'nın bina dolu gri tepelerini, cami minarelerini, evlerin çatılarını görebiliyordum, Kocatepe'yi de. Tam olarak neredeydik?

Başımı yana çevirdim, tıpkı beklediğim gibi bir gömme dolap, askılıklar, halıyla kaplı bir zemin vardı ama hemen yanımdaki küçük çekmeceli dolabın üstünde, vazoya konmuş yaseminleri görmeyi beklemiyordum. Çiçek kokusunun ve tazeliğin nereden geldiğini anladım.

İzmir gibi kokuyordu.

Bunları kim getirmişti? Hastane yönetimi intihar eden İzmirli her genç kıza moral olsun diye bir demet yasemin hediye etmiyordu herhalde.

Bakışlarım yine saçlarına kaydı.

Onu ne kadar özlediğimi fark ettim, bu içimi burktu. Bulvar boyunca peşinden koştuğumu hatırladım ama bunu hatırlamak hoşuma gitmedi.

O sırada koridordan konuşmalar ve adım sesleri duyduğumda hızla gözlerimi kapattım ve uyanmamış gibi yatmaya devam ettim. Birilerinin yanıma gelmesini, bana sorular sormasını ya da ifademi almasını istemiyordum.

Kapı yavaşça açıldı, "Yiğit," diye seslendi tok sesli bir adam.

Yiğit'in başı hareketlendiğinde, "Uyandı mı," deyiverdi aniden. Sonra derin birkaç nefes aldı, yerinde hareket ediyordu ama ne yaptığını anlayamadım. "Uyanmamış," diye mırıldandı yorgun bir sesle.

"Sen biraz gel," dedi adam, "kapının önünde konuşalım artık şu işi."

Yiğit'in yavaşça sandalyeyi geriye ittiğini fark ettim ve yerinde doğrulduğunu ama sonra sıcaklığı üzerime eğildi ve dudaklarını şakağımda hissettim.

Dudakları hala tenimdeyken içini çekti ve bir eliyle de yanağımı okşadı, hemen sonra alnımı, sanırım ateşimi kontrol etti ve benden uzaklaştı. Zemindeki halıya baskı uygulayan adım seslerini duydum, gitgide kısıldı ve nihayetinde ikisinin sesi de aralık bir kapının ardından gelmeye başladı.

Yine de onları duyabiliyordum.

"Bir şeyler yedin mi," diye sordu adam. "Yemek söyleyelim sana."

"Ne yemeği lan," dedi Yiğit boğuk bir sesle. "Siktirtme bana şimdi yemeğini."

"Senin sinirlerin çok gerilmiş," dedi adam bu defa, sıkıntıyla nefesini verdi, "bak kız uyanınca da böyle dengesizleşme."

"Ne yapacağımı gayet iyi biliyorum." Yiğit'in sesi sertleşti. "Onunla nasıl iletişim kurulacağını en iyi ben biliyorum. Tüm kapılarını kapatsa bile benim için onun bir kapısı daima açık olur ve ben de oradan ona ulaşırım. Bana nasıl davranacağımı söyleme sakın."

"Onu mu diyorum," diye söylendi adam, daha sakin ve anlayışlıydı. "Hastan değil, o senin-"

"Tamam, uzatma," dedi Yiğit. "Sen söyle, ne diyorsun?"

Benim hakkımda mı konuşacaklardı?

Ben dışarıdan bakan birine göre Yiğit'in neyiydim, merak ettim ama Yiğit bunu öğrenmeme fırsat vermemişti.

"Profesyonel bir sürece başlamak lazım," dedi adam, sesi çok ciddiydi. "Daha önce de böyle teşebbüsleri olmuşsa hele, mutlaka başlamak lazım. Buraya ilk teşebbüsü olan bir hasta gelse de aynısını söylerdim ama Rüya Hanım'ın kişisel hikâyesi çok riskli. Aynı şeyi tekrar yapmayacağının garantisi yok, üstelik öncekilere göre başarılı da oluyormuş neredeyse."

"Ama olmadı," diye onu böldü Yiğit, bıçak gibi keskindi ses tonu. "Ama olmadı, oluyormuş oluyormuş deyip durma."

"Ama oluyormuş. Biraz daha geciksen ölüsünü getirecektin kızın."

Birkaç saniye sonra acıyla karışık bir nefes duyduğumda bir beden kapıya çarptı.

"Senin dilinin ayarını sikerim," dedi Yiğit, sesi daha yüksek çıktı, koridorda birkaç adım sesi duydum, birileri gelmişti. "Hastaneyi falan siklemem şuracıkta gebertirim seni."

"Yiğit ne yapıyorsun!" Adamın can havliyle onu ittiğini düşündüm, yerimde doğruldum ama göremiyordum, önümde duvar vardı. "Ya git sakinleştirici falan al abi, bu ne!"

"Def olun," dedi Yiğit birilerine, "ne bakıyorsunuz, def olun! Hastanenin sahibiyim ben!"

Uluhanların hastanesinde miydik yine?

İkisi de derin nefesler almaya başladı, birkaç dakika sessizlik oldu ve nihayetinde adam konuştu.

"Tamam," diye mırıldandı daha alttan alır bir tavırla, "kusura bakma ben de ileri gittim. Hassassın farkındayım, buna göre davranamadım. Profesyonel düşünebilirsin sanmıştım."

"Düşünüyorum profesyonel." Yiğit'in güldüğünü duydum. "Düşünüyorum, bak," dedi sonra ve bir şey gösterdi, "ellerime bak, ne kadar profesyonel düşünüyorum, görüyor musun?"

Ellerinde ne vardı?

"Abi anlıyorum," diye yatıştırmaya çalıştı adam. "Ama sen de beni anla, seninle herhangi bir hasta yakınıyla konuşur gibi değil, bir doktor gibi görerek konuşuyorum ki sen de bunu istiyorsun zaten."

Bir sessizlik molası daha.

"Ne yapmak lazım," dedi Yiğit, kendini tutamamış gibiydi. "Sen ne önerirsin?"

"Tedavi."

Hayır, tedavi olmak istemiyordum. Asla istemiyordum. Psikiyatristlerden hala nefret ediyordum.

"Hem de hemen," diye devam etti adam, "hiç geciktirmeden, toparlanır toparlanmaz bizim hocalardan biriyle başlaması lazım."

"Kimi önerirsin," diye sordu Yiğit.

Tedavi olmamı mı istiyordu? Beni zorlamaya kalkışırdı mı?

Bilmiyorum ama eğer öyle bir şey yaparsa çok öfkeleneceğimi hissettim.

"Haldun Hoca," dedi adam direkt, hiç tereddüt etmemişti. "Engin Uluhan'dan sonra en çok ona güvenirim, tam bir otorite adam. Kaç defa yurtdışından teklif geldi hatta."

"Engin'i de siktirtme şimdi bana," diye terslendi Yiğit. "Anma şu şerefsizin adını."

"Yiğit ben onun hastanesinde çalışıyorum," diye karşılık verdi adam, "senin özel meselelerin var, anlıyorum ama ben onun da otoritesini kabul etmek zorundayım -ki ediyorum da." Sonra biraz bekledi. "Neyse, Haldun Hoca'ya bahsettim ben Rüya Hanım'dan, nişanlın olduğunu söyledim. Normalde çok yoğun bir programı var ama Engin Hoca'nın gelini olduğunu öğrenince, bir de hikâyesini dinleyince kabul etti tedaviyi üstlenmeyi."

Hikâyem? Hangi hikâye? Yiğit onlara hakkımda bir şeyler mi anlatmıştı? Bu beni çok rahatsız etti. Herkesin bir yerden hayatıma müdahale etmesine engel olamıyordum, birileri benim hakkımda sürekli bir şeyler öğreniyordu. Bu beni çok öfkelendirdi aynı zamanda.

Onlara izin vermemiştim, onlara hakkımda düşünme izni de vermemiştim.

"Kabul etmeyecek tedaviyi."

Yiğit'in sesiydi bu.

"Onu tanıyorum, kabul etmeyecek."

"Özel bir sebebi var mı?"

Yiğit yine güldü, ruhsuz bir gülüştü bu.

"Ben," dedi öfkeyle, "sebeplerden biri de benim. Benim yüzümden tüm psikiyatristlerden nefret etmeye başladı."

Onun yüzünden mi nefret ediyordum? Belki. Bilmiyorum.

"Onu bu kadar iyi tanıyorsan ikna da edebilirsin," dedi adam yumuşak bir sesle, "aranızda bir şeyler var, bu belli." Yutkundum ve arkama yaslandım. Bizim aramızda ne vardı ya da ne kalmıştı? "Onu en iyi sen ikna edersin Yiğit."

Engin Bey'in söylediklerini hatırladım. Beni nasıl bulduğunu, neden beni seçtiğini o da tam olarak bilmiyordu ama ben biliyordum artık. Onun hiçbir işine yaramamıştım, benden sadece duygusal bir intikam almak istemişti. Belki de kendini tatmin etmek.

"Onu zorlayamam," dedi Yiğit. O an sesinde bir şey hissettim: çaresizlik. "Onu zorlarsam ters teper. Zaten yeterince incindi, bir de onu bir şeyler anlatması için zorlayamam."

Koridordan tekerlek sesleri gelince konuşmaları bölündü ve kapının önünden geçip giden sedyenin uzaklaşmasını beklediler, sonra devam ettiler.

"Zorlama ama ikna edecek yöntemler bulabilirsin," diye diretti adam.

"Anlatmaz," dedi Yiğit sertçe. "Anlatmıyor, anlatmak istemiyor. Kaç kez denedim. En kendinde olmadığı anda bile bir şekilde anlatmıyor. Kapalı bir kutu gibi. Bilinçaltı anılarını kilitlemiş sanki."

"O zaman tek bir yol kaldı."

Nefesimi tuttum ve başımı vazodaki yaseminlere çevirdim, çok canlı ve güzel görünüyorlardı, benim aksime. Ben eminim ki ruh gibiydim, uyanmadan önce hatırladığım son şey ruhumun bedenimden çekildiğini sandığım andı.

Hala buradaydı, benimleydi ama o da güçsüzdü, biliyordum.

Kesik bir bilekten akmayacak kadar dirayetli ancak geriye kalan haliyle işe yaramayacak kadar da güçsüz. Ruhuma çok zarar verdiğimi fark ettim. Zihnimde artık kendinden vazgeçmiş bir kadının yorgun gölgesi vardı.

Hayattaydım, umut vardı ama çok azdı. Çünkü bir kez kendinden vazgeçen herkes bilir ki bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

"Neymiş o," diye sordu Yiğit, sesi aniden çok canlı çıkmıştı, bir şeyler için umut besler gibi.

"Etiği falan siktir edeceksin," dedi adam, "fark ettirmeden sen konuşturacaksın onu, sen üstleneceksin tedavisini. Bir süre sonra ikna olduğunda da ilaç tedavisine başlayacaksın. Madem kimseyle görüşmeyeceği konusunda eminsin, son yol bu." Biraz beklerken nefeslenir gibiydi, yasadışı bir şey önerdiğinin farkındaydı. "Ama bu aramızda kalacak, sana bu söylediklerim ve senin yapacakların. Yoksa ikimiz de sıkıntıya düşeriz. Diplomalarımız yanar."

"Diplomam çok da sikimdeydi gerçekten," dedi Yiğit eğlenir gibi ama eğlenmediğini biliyordum. "Oğlum ben o önlüğü çıkartalı bir buçuk yıl oldu neredeyse. Ben zaten vazgeçtim her şeyden."

Bunu kabul edecek miydi? Ve eğer kabul ederse, hiçbir şey bilmediğimi düşünerek nasıl davranacaktı bana, bunu çok merak ettim.

İtiraz et, dedim içimden. Çok şey yaptın ama bunu yapma, lütfen.

Nefesimi tutmuş konuşmanın devamını bekliyordum ama sanki bunun farkındalarmış ve zamanı uzatmaya çalışırmış gibi bir süre sessiz kaldılar.

"Ne diyorsun," dedi adam. "Yapabilirsin bunu."

"Yapamam."

Hala nefes almıyordum.

"Yapabilirsin," diye diretti tekrar, "oğlum ne var, yüzlerce hasta gördün, ilk mi bu? Profesyonel düşün."

"Düşünemiyorum lan," dedi sertçe. "Aklıma gelmedi mi sanıyorsun? Hiçbir şey hissetmeden dinleyemiyorum onu. Ben yapamam, yapabilecek olsam her şeyi göze alıp yapardım."

"Kendine mi güvenmiyorsun?"

Nefes almaya başladım.

"Kendime güvenmiyorum," dedi Yiğit, sesi şimdi çok bezgin çıkmıştı.

Yine kısa bir sessizlik oldu ve ardından, "O zaman ikna etmeye çalış," dedi bu defa öbürü. "Yalnız bırakma bu süreçte, bir şekilde hissettirmeden kontrol et sürekli. Sonrasında bir yol bulursun, bulduğunda Haldun Hoca görüşmeye başlar. Benim şimdi gitmem lazım, çok dikkat çekmesin."

"Tamam," diye mırıldandı Yiğit ve sonra ekledi, "yine de sağ ol Çağrı."

"Her zaman," dedi Çağrı, uzaklaşan adım seslerini duyunca gözlerimi hemen kapattım ve kapının yeniden acıdığını hissettim.

Yiğit odaya girmişti.

İçini sıkıntılı bir şekilde çekti, yine olduğu yerde odayı adımladı, ayakları halı kaplı zemine boğuk ve kısık sesler bırakıyordu.

Öyle ne kadar turladı, kaç kez sıkıntıyla içini çekti bilmiyorum ama sonunda, "Ben şimdi ne yapacağım amına koyayım," diye mırıldandığını duydum. Sesi çok zayıftı, hala uyuduğumu sanıyordu.

Neden sonra kapı aralandı ve, "Hemşire," diye seslendi Yiğit, "serumu bitti."

"Hemen geliyorum Yiğit Bey," diye seslendi koridordan biri.

Ve sonra gerçekten biri odaya girdi.

"Ne zaman uyanır?"

"Uyanır çok geçmeden," dedi ince sesli bir kadın serumumu değiştirirken. "Eğer çok gecikirse siz deneyin ya da doktorunu çağıralım, akşam yemeğini yesin."

Yiğit bir şey söylemediğinde kadın geldiği gibi gitti ve arkasından kapı da kapandı ama odadaki sessizlik bu defa o kadar uzun sürmedi, Yiğit'in telefonu çaldığında aceleyle cevap verdi.

"Oğlum aramayın, ne bok yemeye arıyorsunuz," diye yanıtladı sert bir sesle. "Sessize almayı unutmuşum." Bir süre karşı tarafı dinledi. "Daha iyi," dedi sonra. Sanırım benden bahsediyordu. "Uyanmasını bekliyorum, yemeğini yedireceğim."

Canım hiçbir şey istemiyordu, açlık hissi vardı ama içimden yemek yemek gelmediğini fark ettim.

"Ne," dedi şaşırmış gibi, beni uyandırmamak için fısıltıyla konuşuyordu, odanın uzak bir köşesine gitmişti muhtemelen çünkü sesini daha gerilerden duyuyordum. "Berna mı?" Berna'ya ne olduğunu merak ettim. "İyi ver," dedi bu defa, sıkıntılı bir nefes aldı. "Efendim?" Bir süre karşı tarafı dinledi yine. "Ağlama Berna," dedi sertçe. "Tamam, iyi, merak etme. Hayır, buraya falan gelmeyin. Hayır, Cansel de gelmesin."

Burada, Ankara'dalar mıydı?

"Bilgehan'a ver telefonu, görüşürüz sonra." Kısa bir süre daha bekledikten sonra, "Bilgehan hastaneye kimseyi getirmiyorsun," derken yine tavrı çok otoriterdi. "Kimseyi görmek isteyeceğini sanmıyorum. Geri götür Berna ve Cansel'i İzmir'e."

Gerçekten buradalardı. Neden gelmişlerdi?

Berna'ya hala kızgındım, belki de kızgın bile değildim ama beni merak eden birilerinin olması iyi hissettirmişti.

"İyi Giray götürsün o zaman," dedi Yiğit aklımdakileri bölerek. "Döndüğümüzde kimsenin bu olanları biliyormuş gibi davranmasını da istemiyorum. Hiçbirinizin haberi yok, tamam mı?"

Bana yine oynayacaklardı anlaşılan. Bunu neden yaptığını merak ettim, onlardan utanacağımı mı düşünüyordu?

Belki de sahiden utanıyordum. Herkes çok şey biliyordu, artık tamamen şeffaftım onların karşısında.

Sonra sanırım Yiğit telefonu kapattı çünkü sessizliğe geri dönmüştük. Daha fazla buna devam edemeyeceğimi biliyordum, endişelenmesini de istemedim üstelik ve yavaşça gözlerimi araladım. Karşımdaki koltuğa oturmuş, dikkatle bana bakıyordu.

Benim de ona baktığımı görünce derin bir nefes aldığını fark ettim, yüzü aydınlanmıştı sanki. Ayağa kalkıp hızla yanıma geldi ve elimi tuttuktan sonra diğer eliyle de ateşimi kontrol etti.

"Rüya," derken sesi çok ilgili ve sıcaktı, "günaydın güzelim."

Gözüm yeniden camlara kaydı, akşamüstüydü.

"Nasılsın?"

Yanıma çektiği sandalyeye oturdu, gözlerini bir an bile yüzümden çekmiyordu. Sargılı bileğimi tuttu ve dudaklarına götürüp sargının üzerini yavaşça öptü. Gözlerini kapatmıştı.

"İyiyim," diye mırıldandım, sesim çok pürüzlü çıkmıştı. "Ne zamandan beri buradayız?"

"Dünden beri." Gözleri seruma kaydı. "Bu bitsin su içereceğim sana," dedi bu defa, "yemek de yiyeceksin." Sonra durdu. "Aç mısın?"

Başımı yavaşça salladım, saçlarım yastığa sürtünmüştü.

O da başını salladı.

"Tamam," dedi tekrar, "serum biter bitmez isteyeceğim yemeğini."

Elleri yanağıma uzandığında yavaşça tenimi okşadı ve uzanıp dudaklarımı öptü. Karşılık beklemeyen, hafif ve ıslak öpücüğünden sonra geri çekildiğinde sandalyeye oturdu ama bileğimi hala bırakmamıştı.

"Beni nasıl buldun," diye sordum. Bunu illaki konuşacaktık. Bu konunun böyle kapanmayacağını biliyordum. Bana öfkeli olmasını bekliyordum. En başından beri nefret ettiği şeyi sonunda başarmıştım çünkü.

"Buldum," dedi sadece, sesi o kadar kararlı ve keskindi ki başka hiçbir şey söylemeyeceğini anladım.

Yiğit ketum biriydi, sustuğunda onu konuşturmak imkânsızlaşıyordu.

"Anladım," dedim yavaşça. Sonra başımı ilk kez görüyormuş gibi yaseminlere çevirdim. "Bunları kim aldı?"

Ben aldım, demesini istedim. Senin için aldım, demesini istedim. Gözlerini açtığında kendini Ankara'da değil, İzmir'de hisset diye aldım, desin istedim.

Ama bir cevap vermedi. Merakla ona döndüğümde öylece yüzüme baktığını gördüm. Çok boş ve ifadesizdi bakışları.

"Anladım," dedim yeniden. "Sanırım sen almadın."

Hiçbir şey söylemeden yüzüme bakmaya devam edince gözlerinin kurşun gibi ağırlığı bana çok fazla geldi ve gözlerimi kapattım.

"Uyuma," dedi Yiğit uyararak. "Serum bitmek üzere, yemek yiyeceksin."

Zaten uyumayacaktım, sadece gözlerinden kaçmıştım.

Gözleri çocukluğum gibiydi. Hep orada olduğunu bilirdim, hep bana bakardı ama bazen varlığı kalbimi çok kırardı. Yine de içimdeki tüm şefkat hep çocukluğuma akardı.

İçimdeki tüm şefkatin şimdi Yiğit'in gözlerine aktığını hissettim. Ona sarılmak istiyordum. Bana neden sarılmıyordu? Kokusuna ihtiyacım vardı.

Ama bunu belli etmedim.

"Uyumuyorum," dedim yavaşça, "gözlerimi dinlendiriyorum."

"Uyuyacaksın şimdi," dedi Yiğit sinirlenmiş gibi. Sonra karnımın üzerine bir şey bıraktı, gözlerimi açtığımda bunun bir telefon olduğunu gördüm.

Ama ne onunkine, ne de benim eski telefonuma benziyordu. Büyüktü ve mat gülkurusu rengindeydi.

"Kurcala biraz," dedi Yiğit, "müzik programları indirdim, şarkı aç."

Önce, "Neden," diye sordum sonra da, "Kimin bu," diye.

Yiğit sandalyeye yaslandığında, "Senin, uykun açılsın diye," dedi iki sorumu da kısaca açıklayarak.

Yerimde doğrulmaya çalıştığımda hemen ayaklandı ve, "Dur," dedi uyararak, "sakın sol koluna verme ağırlığını. Bana ver." Sağ kolumu boynuna dolayıp diğer koluyla da belimi kavradı ve beni hafifçe yukarı çekti, sonra da yastığımı düzeltti.

Sırtımı yaslayıp kaşlarımı çattım.

"Bana telefon mu aldın," diye sordum aynı zamanda şaşırarak.

Yeniden sandalyesine geçerken başını salladı.

"Seninkini otogarda düşürmüşsün."

"Nereden biliyorsun?"

Yine yüzüme öylece ve bomboş bakmaya devam etti ve sonra beni duymamış gibi bakışlarını telefona çevirdi. "İçinde benim ve birkaç kişinin numarası kayıtlı, acil bir şey olursa arayabileceğin kişiler. Aklında başka tanıdıklarının numarası varsa sen kaydedersin." Sonra sanki sırf vakit geçirmek için telefonu eline aldı ve, "Annenin numarası ezberinde mi," diye sordu.

Başımı salladım.

"Kaydedeyim," dediğinde bakışları bana döndü ama sustum.

"Kalsın," dedim yerimde kayarak. Sonra ona arkamı döndüm. "Artık telefonumda numarası olmasa da olur."

Pikeyi boğazıma kadar çekip gözlerimi kapattığımda yastık ıslanmaya başlamıştı.

Kendimi yalnız hissetmem gerekiyordu ama hissedemedim. Derin bir nefes alıp ardından döndüğüm tarafa gelen Yiğit yavaşça dizlerinin üzerine çöktü ve başlarımızı eşitledi. Gözyaşlarımı sildim.

Bir hastane odasında intihardan dönmüş biri de olsam kendimi o kadar kötü hissedemedim çünkü Yiğit vardı.

Yanağımı okşadığında iç çekti.

"Ağlama," diye fısıldadı.

Onu çok özlemiştim.

Neden hala bana sarılmıyordu?

Daha çok ağlamaya başladım.

"Ağlama, lütfen," dedi bu defa, yüzü kasılmıştı. "Gülmeyi o kadar hak ediyorsun ki, keşke tüm insanlığın gülüşlerini çalıp hepsini sana verebilsem."

Bir şey söylemedim, annem yüzünden ağladığımı sanmaya devam etti.

Oysa ben, daha bir hafta önce kollarımı boynuna sarabildiğim adama şimdi, onu çok özlemişken üstelik, bir yabancı gibi uzaktan bakabildiğim için ağlıyordum.

Ama o bunu bilmedi.

O sırada beni bu duygu yoğunluğundan içeri giren hemşire kurtarmıştı.

"Uyandınız demek," dedi gülümseyerek, hoş, orta yaşlı bir kadındı. Saçlarını ensesinde sıkıca toplamıştı. "Nasılsınız?"

Yiğit ayaklanıp geri çekildi ve yeniden yatağın etrafından dolaşıp sandalyesine döndü.

"Daha iyiyim," dedim biraz toparlanıp.

"Serumu bitmiş," dedi Yiğit, "yemek getirebilirler mi artık?"

Hemşire gülümseyerek başını salladı ve serumumu çıkarttı.

"Şimdi söylüyorum Yiğit Bey," dedi saygılı bir ifadeyle. Sonra bana döndü. "Nasıl hissediyorsunuz? Ağrınız var mı?"

"Biraz," dedim dürüstçe.

Hemşire başını sallarken, "Normal bu," diye onayladı rahatlatmak ister gibi. "Su da içebilirsiniz artık."

"Teşekkürler."

Yatağın ucuna monte edilmiş masada duran kâğıdı eline alıp bir şeyler yazdı.

"Yarın sabah doktorunuz sizi son kez kontrol edecek."

"Yarın sabah çıkabilir miyiz," diye sordu Yiğit.

Hemşire yine gülümseyerek başını salladı.

"Bu gece ben nöbetçiyim, adım Semiha. Bir şey olduğunda lütfen bana seslenin."

"Sağ olun," dedi Yiğit başını sallayarak.

Hemşire işini bitirdikten sonra odadan çıktı. Yiğit hala sandalyesinde oturuyordu, sessizlik oldu. İkimiz de gergin hissediyorduk sanki. Söylenecek çok şey olmasına rağmen sanki konuşmak için cesaretimiz çok azdı.

Bir süre sustuk. Ona bakmamak için camdan bakmaya devam ettim ama onun beni izlediğini biliyordum.

Bana hala sarılmamıştı.

Belki de hastaneden çıktığımızda beni bir yerlere yollamaya çalışacaktı. Bu beni çok üzdü ama buna izin veremezdim. O söylemeden benim ondan ayrılmam gerekiyordu. Gururumu daha fazla ezdiremezdim.

Kapı yeniden açıldığında bir hasta bakıcı elinde tepsiyle içeri girdi. Tepside bir şişe su da vardı.

"Ben hallederim gerisini," dedi Yiğit adamı ayakta karşılayarak, tepsiyi elinden almıştı. "Teşekkürler."

"Size de yemek getirmemi ister misiniz Yiğit Bey," diye sordu adam.

Hastanede herkes onu tanıyordu, bu ilginin hastanenin sahibinin yakını olduğum için gösterildiğini düşündüm bir an. Resmiyette hastanenin sahibi Engin Bey'di ama o bıraktığında tüm bunlar Yiğit'e kalacaktı zaten.

Belki de bir hastaneler zincirleri vardı.

Yiğit ayakucumdaki hareketli masayı bana doğru çekti ve tepsiyi de onun üzerine bıraktı. Sonra yine beni belimden tutup dikleşmeme yardım etti.

Ama yaptığım ilk şey pet şişeye uzanmak oldu.

"Dur," diye uyardı beni. "Ben hallederim."

Hemen ardından çevik bir hareketle şişeyi çekip kapağını açtı ve dudaklarıma uzattı, birkaç yudum aldığımda geri çekildim.

"İç biraz daha," dedi Yiğit ve yeniden şişenin ucunu dudaklarıma yasladı. Birkaç yudum daha aldım ama midem bulanmıştı, başımı yana çevirdim.

"Daha fazla içmeyeyim," dedim yüzümü buruşturarak, "midemi bulandırdı."

Başını salladıktan sonra şişeyi yerine bırakıp paketteki çatal ve kaşık takımını açtı.

Çorba, patatesli et, pilav ve muhallebi getirmişlerdi.

"Hallederim," dedim sandalyesini yatağa iyice yaklaştırdığını gördüğümde ama beni duymamış gibi yapmayı seçmişti.

Kaşığı çorbaya daldırıp biraz karıştırdı ve sonra üfleyip dudaklarıma uzattı.

"Mercimek," diye mırıldandı, "merak etme, hastane yemeği değil, dışarıdan sipariş ettim."

"Gerek yoktu," dedim şaşırarak.

Muhtemelen yine başına dert olduğumu düşünüyordu.

Bir şey söylemedi ve bana çorbayı içirmeye başladı ama sonra yeni aklına gelmiş gibi paketlenmiş ekmeği açtı ve, "İçine ekmek de doğruyorum," dedi bana bakarak.

Başımı salladım, eti yemeyeceğim için çorbayı ekmekle yemeyi seçmiştim.

Nitekim ufak parçaları da çorbanın içine doğradı ama aynı zamanda, "Ellerimi yıkamıştım," diye de bilgilendirdi. Yine başımı salladım.

Çorbamı içerken hiç konuşmadık, sürekli ondan gözlerimi kaçırıyordum.

Beni hayatından bir türlü çıkartamıyordu, benden kurtulmak istediği halde bir şekilde bir araya geliyorduk. Belki de vicdan yapıp beni yine bırakmayacaktı. Bu düşünce de beni çok üzdü. Ona karşı güçlü görünmeliydim –ki kendini bana karşı sorumlu hissetmesin. Bir an önce toparlanmak için büyük kâsenin içindeki çorbayı hiç şikâyet etmeden içtim.

Hoşuma da gitmişti aslında.

Ama sıra ana yemeğe geldiğinde, "Et sevmiyorum," dedim doğrudan. "Yemek istemiyorum."

"Öyle bir şey yok," dedi otoriter bir tavırla. Ana yemek tabağını önüme çektiğinde bu defa eline çatalı aldı ve etlerle patatesleri küçük küçük böldü.

"İstemiyorum," dedim yine. "Et sevmiyorum."

"Tamam," dediğinde ikna olduğunu sandım ama yaptığı tek şey çatala et ve patates batırıp dudaklarıma uzatmak oldu.

"Yiğit sevmiyorum, diyorum," dedim ısrar ederek.

Kaşlarını çatarken yüzüme onu çok sinirlendirmişim gibi baktı.

"Yiyorsun Rüya," dedi sert bir sesle. "Bunu sana yedirmeden seni rahat bırakmam, beni tanıdıysan biliyorsundur zaten. O yüzden hiç inatlaşmayalım."

Sıkıntılı bir nefes aldım ve çocuk şımarıklığı yapmaktan vazgeçtim. Benimle uğraşmasını, bana acımasını istemiyordum. Belki de şu an çekip gitmek istiyordu, belki onu burada tutan şey vicdanıydı. O giderse yanımda kimse kalmayacağını biliyordu.

Benim onun gibi dostlarım da yoktu üstelik. Kimsem kalmamıştı ondan başka.

Yiğit'in hastane odasındaki kalabalığı hatırladım. Çiçeklerle gelen Dilara ve Umut'u, araları bozuk olmasına rağmen onu bekleyen Oğuz'u, Bilgehanların ne kadar çok üzüldüğünü hatırladım. Rana Hanım, Haluk Bey, Oylum, Berna, Cansel, Giray...

O kadar çok insan vardı ki onu bekleyen, odasına sırayla girip çıkmışlardı bu yüzden.

Yalnızlığım yüzüme Ankara'nın soğuk kışı gibi vurdu.

İtiraz etmedim ve eti de yedim.

Tabak bittiğinde peçeteye uzanıp dudaklarımı sildi.

"Tatlı," dedi sorarcasına.

Hızla başımı iki yana salladım.

"Teşekkür ederim," dedim daha fazla bir şey yedirmesine engel olmak için yatağın içine doğru kayarak. "Bu kadar yeterli."

Bir şey söyleyecek gibi olduysa da üstüme gelmemek için sanırım, cevap vermedi ve masayı ayakucuma çekip tepsiyle dışarı çıktı.

Ben de o sırada uyku pozisyonunu almıştım.

"Uyandı mı?"

Kapıda Çağrı'nın sesini duydum.

"Uyandı," dedi Yiğit, "yedirdim yemeğini."

"Tamam, hadi gel biz de bir şeyler yiyelim. Yemeğe çıkıyoruz nöbetçi arkadaşlarla. Ertanlar da var, yabancı yok."

"Yok," diye geçiştirdi Yiğit, "size afiyet olsun."

Kapı aralanır gibi oldu ama Çağrı'nın sesi onu durdurdu, şimdi konuşmalarını daha iyi duyuyordum.

"Oğlum hiçbir şey yemedin düşüp kalacaksın sen de bir yerlerde," dedi Çağrı sıkıntılı bir sesle, "gücünü kaybetme kız iyileşene kadar."

"İstemiyorum Çağrı," dedi Yiğit en sonunda, sesi öfkeli çıkmıştı. "Afiyet olsun size."

Kaç saattir açtı? Neden yemek yememişti ki?

Yiğit odaya girdiğinde bakışları hemen bana kayınca zaten duyduğumu anladığı için, "Sen de bir şeyler ye," dedim. "Aç kalma daha fazla. Arkadaşın haklı, tansiyonun düşer."

"Sen dinlen," dedi beni duymamış gibi ama vazgeçmedim.

"Yemek yersen tatlıyı da yerim," dedim teklifte bulunarak. Tek kaşı havalandığında umursamaz görünmeye çalıştım, ne kadar başarılı oldum, bilmiyorum.

"Ciddiyim," diye de ekledim. "Nerede muhallebi?"

"Dolaba kaldırdım," dedi girişteki küçük buzdolabını işaret ederek.

"O zaman yemek sipariş et kendine, ben de tatlıyı yiyeyim."

Gözleri kısılırken anlaşmaya uyup uymayacağımdan emin olmaya çalışıyordu ama sonra gidip dolaptan tatlıyı çıkarttı ve kapıyı açıp, "Ben de yemek alabilirim," diye seslendi. Benim yemeğimi getiren hasta bakıcının, "Tabii," dediğini duyduğumda, "Sadece çorba," diye de ekledi.

Sonra bana muhallebimi de yedirdi, söz verdiğim için buna da itiraz etmedim ama aslında midem bulanıyordu. Yine de aç kalmasına gönlüm razı gelmemişti. Neyse ki anlaşmamıza uyup çorbasını bitirdiğinde, "Sen şimdi yemeğin üstüne sigara da içersin," dedim. "Hadi aşağı in de iç."

"Sıkıntı yok," derken omuz silkti, "odada da içerim."

"Pardon." Güldüm. "Senindi zaten burası muhtemelen, değil mi?"

Bir şey söylemeden yavaşça ayağa kalktı, cam kenarına gidip pencereyi açtı ve sonra da bir sigara yaktı.

Sırtını duvara yaslamıştı, hava karardığı için şehrin ışıkları rengârenk birer küçük top gibi odanın içine doluyordu. Işıkların yüzüne de vurduğunu fark ettim. Gözleri bendeydi ve sakince sigarasını içiyordu. Aklından neler geçtiğini merak ettim.

Ankara'nın kurak, sisli ve gri bulutlu tepelerinden oluşan kalabalık şehir manzarası pencereye asılmış bir tablo gibi öylece ve hemen yanında duruyordu. Onu Ankara'da ilk kez görüyordum, en azından onun kim olduğunu bilerek ilk kez görüyordum.

Bu şehre, şehrin gizemli ve soğuk çehresine de çok yakıştığını fark ettim.

O an camdan görünen Ankara manzarası Yiğit'in görüntüsüyle de bütünleşti, büyük başkentin sokak ve bulvarları içine Yiğit'in varlığını da kattı ve onları bir arada, bir bütün olarak görmeye başladım.

O ise bana bakıyordu hala.

Tam şu an, acınası halime bakarken hakkımda ne düşünüyordu?

Sen acınası değilsin, dedi iç sesim.

Şaşırdım.

Sen güçlüsün, diye de devam etti iç sesim. Topla artık kendini.

Bana yalan söylüyordu. Yirmi iki yıl boyunca beni her şey için suçlayıp durmuştu, şimdi beni korumasının bir anlamı olmadığını fark ettim.

Kendimi öldürmeye çalışmıştım, bana yalanlar söyleyen bir adamın hala bana sarılmasını istiyordum, ben aptalın tekiydim. Dışarıdan da böyle görünüyor olmalıydım.

Bu düşünceler bana çok ağır geldi, gözlerimi kaçırmak istedim ama faydasız olacağını biliyordum. Ben ona bakmasam bile o bana bakmaya devam edecekti.

Sanki ben uzun, büyük ve kurak bir tarlaydım ve o da başıma dikilmiş bir korkuluktu. Ne olursa olsun, yağmur da yağsa, yaz da gelse, kıtlık da çıksa orada duracak ve beni izleyecekti. Sanki ben yok olsam bile yokluğumu dahi görecekti gözleri.

Ondan kaçmamın imkânsız olduğunu fark edince gözlerimi üzerinden çekmedim.

"Hiç sormadın."

Aklından ne geçtiğini daha da çok merak ettim, yüzüme bakarken neler düşünmüştü?

Düşüncelerine mermer bir sarayın arkasına gizliyordu hep. Oysa ona dokunmak, ulaşmak çok istemiştim.

"Neyi?"

"Tüm bunların neden olduğunu," dedi duygusuz bir ifadeyle, yüzünde hiçbir şey yoktu. Bir mermer kadar sert, pürüzsüz fakat cansızdı da aynı zamanda.

"Biliyorum çünkü," dediğimde bununla yüzleşmeyi hiç istemiyordum aslında, "beni sen bulmuşsun, baban bile bilmiyor hala beni nasıl bulduğunu, neden seçtiğini..."

Güldü.

Duygusuz bir gülüştü, canımı yakmıştı ama ne anlama geldiğini çözemedim. Sanki cansız bir heykelin güzel ve muntazam yüzüne bir tebessüm kazınmıştı.

Ağır ağır başını sallarken bir an için onda hayal kırıklığına uğramış bir adamın hüzünlü çehresini gördüm. O adamın hayaleti bile beni sarstı ama neyse ki çabuk yok olmuştu.

"Babam böyle mi söyledi?"

Başımı salladım.

İnkâr etsin istedim, kendisine iftira atıldığını söylemesini istedim, bana sarılmasını istedim ama bunların hiçbirini yapmadı. Sigarasını söndürüp koltuklardan birine oturdu ve bacak bacak üstüne attıktan sonra beni izlemeye devam etti.

"Baban yalan mı söyledi," diye sordum aniden. Neden yaptım, bilmiyorum.

"Bilmem," derken göz kırptı, "sormak için geç kalmadın mı?"

"Bana kelime oyunu yapma," dedim öfkeyle, "gerçekleri söyle."

"Gerçekler yok," dedi o da sertçe. "Gerçek diye bir şey yok. Benim gerçeklerim senin yalanların oldu, artık gerçek diye bir şey kalmadı."

Kafam allak bullak oldu, sözlerinin anlamını biliyordum ama bazen o kadar karışık konuşuyor ve beni ters köşeye getiriyordu ki Yiğit'le konuşurken aklıma gelen ilk anlamlar boşa çıkıyordu genelde.

Bana bir şeyler anlatmayacağını fark ettim, en azından bunu şimdi yapmayacağı çok açıktı. Israr etmedim. Kavgaya dayanabilecek kadar güçlü hissetmiyordum kendimi. Eğer vaktimiz olursa hastane çıkışında konuşmaya karar verdim, böylece kendimi de toplamış olurdum. Her şey benim için de çok tazeydi.

O an aklıma başka bir şey geldi.

"Sevinç Teyze'nin evi," dedim şüphe ve korkuyla, eğer ziyarete gelip evini o halde görürse neler olacağını düşünmek bile istemedim.

En son parkeye damlayan kanlarımı hatırlıyorum.

"Sevinç Teyze'nin kanlı parke ve duvarlarını mı soruyorsun," derken sesi buz kesmişti sanki, ifadesi de öyle. Aniden buzdan bir heykele dönüştüğünü sandım. Bakışları o kadar sert ve acımasızdı ki, kendimi karşısında çocuk gibi hissettim.

Yutkundum.

"Evet," diyebildim zorlukla.

"Temizlendi."

Gözlerini benden çekti, ellerine, etrafa, pencereye, benden başka her yere bakıyordu. Bana bakmasını istemiyordum ama bana bakmayı bıraktığı ilk an neden boşluğa düşmüş gibi hissetmiştim?

Benden nefret ediyor olmalıydı.

Hem intihar edip hem de bunu ona annesini hatırlatacak şekilde yapmıştım. Belki de bunu bilerek yaptığımı düşünüyordu. Belki de bunun bir intikam olduğunu, ölmeden önce ona annesinin yaşattıklarını tekrar yaşatarak asla unutamayacağı bir hatıra bırakmak istediğimi sanmıştı.

Ben bunu yapmamıştım oysaki. Hatta direnmiştim de.

Ama bazen direnmek de işe yaramaz. Yaşam ve diğer bütün şeyler insanı kaçınılmaz sona sürükleyebilir, intihar da insanlar içindir, tıpkı diğer hatalar gibi.

"Bilerek yapmadım." Sesim çok güçsüz çıkmıştı. Başını kaldırdığında bana bir yabancıymışım gibi baktı. "Anneni hatırlaman için yapmadım." Ben de gözlerimi kaçırdım. "Ben sadece..." Diyecek bir şeyim yoktu. "Bu kadar."

Sonra yavaşça yatağın içinde kayıp yaseminlere doğru döndüm.

Uyumaya çalıştım ama başarılı olamadım. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama o da uyumamıştı, hatta put gibi kıpırdamadan olduğu yerde duruyordu muhtemelen.

Neden sonra ayağa kalktı, ışığı kıstı ve yatağa yaklaşıp, "Kenara kaysana," dedi bana bakarak.

"Koltuk geniş," dediğimde parmağımla cam kenarındaki duvara yaslanmış uzun kanepeyi işaret ettim omzumun üzerinden.

"Koltukta rahat edemem."

"Oda açtırabilirsin kendine," dedim bu sefer.

"Odalarda hastalar var," dedi ellerini ceplerine sokarak.

"Geceyi burada geçirmek zorunda değilsin," diye mırıldandım, sonra başımı yastığa gömüp gözümü yaseminlerime diktim, ona bakmıyordum. "Evine dönebilirsin. Bir ihtiyacım olursa seslenirim Semiha Hanım'a."

"Trafikle uğraşamam," dedi bu defa.

Ona baktığımda ısrarcı bakışlarından vazgeçmeyeceğini anladım.

"Benimle kalmak zorunda değilsin," diye direttim yine de, "iyiyim, halledebilirim tek başıma."

Derin bir şekilde nefes alıp içini çektiğinde sonunda ikna olduğunu sandım ama aniden eğilip beni hafif bir hareketle kenara ittikten sonra ayakkabılarını çıkartıp yatağa uzandı, artık dip dibeydik. Yatak genişti ama yine de iki kişi için küçüktü.

Kenara kaydım, sırtüstü yatıp tavana bakıyordu.

Bana hala sarılmamıştı.

Arkamı döndüm ve pikeyi üzerime çekip uyumaya çalıştım.

Yorgun ve mutsuzdum, sonunda uykum geldiğinde kendimi bir an için Adaş Apartmanı yedi numarada sandım. Orada geçirdiğim birkaç gece boyunca da hep böyle hissetmiştim çünkü. Aniden gözlerimi açtım, nerede olduğumu görmek istedim, o evden kurtulduğumu ve yaşadığımı tekrar ve tekrar anlamak istedim.

Ama o sırada bir şey oldu, bana o evde olmadığımı hissettiren başka bir şey. Yatak çok yavaş bir şekilde sarsıldı ve Yiğit bana doğru dönüp bir kolunu yatakla bedenimin arasından geçirdi, diğerini de belimin üzerinden karnıma attı ve bileğimi tuttu. Baskısı çok hafifti, sargının üzerinden bileğimi kavrayan parmaklarını hissetmedim bile.

Bana sarılmıştı.

Gözlerimi kapattım.

Nefesi saçlarımın arasında meltem gibi dolaşırken dudaklarını kulağıma yaklaştırıp önce kulağımın altındaki bir yeri öptü, sonra da çok kısık bir sesle, "Gözlerinin hep çok güzel baktığını biliyordum ama gözlerinin bir yerlere bakmasının bu kadar kıymetli olduğunu daha önce anlamamıştım," diye fısıldadı.

Anıların, zamanın ve hislerimin ağırlığı kalbime çöktü, sözlerinin bir tren gibi kalbimin üzerinden geçtiğini hissettim.

O hastane odasında ona bunu ben söylemiştim.

Hiç tepki vermedim, uyuduğumu düşünüyordu, böyle sansın istedim.

Bana daha sıkı sarıldı, kalbim birçok şeyle doldu. Sanki şehirler, insanlar, yaşama dair her şey kalbime sığabilirmiş gibi büyüdü kalbim.

Onu çok özlemiştim.

Bileğimi okşamaya devam ederken, "Teşekkür ederim," dedi, "onu benden almadığın için. Sana ilk kez bu kadar inanıyorum. Teşekkür ederim."

Bunu bana söylemediğini anladım ve geceler sonra ilk kez yalnız olmadığımı bildiğim, ağlayarak uyanmayacağım bir uykuya daldım.

🦌

Ertesi gün öğlene doğru Yiğit'in arabasından dışarıyı izlerken kaçınılmaz anlardan birinin daha geldiğinin farkındaydım.

Doktor çıkışımı verdikten sonra toparlanmıştık. Yiğit resmi kayıtlara geçmesini engellediği için kimseye ifade vermek zorunda da kalmamıştım, bu benim için iyi bir şeydi. Hayatıma devam ederken bu olayın bir şekilde karşıma çıkmasını istemiyordum çünkü.

Artık sadece tek iz bileklerimdeydi.

Başımı yavaşça ona doğru çevirdiğimde Tunalı'daydık, etraf çok kalabalıktı, güzel ve güneşli bir sonbahar günüydü ve cadde boyunca arabalar birbirini takip edip duruyordu. Çevredeki restoran ve kahvecilerden taşan insan grupları güzel sonbahar günün tadını çıkarıyordu.

"Beni Sevinç Teyze'ye bırakabilirsin," dedim sonunda. Bunun olması gerektiğini biliyordum. "Teşekkür ederim yardımların için ama gerisini tek başıma da hallederim."

Beni duymamış gibi yaptı, çok sakin görünüyordu ama aniden kornaya basıp camı açtı ve başını açık camdan uzatarak, "Yürüsene lan," diye bağırınca irkildim. Beni duymamış mıydı?

"Kendim hallederim," dedim tekrar duymamış olduğunu düşünerek, "teşekkür ederim yardımların için. Sana daha fazla zahmet vermek istemiyorum."

"Bana mı diyorsun," dedi bağırarak.

Afalladım. Bana hala bakmıyordu.

"Evet, sana diyorum," dedim ama beni duymamış gibi aniden el frenini çekip aşağı indiğinde dışarıdaki bir adamla konuştuğunu fark ettim.

Nitekim, "Bana mı diyorsun," diye bağırdı yeniden ve adamın üzerine yürümeye başladı.

Ben de aceleyle arabadan indiğimde göbekli bir adam, "Sana ne lan," dedi Yiğit'e, "sen niye karışıyorsun, ben başkasıyla kavga ediyorum."

Adamın gergin ve şişko yüzü Yiğit kendisine doğru adımladıkça bariz bir korkuyla kasılırken yüzüne yediği yumruktan sonra ufak bir çığlık atıp yanına koştum.

"Ne istersem onu yaparım lan," dedi Yiğit arabasına doğru sendelemiş adamın üzerine yürüyerek, "duydun mu? Canım istedi karıştım. Ne bağırıyorsun lan millete?"

"Yiğit," dedim şoka uğramış bir halde kolunu tutarak ama yine ben orada yokmuşum gibi yaptı.

"Sağ ol birader," dedi şişko adamın kavga ettiği diğer adam, biraz çelimsiz ve şişkodan daha yaşlı biriydi.

Yiğit sadece başını sallamakla yetindiğinde şişko adam yerinde doğrulup burnunu sildi.

"Özür dileriz," dedim çok saçma bir şey yaptığımı bilerek. Yiğit adama durduk yere yumruk atmıştı ve ben de onun adına özür diliyordum. "Lütfen kusura bakmayın."

O sırada araya giren birkaç kişi adamı uzaklaştırırken, "Ne özür diliyorsun," dedi sertçe. Gözleri sonunda bana dönmüştü. Arduaz siyahı gözlerinde çok uzun zaman saklanmış ve sonunda ilk bulduğu çatlaktan çağlar gibi fışkıran bir öfke vardı. "Ne özür diliyorsun, anlamadım?"

"Adama vurdun Yiğit," dedim şaşkınlıkla, "kavgayla alakan bile yoktu."

"Vurdumsa ben vurdum." Bağırmaya başlamıştı. "Sen niye özür diliyorsun?"

"Bağırma," dedim sakin olmaya çalışarak.

Güldü ama o kadar öfkeliydi ki bunun sağlıklı bir gülüş olmadığını çok iyi biliyordum. Nitekim ellerini saçlarının arasında geçirirken gülümsemesi daha da genişledi ve, "Sen niye özür diliyorsun ben onu anlamıyorum," dedi daha çok bağırarak, etrafımızdaki insanların bizden uzaklaştığını fark ettim o an. "Benim suçumu sen niye üstleniyorsun, ben onu anlamıyorum?"

"Ben nazik oldum sadece!"

Benim sesim de yükselmişti ama ona ayak uyduramıyordum, birkaç adım geriye giderek kapıya yaslandım, yorulmuştum çoktan.

"Senin özür dileyeceğin bir şey yok," dedi bu defa benim üzerime yürüyerek, "senin gideceğin bir şey de yok. Bin arabaya!"

İşaret parmağıyla kapıyı gösterdiğinde onunla ve öfkesiyle baş edemeyeceğimi anladım. Onun öfkesiyle ne zaman savaşa girsem yara alıp çekilen taraf ben oluyordum, bunu bildiğim için başımı salladım sadece.

"Beni bir görev gibi gördüğünü daha iyi anlatamazdın Yiğit Uluhan."

Başka bir şey söylemedim, söylemeyecektim de. Her şey ortadaydı.

Aceleyle ona sırtımı dönüp arka kapıyı açtım ve koltuktaki çantama uzandım, bir dolmuşa binip def olup gidecektim yanından ama elime aldığım çantayı ani bir hareketle benden çekip arka kapıyı kapattı ve beni kendisine doğru çevirdi, bir eliyle de sağlam bileğimi kavramıştı.

"Hiçbir yere gitmiyorsun," derken ön kapıyı açmıştı bile.

Sağ elimi ondan kurtaramayınca farkında olmadan sol elimle çantaya uzandım ve sapı kendime çektiğim an büyük bir acıyla çantayı yere bıraktım.

Bu kadar acıyacağını tahmin etmemiştim, yarası biraz sızlıyordu ama çantanın ağırlığı gözlerimi dolduracak kadar acıtmıştı bileğimi.

Kapıya yaslanıp elimi yüzüme kapattım.

"Acıdı mı?" Sesi az öncekine göre çok daha yumuşaktı. Bileğimi kendisine doğru çekti. "Dikkatli ol," dediğinde yine öfke duyduğunu hissettim, "dikişlerin açılır böyle, yalnız kalamazsın."

"Kalırım," dedim ağlarken, "sağ elim sağlam, hallederim işlerimi."

Çenemi kavradığında başımı kaldırdı ve, "Ben halledeceğim," dedi inatla.

"Görevin değilim ben senin." Çenemi ondan kurtardım. "Sorumluluk hissetme, gitsene yoluna artık."

"Gidiyordum zaten," dedi dişlerinin arasından. Sonra arabayı gösterdi. "Yolumuzda gidiyorduk ama sürekli bir şeyler yumurtlayıp duruyorsun! Durul artık biraz!" Yine ellerini saçlarından geçirdi ama bir süre gözlerini kapatıp bekledi, arduaz siyahı bakışları yeniden aralandığında, "Dur artık," dedi yorulmuş gibi. "Seni zaten bırakmayacağım, zorla ya da güzellikle."

"Bırakacaksın," dedim sertçe.

Beni sahiden bıraktığında izin verdiğini sandım ama aniden arkama geçip bana belimden sarıldı ve ikimizin omzunu da arabanın kapısına yasladı.

Donmuş gibi hissettim kendimi, hareket edemedim. Neden onu itemedim? Bilmiyorum.

Çenesini omzuma yasladı.

"Gitme, lütfen," diye fısıldadı. "Kal benimle."

İçimi çektim. Bana böyle davrandığı her an içimde bir şeyler yıkılıyordu. Nasıl bu kadar güzel yalan söyleyebilirdi, aklım almadı bir an. Belki de bu hali yalan değildi, belki de en gerçek hali buydu çünkü benden bir çıkarı kalmamıştı aslında, en azından yeni bir plan yapmadıysa ben öyle düşünüyordum.

Öyleyse onca zaman nasıl susmuş, nasıl gizlemişti tüm bunları?

Yiğit zihnimde gitgide karmaşıklaştı, onun zihnimdeki gölgeleriyle de baş edemedim.

"Kalsam ne olacak," diye sordum güçsüz bir sesle.

Dudaklarını boynuma uzattı ve öptü, hala tenimin üzerinde olan dudaklarının, "Ne olursa olur," derken hareketini hissetmiştim.

Sonra yerdeki çantamı arka koltuğa atıp sağ bileğimi tuttu ve arabaya kilitledi, aynı anda güneş gözlüğünü de takmıştı.

"Nereye," dedim peşinden giderken.

Cadde boyunca beraber yürümeye başlamıştık ama ben gerisinde kalıyordum. Biraz duraksayıp beni yanına çektikten sonra kolunu omzuma attı.

"Kahve içelim," dedi gayet doğal bir tavırla, sanki güzel bir hafta sonu geçirmek için Tunalı'ya gelmişiz gibi.

Kalabalığın arasından geçtik, her şey çok normaldi, çok güzel bir gündü. Etraftaki herkesin neşeli olduğunu fark ettim. Ellerindeki alışveriş poşetleriyle dedikodu yapan liseliler, Kuğulu Park'taki banklara oturmuş sigara içerek sohbet eden gençler, yetişkinler, hatta çocuklar bile çok mutluydu bu kalabalıktan.

Burayı severdim. Ankara'nın nezih, ilkbahar ve sonbahar gibi ılık ve sıcak caddelerinden biriydi. Kızılay'dan buraya yürümeyi de severdim.

Daha birkaç gün önce Kuğulu'daki bir bankta sigara içerek ve ne yapacağımı bilmeden kitap okuduğumu hatırladım.

O sırada birkaç kitapçı ve kahvecinin önünden geçmiştik, Yiğit sonunda bir yere yöneldiğinde kahvecinin bahçesindeki ufak masalar insanlarla doluydu, yoğun bir gürültü vardı ama rahatsız olmadım.

Dükkâna girdik, kahve kokusu taze taze yüzümüze çarparken sırada diğer insanları bekliyorduk.

"Tatlı yer misin," diye sordu buzluktaki ufak pastaları işaret ederek.

Başımı iki yana salladım.

Gözlüğünü çıkartıp gömleğinin yakasına asarken bana ters ters bakıyordu, ben de ona öyle baktım.

"Pediatri stajındayken anneler gelip yemiyor bu doktor abisi, kız da biraz yemek yesin deyince gülerdim," dedi ifadesi gibi ters bir sesle, "bana onlar gibi hissettiriyorsun."

"Yemiyorum psikiyatrist bey," dedim ben de sertçe. Sonra başımı çevirdim ama sıra bize geldiğinde, "Kahveli pasta, bir sütlü ve bir de sade filtre kahve," diye sipariş verdi Yiğit beni duymamış gibi, "kahveler büyük boy olsun, lütfen."

Siparişleri alan gençten bir çocuk başını sallarken, "İsminiz," diye sordu.

"Sadeye Yiğit, sütlüye Rüya yazabilirseniz," dedi ve cüzdanını çıkartıp kredi kartını uzattı.

Çok geçmeden tepsinin içindeki iki kahve ve pastayla bahçeye çıktık ve sokak kenarındaki masalardan birine oturduk ama Yiğit uzanıp sandalyemi kendi tarafına doğru çekmişti.

"Hadi ye," dedi pastayı işaret ederek, sonra da bir sigara yakıp kolunu sandalyemin üzerine attı.

O söylediği için değil ama tadını merak ettiğim için tatlıdan birkaç çatal aldım, tadı hoşuma gidince yemeye başlamıştım. Bir yandan da kahvemi içiyordum.

Gözüm masanın üzerinde duran sigara paketine kaydığında bakışlarımı takip edip yine sıkıntıyla iç çekti ve sigarasını dudaklarıma uzatıp, "Çok çekme içine," diye bir uyarıda bulundu. Birkaç nefes aldığımdaysa, "Sana bu kadar yeter," diye konuyu kapatmıştı.

Benden çektiği sigarasını kahvesiyle beraber içmeye devam etti.

Çok normal bir anın içindeydik, daha önce hiç böyle normal şeyler yapamadığımı fark ettim.hep bir şeyler olurdu, hep birileri gelirdi ve bir engel çıkardı. Şimdi yalnızdık, diğer insanlar gibi sıradan bir anın içindeydik ama bir şekilde İzmir'deki gibi de değildik artık, en azından ben değildim.

İkimiz de bunu fark ettiğimiz için sanırım, pek bir şey konuşmadan kahvelerimizi içtik ve sonra yine geldiğimiz gibi arabaya döndük.

Kalabalık caddeden uzaklaşırken başımı cama yaslayıp Ankara'nın sokaklarını izlemeye devam ettim. Dik yokuşlar ve apartmanlar artık üzerime yıkılmıyordu, neden bilmiyorum. İzmir'de henüz hala yazdı ama buraya eylülün gelişiyle beraber sonbaharın tatlı sarısı çökmüştü bile. Dallardaki yaprakların renginin yeşilden sarıya çaldığını fark ettim.

Yiğit uzanıp radyoyu açtı, arabanın içini Ankaralı bir grubun sevdiğim bir parçası doldurmaya başlamıştı. Sağ elimin parmaklarıyla ritim tuttururken, "Sever misin," diye sordu.

Bakışlarım ona ve arabanın ekranına dönünce şarkıyı radyodan açmadığını fark ettim.

"Sen seviyorsun sanırım." Güldüm. "Ankaralı olan her şeyi seviyorsundur bence."

Dudakları hafifçe ve samimi bir ifadeyle kıvrılırken bana yan bir bakış attı ve ağır ağır başını salladı ama hemen sonra yüzünden muzip bir şeyler geçti ve, "Ankaragücü hariç," dedi gülerek.

Kendimi tutamadım ve ben de güldüm.

Tıpkı İzmir'deki gibi bana uzanıp sol elimi kavradı ve dudaklarına götürüp sargılı bileğimi yavaşça öptükten sonra yeniden nazik bir şekilde kucağıma bıraktı. Böyle yapması hoşuma gitmiyordu, bana kendimi özelmişim gibi hissettiriyordu çünkü.

Annemle yaşadığımız eve yakın bir yerlere doğru ilerlerken yerimde dikleştim.

"Evin buralarda mı," diye sordum etrafıma bakarak.

Başını salladı ve çok geçmeden aşina olduğum, çok katlı ve lüks sitelerden birinin girişinde durduk. Güvenlik görevlisi Yiğit'e bir selam verirken Yiğit benim camımı biraz daha aşağı indirip o da adama selam verdi.

"Hoş geldiniz Yiğit Bey," dedi güvenlik görevlisi gülümseyerek, "uzun zamandır yoktunuz."

"Döndük," dedi Yiğit kısa bir açıklamayla.

Adamın bakışları bana kaydı ve, "Siz de hoş geldiniz hanımefendi," dedi saygılı bir ifadeyle.

Ben de bir baş selamı verdiğimde lüks sitenin içine girdik.

Bu sitenin hemen aşağısındaki alışveriş merkezine çok gelirdik lisedeyken, burayı da severdim ve bu sitenin içini hep merak ederdim. Binalar o kadar yüksekti ki manzarasını düşünmeden edemezdim.

Yiğit arabayı park ettikten sonra çantamı arka koltuktan aldı ve yine sağ bileğimi tutup bana yön vermeye başladı. Gösterişli girişten asansöre yürüdüğümüzde parlak kapılar iki yana açıldı ve Yiğit yirmi yedinci katın tuşuna bastı.

"O kadar yüksekte mi," dedim şaşırarak.

Sırtını asansöre yaslamış, yine hiçbir şey ifade etmeyen bakışlarını bana yolluyordu, başını salladı.

Yirmi yedinci katta durduğumuzda çelik kapılardan birine yaklaşıp kapıyı açtı ve geçmem için kenara çekildi.

İçeri girdiğimde burnuma Yiğit'in kokusu doldu, evi onun gibi kokuyordu. Büyük holde beklerken geniş mutfağı, mutfağın mat siyah dolaplarını ve salonun girişini görebiliyordum.

Yiğit çantamı vestiyerin üzerine bırakıp, "Evi gezmek ister misin," diye sordu.

"Olabilir," dedim, merak etmiştim.

Adımları tahmin ettiğim gibi önce salona yöneldi ve boydan boya camların sunduğu şehir manzarasını gördüğümde kendimi tutamadan içimi çektim. Ankara'ya hiç bu kadar yüksekten bakmamıştım. Camlara biraz yaklaştım, ürkütücü ama çok güzeldi. İnsanlar silik birer noktacıklar gibiydi, arabaları ufak dikdörtgenlere benzettim.

Geniş tepelere, gösterişli binalara, elçilik binalarına ve gümüş bir tepsiyi andıran göl manzarasına baktım.

"Güzelmiş," dedim dürüstçe, sonra arkamı dönüp salona baktım. Geniş beyaz koltuklar, beyaz ahşap bir sehpa vardı. Duvarlar siyahtı ve bir duvara işlenmiş büyük, tüyleri gri, etrafında ağaçlar, kaplanlar ve rengarenk yapraklar olan bir aslan figürü gördüm. Hemen o duvara yaslanmış siyah bir aslan heykeli de vardı.

Yazlıklardaki, İzmir'deki düzene hiç benzemiyordu buradaki. Ya asıl Yiğit hep buydu ya da asıl Yiğit İzmir'de kalmıştı, bilmiyorum ama salondaki siyah ağırlığını dengeleyen beyaz koltuk takımına rağmen daha yırtıcı, daha sert bir şeyler hissettim burada. Belki de rengârenk yaprakların arasındaki aslan ve kaplan figürleri bana böyle hissettirmişti ama onları sevdim. Duvarların kasvetini kırmışa benziyordu.

"Hoşuna gitti mi," diye sordu.

Arkamı dönüp ona baktım, duvara yaslanmış, ellerini pantolonunun cebine sokmuş beni izliyordu.

"Güzel," dedim başımı sallayarak, "fazla yırtıcı ama sanatsal, senin gibi."

Hafifçe güldüğünde, "Hadi gel," dedi bu defa.

Mutfak da genişti, yerde kırmızı siyah desenleri olan bir halı vardı, derli toplu ve temizdi. O burada yokken de temizlendiğini fark ettim o an.

Sonra çalışma odasını da gezdik ve odasına geçtik.

Odası çok genişti, ortadaki iki kişilik yatağa ek olarak çalışma odasında olduğu gibi burada da kitaplıkları vardı ama buradaki kitapların daha çok romanları olduğunu fark ettim.

Ama asıl dikkatimi çeken şey cam bir dolabın içinde duran kırmızı siyah elektrogitardı.

"Lisedeki ilk gitarım," dedi açıklamak ister gibi.

Anlamış gibi başımı salladım.

Odada ilerleyip çantamın içini boşalttı, bunu bana sormadan yapması sinirimi bozmuştu.

"Ben yapardım."

"Tek elle zor olur," dedi bana bakmadan ve içinden çıkan birkaç parça kıyafetimi kendi dolabına yerleştirdi, uzun sürmemişti çünkü zaten çoğunu satmıştım. "Pijaman kalmamış." Diğer kapağı açıp karıştırdıktan sonra bol, uzun bir tişört çıkartıp yatağın üzerine bıraktı.

"Üşürsen altına da bir şey veririm," diye açıkladı, "şimdilik bu yeter."

"Teşekkürler."

Yiğit odadan çıktığında üzerimdekileri çıkartıp bana verdiği bol tişörtü giydim, elbiseye benzemişti.

Ben salona geçerken o mutfaktaydı.

"Sen otur," diye seslendi kapıdan, "ben geliyorum birazdan."

Salona geçtiğimde koltuklara oturmak yerine yerdeki büyük siyah minderlerden birini cam kenarına çektim, hava kararıyordu, minderin üzerinde bağdaş kurup yavaş yavaş yanmaya başlayan ışıkları izlemeye başladım.

Çok geçmeden Yiğit de salona döndü, elinde bir bardak vardı, bana uzattı.

"Süt mü ısıttın," diye sordum şaşırarak.

Sadece başını salladı ve hemen sonra beyaz ahşap ve camlı vitrinden kristal bir viski bardağı alıp kendisine içki doldurdu ve geçip karşıma oturdu. Sırtını cama yaslamıştı. Şimdi Ankara'nın değil, onun ışıklarını izliyordum.

Öylece birbirimize bakarken arduaz siyahı gözleri dikkatle ve durmaksızın benimkileri izliyordu. Sanki gözlerinde benimkilere tutunan kancalar vardı.

Sırf bir şeyler yapmış olmak için sütten birkaç yudum alıp önümdeki parkeye bıraktım ve bakışlarımı manzaraya çevirdim ama sessizliği bozan Yiğit oldu.

"Annemin Fransız bir arkadaşı vardı."

Ankara'nın ışıkları arkasından eve doluyordu, zemindeki ışık yansımalarına bakmadı hiç, gözleri bendeydi.

"Marshal." Sanki bahsettiği adamı hatırlamış gibi dudakları çok hafif bir hareketle yukarı doğru kıvrıldı. "Çok güzel resimler çizerdi. Annemden sonra çizgilerine en çok hayran olduğum insan oydu sanırım."

Annesinden sonra.

Annesine hayrandı, bunu üstü kapalı bir şekilde de olsa itiraf ettiğinin farkında mıydı yoksa daldığı uzak çocukluk hayali kafasını mı karıştırmıştı?

Başımı hemen yanımdaki koltuğun kenarına yasladım ve onu izlemeye devam ettim. Işıkları açmamamıza rağmen etraf ne kadar da aydınlıktı. Sokakların, alışveriş merkezinin ve arabaların ışıkları evin içine sığmıştı sanki.

"Hiç Türkçe bilmiyordu," dedi ve sonra çenesiyle ısıttığı sütümü işaret etti, kaşları çatılmıştı. "İç şunu, soğuyacak."

İçmedim.

"Çok sıcak," dedim açıklama getirerek, aslında sahiden de içecektim, belki rahat uyumamı sağlardı ama çok ısıtmıştı. Bu sefer itiraz etmedi ve az önceki ana geri döndü.

"Babam onun eve gelip gitmesinden pek hoşlanmazdı ama adam zaten eşcinseldi, sanırım bu yüzden kıskançlık krizine girmemişti."

Engin Bey'den nefret ediyordum, aslında Yiğit'ten de öyle.

"Sonra," diye sordum merakla.

Omuz silkti, sanki hiçbir olay yoktu, öylesine anlatıyordu.

"Bazen onunla yüzümde hiçbir ifade olmadan konuşurdum." Bir sigara daha yaktı. "Çok güzel resimler çizdiğini söylerdim, evimize gelmesinden hoşlandığımı."

Gülümsedim.

"O ne yapardı?"

O da gülümsedi ama onunki daha çok alaycıydı. Sigarasından derin bir nefes çekip ortamızdaki boşluğa üfledi.

"Beni kızdıracak ne yaptığını ve bunu nasıl telafi edebileceğini sorardı anneme."

"Nasıl yani," diye sordum şaşırarak. "Seni anlamıyor muydu?"

"Hayır." Başını iki yana salladı, hala gülümsüyordu. "Beni kimse anlamadı, sen bile."

Evren'in onu hiç tanımadığıma dair sözlerini anımsayınca gözlerimi kaçırdım.

"Onunla anlamadığı bir dilde konuşurdum," diye devam etti, "Türkçe. Ve ona hep güzel şeyler söyledim aslında. Ama hiç bilmedi."

"Fransızca biliyordun," dedim açıkça, başını salladı. "O zaman neden onunla Fransızca konuşmadın? Neden ona o güzel şeyleri onun bildiği dilde söylemedin?"

"Eve her geldiğinde ona masadaki sandalyemi verirdim," dedi başını geriye atıp cama yaslayarak. "Şu mürebbiye dediğin bakıcılarım, onlara bile dokundurtmadığım oyuncaklarımı da verirdim. Saatlerce izlerdim onu ve annemi atölyede. Benim Fransızca konuşmama gerek yoktu, diller değişir, önemli olan hareketlerdir. Seninle konuştuğum dili sen de hiç anlamadın."

Onun gözlerine bakarken içime çöreklenen kırgınlık ilk kez ona değil, kendime karşıydı. Benimle hep bilmediğim bir dilden konuştuğunu biliyordum ve ben de hep gördüklerime inanmış, onlara sarılmıştım. Belki de ben de çok bencil biriydim ve Yiğit'in kendi dilinde bana ne söylemek istediğini anlamak için hiç uğraşmamıştım.

Ama kızabilir miydi bana benim anlamadığım bir dilde konuştuğunda onu sorgulamadığım için?

Belki kızıyordu içten içe.

Geçmişe dönmek isterdim. Önüne atladığım bisikletini hiç bırakmamak, arkasındaki sepete binmek, ilk arkadaşıma sarılmak ve onunla büyümek. Belki onunla büyüdüğüm için onu daha iyi anlardım.

Acaba Oylum bile onu benden daha mı çok anlamıştı?

Bu düşünceyle sarsıldım, sanki büyük bir depremde evim üzerime devrilmişti.

Onu hiç anlamamış mıydım?

"Ben duş alabilir miyim," dedim kendimi toplayarak. Çok yoğun şeyler hissediyordum, biraz yalnız kalmak istedim.

"Sütünü iç önce," dedi mesafeli bir sesle.

Bir an önce kalkmak için bardaktaki sütü bir dikişte bitirdim ve sonra ayaklanıp önce mutfağa geçtim, bardağı yıkadıktan sonraysa ban gösterdiği banyoya doğru ilerledim ama arkamdan gelen adım seslerini duydum.

"Sana havlu çıkartayım," dedi benimle beraber banyoya girdiğinde.

Dolaptan temiz bir bornoz çıkarttı, sonra çekmeceleri karıştırıp bir de diş fırçası buldu ve lavabonun üzerine koydu.

"Hiç kullanılmadı," dedi açıklayarak.

"Teşekkürler," diye mırıldandım arkasından.

Suyu açıp küvete girdiğimde aklıma o an geldi.

O an hissettiklerimi, yalnızlık ve çaresizliği sanırım ölürken bile unutamayacaktım. Öyle bir andı ki hiç silinmemek üzere hafızama kazınmıştı. Artık üstünü ben bile kapatamazdım.

Yiğit ne hissediyordu? O an beni bulduğunda ne hissetmişti?

Ona söylediklerimi, bana söylediklerini hatırlamak için her şeyi verirdim. Gözlerimi kapattım ve çalan müziği hatırladım; müziğin yüksek sesini, yere devrildiğim anı, yaşamak istediğimi fark ettiğim saniyeleri, pişmanlık ve çaresizliği.

Ani bir ölüm herkesi şoka uğratır ama yavaş gelen ölümlerin hepsi çok daha can yakıcıdır. Yavaş gelen ölümü hissetmiştim, bileğimden akan kanları durdurmadığım her an ömrümün geri kalanı akıyordu aslında kanlar yerine. Çırpınarak kanları durdurma isteğine kapılışımı hatırladım.

O anki hislerimi hatırlamak bile beni mahvetti.

Bileğime su değdirmeden üstünkörü bir şekilde saçlarımı yıkayıp küvetten çıktım ve Yiğit'in bornozuna sarındım, sonra da dişlerimi fırçalamıştım.

Lavabonun üzerine tarak da bırakmıştı Yiğit, saçlarımı da taradım.

Onu hiç tanımıyorsun, dedi iç sesim. Oylum bile onu senden daha çok tanıyor.

Ama benimle konuşmuyordu! Ama bana asıl yüzünü göstermiyordu ki!

O her zaman ortadaydı, dedi iç sesim, onu göremeyen sendin.

Kendimden de, ondan da, tüm dünyadan da nefret ettim. Birbirimize neden bunları yapmış, neden birbirimizi bu hale getirmiştik?

Masum olmadığımı fark ettim.

Belki bir geyik de, boynunu dişlerinin arasına alan bir aslan kadar suçlu olabiliyordu bu hayatta.

Ona acı veriyordum, o da bana. Anlaşılmak istiyordu, her insan gibi ama ben onu anlamak için uğraşmamıştım, ben onu kandırıp geride bırakmıştım. Bedelini canımla ödemiştim belki ama onu geride bırakışımı asla affetmeyeceğini biliyordum.

Ben de onu affetmeyecektim.

Buraya neden gelmiştim? Evcilik oynamak için mi? Birkaç gün daha onunla kalmak için mi? Yoksa şımarıklığım yüzünden mi? Kendimden ve ondan çok nefret ettim.

Her şeyi başlatan oydu ama ben de ona eşlik etmiştim. İlk yalanı söyleyen oydu ama ben de onu takip etmiştim. İkimizin de masum olmadığımızı fark ettim.

Banyodan çıkarken bornozuma sıkıca sarıldım ve salona doğru yürüdüm, hala onu bıraktığım yerde oturuyordu ama gözleri cama, şehrin ışıklarına dönmüştü. Dalgın görünüyordu. İçimden ona sarılmak geldi, her şeyin güzel olacağını söylemek geldi. İçimden ona, babasının ona iftira attığını söylemesi için yalvarmak bile geldi.

Oysa yapabildiğim tek şey bir heykel gibi onu izlemekti.

Birkaç saniye sonra beni fark etti, hep ederdi. Başı yavaşça bana dönerken ayağa kalktı ve bana doğru adımlamaya başladı. Duvara yaslanıp yanıma yaklaşmasını bekledim.

Nitekim aramızda çok az bir mesafe kaldığında iri arduaz siyahı gözleri salonun loşluğuna rağmen çok net ve berraktı. İçinde çok şeyler gizlemesine rağmen dibi tertemiz bir nehir gibi akıp gidiyordu gözlerimden bakışları. Sanki o bir nehirdi ama yatağı bendim. Nereye ulaştığını hiç bilmezdim ama yine de hep üzerimden akıp giderdi.

Kendimi tutamadım ve, "Baban yalan söyledi, değil mi," diye sordum. Bu son şansımızdı, bunu değerlendirsin istedim. "Öyleydi," dedim yutkunarak, "biliyorum, öyleydi." Sonra içime titrek bir nefes çektim. "Lütfen söyle."

Bana yaklaştı, gövdesi benimkine değdi ve parmakları bornozun üzerinden belime yerleşti.

"Doğruları söyledi," dedi hiç teklemeden.

O büyük salonun başıma geçtiğini hissettim.

"Yalan söylüyorsun," diye fısıldadım. Beni kendine inandırmasını hala çok istiyordum. "Ben sana inanıyorum."

Nasıl oldu bilmiyorum ama, dedim içimden. Ben hep seni seçerim Yiğit.

Elimi uzatıp yanağına dokundum, sakallarını okşadım.

"Bunu sen yapmadın." Başımı iki yana salladım. "Sen seçmedin beni."

Çenesini dikleştirdiğinde bakışları da yükseldi ve gökyüzündeki uzak bir yıldızı andırırcasına parladı.

"Ben seçtim."

Sesi pürüzsüzdü, korkusu ya da kaygısı yoktu.

Bir umut aradım bizim için, onu affedebilmek için. Geriye dönüş yolunu bulmak için önümü aydınlatsın diye gözlerine baktım ama onun benim içimdeki ışıkları söndüren adam olduğunu çabuk unutmuştum belki de.

"Sana aşık olmamı mı istedin?"

Başını sallarken, "İstedim," dedi hiç çekinmeden.

"Olsam," diye fısıldadım. "Bu sana yeter mi?"

Duvarla arasında sıkışan bedenim çok gerilmişti, o da gergindi, bunu hissedebiliyordum.

"Yetmez."

Yetmedi. Yetmeyecekti.

Bornozumun bağını çözdüm ve omuzlarımdan aşağı doğru çektim. Sırtımı duvardan ayırdığımda yavaşça yere düştü. Şaşırmış gibiydi ama tepki vermedi, gözlerini gözlerimden çekmedi. Çıplak göğüslerim gömleğine sürtününce ürperdim.

"Ne olduğunda yeteceğini biliyorum," dedim başımı dikleştirerek ve cesur görünmeye çalışarak. "Benimle yatınca bitecek." Böyle olmadığını söylemesini istedim. "Rızam var, istiyorum."

Yüzünde oluşan alaycı ve beni küçük gören ifade canımı yakmıştı.

"Beni bu kadar iyi tanıyorsun yani," dedi hala gülümserken.

Başımı salladım.

"Ne olduğunu, ne yapacağını biliyorum," dedim son bir gayretle.

"O zaman benim böyle tahrik olmayacağımı da bilmelisin." Göz kırptı. "Beni tahrik edebilir misin?" Başını iki yana salladı. "Sadece karşımda soyundun, istediğini söyledin diye bunu yapacağımı mı sanıyorsun?"

"Başka ne yapabilirim," derken üşümeye başlamıştım, soğuk duvar tenime iğne gibi batıyordu sanki.

"Ne yapabilirsin mesela?"

Niye bu kadar acımasızdı? Onu bıraktığım için mi?

"Hiç," dedim açıkça. Ama hemen sonra vazgeçtim, ne kadar ileri gidebileceğini görmek istedim. "Sen ne istersin?"

"Beni tahrik etmen için mi?"

Onu hiç hayal edemiyordum, rüyasını bile görmüştüm ama hayal edemiyordum. Zaten hayal etmiş olsaydım bile şu anki ifadesini hayal etmezdim. Bana sarıldığını, güzel şeyler söylediğini, saçlarımı okşadığını hayal ederdim.

"Belki," dedim, ben daha fazla ileri gidememiştim.

"Sınırların neler," diye sordu yine göz kırparken, "ne kadar ileri gidebilirsin?"

Yine yırtıcı ve vahşi bir aslanın ifadesi yerleşmişti mermer beyazı çehresine. Bileğimi öpen, bana sarılan ve yaşadığım için Tanrı'ya şükreden o adam kaybolmuştu. Hangisi gerçekti? Hangisi benim aşık olduğum Yiğit'ti?

"Bilmiyorum," diye mırıldandım açıkça, "denemedim, bilmiyorum."

"Ben söyleyeyim," derken gülümsemesi daha da genişledi, artık canımı çok yakmaya başlamıştı. "Hiçbir şey yapamazsın. Senin sınırın bu, sen hiçbir şeyin sınırındasın."

"Yalancı piç," dedim hırsla, göğsüne vurdum. "Benimle sevgili olmak istediğinde de böyle mi düşünüyordun!"

"Evet," dedi sorar gibi, tek kaşı havalanmıştı. "Ne beklediğimi sanıyordun?"

"Senden iğreniyorum," dedim başımı iki yana sallayarak. "Tiksiniyorum senden."

Parmakları çenemi nazikçe kavradığında başımı kaldırdı.

"Ve iğrendiğini iddia ettiğin adamın karşısında çıplaksın, seninle sevişmesini istiyorsun üstelik. Doğru mu anladım?"

Gülümsedi, iki elimle bileğini kavramaya çalıştım ama o da diğer eliyle benim bileklerimi tuttuğunda canım çok acıdı ve ağzımdan tuhaf bir inleme çıkarken hızla çektim sargılı bileğimi. Gözlerim dolmuştu.

"Çekil," dedim sertçe ama beni sıkıca tuttu. Gözlerindeki o aç aslanın bakışları yerini kısa bir anlığına şefkate bıraktı.

"Acıdı mı çok?"

"Hoşuna mı gitti?" Onu itmeye çalıştım. "Sana inanmıştım. Ne kadar da yanılmışım. Baban haklıymış, Oğuz ve Evren de öyle. Sen babanın bir kopyasısın." Gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir ifade gördüm. "Sen Engin Uluhan'ın aynısısın."

Mermer beyazı yüzü bir balyoz darbesi yemiş gibi dağıldı ve beni belimden sıkıca kucaklayıp havaya kaldırdı. Başım omzundan geriye düşmüştü. Bacaklarımı beline sarıp ona tutundum ama aynı anda çığlık da atmıştım.

Hızlı birkaç adımla yemek masasına yürüdü ve üzerindeki her şeyi tek bir hamleyle yere devirdikten sonra beni sertçe masaya bıraktı.

Sırtım ahşaba çarptığında yüzümü buruşturdum, canım yanmıştı. Ama o bunun farkında değil gibiydi. Bacaklarımı aralayıp ortasına yaslandı ve bana doğru eğildi.

Gözlerindeki öldürücü ifade kurşun gibi kalbimin üzerine yağıyordu sanki. Yırtıcı, vahşi bir şeyler vardı hareketlerinde. Bana hiç böyle davranmamıştı.

"Babamı da çok iyi tanıyorsun yani," derken yüzünü bana yaklaştırdı. Nefesi dudaklarıma vurdu.

"Oğuz öyle söylemişti," dedim titrek bir sesle. "Babana benzediğini söylemişti."

Gülümsedi. Bir aslanın avının en zayıf halini fark ettiği andaki mutluluğunu anımsattı gülümsemesi. Boynum dişlerinin arasındaydı.

"Doğru söylemiş," derken gururlandı sanki, "ben babamdan da orospu çocuğuyum." Yutkundum. Yanlış bir şey söylemiştim, bunu anladım. "Sevişmeye hala rızan var mı?"

Kalbim gümbürdedi.

"Var," dedim geri adım atmadan.

Kendini bana yasladığında kemerinin metali bacaklarımın arasına sürtündü, fermuarı ve düğmesi de öyle. Bu kasıklarımda bir yeri okşadı ama aynı anda fermuarın canımı yaktığını da hissettim.

Aynı şeyi hızla tekrarlamaya başladığında aldığım zevk ve acı da arttı.

"Yavaş ol," dedim gözlerimi kaçırarak ama onun bakışları bacaklarımın arasına kaymıştı.

"Kemer mi, yoksa fermuar mı," diye sordu anlamış gibi.

"İkisi de." Başımı cama doğru çevirip yanağımı masaya yasladım.

"Bana bak." Çenemi kavradı yine, sesinin aksine dokunuşu yumuşacıktı, sanki mutlu bir anın içindeymişiz gibi nerdeyse tenimi okşayarak başımı ona doğru çevirdi. Gözlerindeki şehveti gördüm. "Şimdi içine girebilirim. Bunu ister misin?"

"Evet," dedim sakince. Hayır, sadece uyumak istemiştim. Ama onu durdurmadım. Âşık olmam bile ona yetmemişti.

Yine güldü.

"Gözlerime bakabilir misin?" Yine göz kırptı. "Seninle seks yaparken bana şehvetle dokunabilir misin?"

"Böyle biri değildin." Gözlerim doldu. "Böyle konuşmazdın, böyle çirkin şeyler söylemezdin." Gözlerim sağlam bileğimi kavramış ellerine gittiğinde o da aynısını yaptı. "Bana nazikçe dokunurdun. Şimdi neden oynuyorsun?"

Yutkunduğunda gözlerindeki kararsızlığı gördüm.

"Ben hep buydum," dedi aniden, "asıl o zaman oynadım sana."

"Yalan söylüyorsun."

Bana bir oyun oynamıştı ama beni cinsellikten vuramazdı, bunu bana yapamazdı, biliyordum. Yapsa bile inanmazdım, altına bir sebep arardım. Ona bir şeyler anlattığım ilk gece bana yatağını vermişti, çığlıklarıma katlanamadığını söylemişti, beni asla cinsellikten vurmazdı, oynuyordu, biliyordum.

"Yalan söylemiyorum," dedi sertçe. "Tek derdim benimle yatmandı. Kafaya taktım işte seni. Ulaşılmaz geldin."

"Yalan söylüyorsun," ağlamaya başlamıştım, "eğer öyle olsaydı sarhoş olduğum gece beni durdurmaya çalışmazdın. Hastane odasında da yapardın bunu."

"Yalan söylemiyorum," dedi bağırarak. İyice üzerime eğildi. "Ben buyum, buna inan. Nefret et artık benden amına koyayım! Nefret et de kolaylaştır işimi!"

"Eğer doğruyu söylüyorsan şimdi yaparsın," dedim bacaklarımı daha da aralayarak. "Eğer tek derdin sadece benimle sevişmekse şimdi yaparsın. Kalbimi kırdığını, canımı yaktığını bile bile ve bunu hiç umursamadan sevişirsin benimle."

Onu kendime doğru çektim.

"Hadi yap," dedim sakince.

Alnını alnıma yasladı.

"Yalan söylemiyorum," diye fısıldadı. Benden çok kendini ikna etmeye çalışır gibi.

"Söylüyorsun," dedim pes etmesini umarak.

Gözlerini kapattı ve, "Yalan söylüyorum," dedi acı içinde. "Sana yüzlerce kez doğruyu söylediğimde hepsinin yalan olduğunu sandın, sana ilk kez yalan söylüyorum ve asıl şimdi gerçeği gördün." Yerinde doğruldu. Çıplak bedenime bakarken omuzları çöktü. "Bana böyle, bir an önce olsun ve bitsin düşüncesiyle teslim olduğunu görmektense seninle ömür boyu sevişmem."

"Beni sen bulmadın," dedim hala ağlarken, "söyle bunu."

Hiçbir şey söylemedi, sessiz kaldı. Sessizliğini neye yormam gerekiyordu?

Üzerime eğilip beni nazikçe kucakladığında bacaklarım beline tutundu, kollarım da boynuna. Çıplaklığıma rağmen düşmemek için ona sıkıca sarıldım ve yatak odasına doğru yürürken başımı omzuna yasladım.

İçeri girdiğimizde ışığı açmadı ve beni yavaşça saten çarşafların üzerine bıraktı, aynı anda kendi de yatağın üzerine çıkmış ve bacaklarımın yarattığı boşlukta dizlerinin üzerinde duruyordu.

Gözlerinin bedenimi süzüşüyle bacaklarımı kapattım ve bir elimi de oraya indirip kendimi örtmeye çalıştım. Ama elimi oradan çekti ve yavaşça bacaklarımı yeniden iki yana doğru açtı. Hemen gözlerimi kapattım.

Üzerime eğildiğini artan sıcaklıktan anladım, parmakları belimin kenarını okşarken dudakları göğüs uçlarıma dokundu ve sonra dilini de orada hissettim.

Derin bir nefes alırken sağ elim saçlarına gitmiş ve gür saçlarını okşamaya başlamıştı, gözlerim hala kapalıydı ama Yiğit'in varlığı kapalı gözlerimden bile zihnime yansıyordu.

Dili tenimin üzerinde daireler çizerken buna çok hazırlıksızdım, büyük bir şok dalgası gibi gelmişti bedenime dokunuşları. Ama onu durduramadım da, heyecanlanırken gevşediğimi de hissettim, sanki bedenimin buna ihtiyacı vardı.

Bir eli yavaşça bacaklarımın arasına kaydı ve orayı okşamaya başladı. Bacaklarım benden izinsiz aralanmıştı, kırdığım dizlerime değen gömleğinin yumuşak kumaşı içimi gıcıkladı.

Gözlerimi araladığımda ilk gördüğüm şey yüksek tavana yansıyan ışıklardı ama sonra başımı eğince onunla karşılaştım, onun bakışları da bendeydi, gözlerimi açmamı bekliyordu. Nitekim göz göze geldiğimiz ilk an dilini geri çekip göğüs uçlarıma dişlerini geçirince sırtım yataktan yükseldi ve yine o garip sesleri çıkartmamak için kendimi tutmaya çalıştım. Aynı anda saçlarındaki elimi çekip saten çarşafı kavramıştım.

Aynı şeyi iki kez daha ve giderek şiddetlenen bir güçle tekrarladığında daha fazla kendimi tutamadım, dudaklarımın arasından birkaç inleme çıktı.

Yiğit memnunca gülümserken yukarı doğru tırmandı ama bir eliyle yatağa yaslanmıştı, ağırlığını üzerime vermedi.

Yüzlerimiz eşitlenince içini çekip elini göğsüme götürdü ve parmaklarını kapatarak sıktı.

Yine aynı sesi çıkartırken titremeye başlamıştım.

"Acıyor mu?"

Başımı iki yana salladığımda göğsümdeki eli benim sağ elime ulaştı ve sonra ikimizin avcunu da aynı yere yaslayıp yine parmaklarımızı kapattı.

Yutkundum, görüntüsü silikleşirken yüzündeki vahşi ve tutkulu ifadeyi bir rüya gibi görüyordum. Beni korkutan ama aynı zamanda beni memnun eden bir rüya.

Aynı memnuniyet onda da vardı, dolgun dudakları çapkın bir tebessümle kıvrılırken bu defa uzanıp boynumu öpmeye başladığında boynuna sarıldım ve yüzünü boynuma bastırırken başımı geriye atıp boynumu rahatça öpmesini sağladım.

Dudakları yine kıvrıldı, bunu tenimde hissettim ve öpücükleri sertleşti. Bir eliyle de bacaklarımdan birini beline sarmıştı. Soğuk kemerin tokası yine aynı yere değince içim titredi.

"Yiğit," diye fısıldadım, korkuyor muydum bilmiyorum, "sevişecek miyiz?"

Bu defa hırıltılı ve genzinden bir şekilde gülerken boynumdan ayrılan yüzü biraz uzaklaştı, gözlerindeki tutkuya değen şefkati de tanıdım.

"Kendini bana bırak," dedi sadece.

Sesi yoğundu, bakışları ve ellerinin bıraktığı etki gibi.

Başımı salladım, kendimi ona yenilmiş, teslim olmuş gibi hissettim ama engel de olamadım.

Dizlerinin üzerinde doğrulup gömleğinin düğmelerini açtı ve sonra bana eğilip çıplak gövdesini göğüslerime bastırdı. Ama bu da çok uzun sürmemişti çünkü yavaşça aşağı doğru kayarken dudakları göğüslerimden karnıma, oradan da kasıklarıma inince aklımı kaybettiğimi sandım.

Sırtım yeniden yataktan ayrılırken derin öpücükleri yavaşça bacaklarımın arasına doğru indi.

"Yiğit," dedim durdurmak isteyerek.

Başının hafifçe kaldırıp bacaklarımın arasından bana baktı. Sakalları ve saçları da tenime değiyordu, bunun beni delirteceğini sandım.

"Sakin ol."

Sesi güven veriyordu ama bakışları çok tehlikeliydi, hangisine inanacağımı bilemedim.

Bir eliyle karnıma bastırıp beni yatağa sabitledikten sonra kalçalarımı tutup biraz yükseltti ve sonra gözlerini yine benden ayırdı. Bunu hiç düşünmemiştim, aklıma bile gelmemişti, bu yaptığımız diğer her şeyden daha utanç vericiydi.

Dilini hissettiğimde çığlık atıp doğrulmaya çalıştım ama aynı anda o da başını kaldırıp yine karnıma bastırdı.

"Gevşe," dedi tecrübeli ve özgüvenli bir ifadeyle, "bırak kendini."

"Bunu yapmana gerek yok," diyebildim zorlukla ama kolu yüzüme uzandı ve işaret parmağını dudaklarıma bastırdı.

"Yapacağım," derken çok kararlıydı, "uzan geriye."

Gözleri ateş topu gibi ışık saçarken başını yeniden eğdi ve saçlarıyla dudaklarını hissettiğim an restoranın lavabosunda yaptığı şeyin bir hiç olduğunu anladım.

Aklım bulandı, başımı yastığa yaslayıp gözlerimi kapattım ama birden hissettiğim dudakları içimdeki mantıklı her şeyi yakıp küle çevirdi.

Sağ elimi dudaklarımın üzerine kapatıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım, bu bir işe yaramadı. Dudakları karşısında çok zayıf ve güçsüzdüm, ona direnebilirdim ama yapamadım. Yapabildiğim tek şey boğuk sesler çıkartarak kıvranmak oldu.

"Sabit dur," dedi dudaklarını çekerek, "hareket etme."

Görmeyeceğini bildiğim halde başımı salladım ama bedenim ben farkında olmadan havalanıp karaya vurmuş balık gibi çırpınıyordu yattığım yerde.

Kendimi onun karşısında sudan çıkmış bir balık kadar zayıf ve çaresiz hissettim. Bana nasıl bu kadar güzel şeyler yapabiliyordu, nasıl iğrenmiyordu?

Boğuk seslerim çığlığı andıran bir tonda yankılanırken elleriyle kalçalarımı daha sıkı kavradı ve hareket etmeme engel oldu.

Dilini hissettiğimde çarşafları daha sıkı tuttum, dudaklarımdan sürekli ismi dökülüyordu. Belki ona sesleniyordum, belki de ne söyleyeceğimi bilmediğim için çaresizce adını sayıklıyordum, bilmiyorum. Gözlerime yaşlar dolmaya başladı, canım acımıyordu ama aynı anda çok yoğun bir acı da hissediyordum sanki orada.

Bileğim sızlarken çarşafı bırakıp ellerimi saçlarına götürdüm ve çok ayıp bir şey yaptım. Başını bacaklarımın arasına daha çok bastırdım.

Ama o an tuhaf bir şey oldu, Yiğit başını kaldırdı ve ona uzanmış sol bileğimi tutup, "Siktir," dedi korkuyla. Ben de başımı eğip ona baktım, bir aslanın gölgesi gibi vurmuştu yatağa varlığı. "Bileğin kanamış."

Beni bırakacağını anladığımda yerinde doğruldu ama sağ elimi başını uzattım ve ağlayarak, "Yalvarırım bırakma," dedim, bunu söylerken utanıyordum ama bedenimin duyduğu haz o kadar güçlüydü ki, bıraktığı an sahiden acı çektiğimi hissettim. "Devam et, lütfen," diye direndim.

Gözleri tereddütle kısılırken aslında bu çırpınışımdan tatmin olduğunu biliyordum.

"Bırakma lütfen," dedim tekrar, yanaklarım yaşlarımdan ıslanmıştı.

Derin bir nefes alıp bir eliyle kalçamı, diğeriyle sol kolumu sıkıca tuttu ve, "Sakın elini kullanma," dedi uyararak, "birazdan sargını değiştireceğim."

Başını yeniden eğdiğinde az önceki yoğun hislere kavuştuğum için bedenim rahatladı ama ben bu yaptığımdan çok utandım.

Senden utanıyorum, dedi iç sesim.

Ben de kendimden utanıyordum ama insan doğasını inkâr edemiyorduk demek ki. Arzu ve ilkel istekler, insan için utanma duygusundan daha kudretliydi. İnsan bedeninin de zaafları vardı ve ben bu zaafa ilk kez bu kadar yenik düşmüş, tutsak olmuştum.

Seslerim çığlıkları andırarak yükselmeye devam ederken daha çok ağladım ve bütün bedenim elektrik dalgası yemişim gibi yatağın üzerinde savrularak titredi. Kalçalarımı kaldırıp ona yaklaşmaya çalışıyordum. Bunu fark edince dudaklarının ve dilinin baskısını arttırdı ve sanki beynimin içine bir sis bombası attı.

Orada bir yerlerde, aklımın bile derinliklerine sızan, sinir uçlarımı ayağa kaldıran bir gerçeklik, bir tutku vardı ve bunun ağırlığı dayanamayacağım kadar artmıştı.

Sağ elimle yumuşak saçlarına tutundum, çığlık atıp hıçkıra hıçkıra ağlarken kasıklarımdaki yoğun baskı bana her şeyi unutturacak kadar yükseldi ve kendimi büyük bir boşlukta ya da hafif bir bulutun üzerinde süzülüyormuş gibi hissederken buldum.

Gözyaşlarım arttı, durmaksızın ağlıyor ve titriyordum, aynı zamanda sürekli canım çok yanmış gibi sesler çıkartmaya devam ettim.

Yiğit başını kaldırınca saçlarının, teninin ve sakallarının oraya değip beni delirten baskısı son buldu ve yanıma gelip sırtını yatak başlığına yasladıktan sonra beni göğsüne çekti.

Ona sıkıca sarılıp sarsılarak ağlamaya devam ettim.

"Tamam güzelim," dedi saçlarımı okşarken, sesindeki arzu yerini saf bir şefkate bırakmıştı. "Sakin ol."

O böyle konuştuğunda sakinleşirdim ama şimdi böyle olmamıştı, bedenimdeki dalgalanmayı durduramadım.

Kollarını bana sardığında hala titriyordum, gözyaşlarım çıplak göğsüne akarken başını eğip saçlarımı öptü ve, "Sakin ol," diye tekrarladı yumuşak bir sesle, "sakin ol güzelim."

"Öleceğimi sandım," dedim hıçkırıklarımın arasından.

Tutkuyla dağılmış, mahvolmuştum, onu devam etmesi için zorlamıştım. Yaptıklarımı hatırlayınca hem az önceki, hem de şimdiki halimden çok utandım ve yüzümü görmesin diye başımı boyun girintisine yasladım.

"Biliyorum." Yeniden saçlarımı öptü ve yanağımı okşadı. "Sakin ol şimdi."

Yavaş hareketlerle kollarımı okşarken bir eli de bileğimi tuttu ama, "Lütfen dur," dedim sadece. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı, bileğimin acısını bile unutmuştum.

Beni şaşırttı ve ısrar etmedi, sadece, "Şşt," diye mırıldandı güven veren bir sesle, "buradayım, sakin ol."

Derin nefesler almaya çalışırken boynuna sıkıca sarıldım, o da belimi sarmıştı ama uzanıp altımdaki pikeyi yavaşça yukarı çekti ve üzerimi örttü. Sonra yavaşça yatakta kayarken beni de kendisiyle beraber sürükledi ve başını yastığa koyduğunda benim başımı da göğsüne yasladı.

"Uyu şimdi," dedi hala saçlarımı okşarken, "dinlen biraz."

"Gitme sakın," dedim ben de ona daha sıkı sarılarak.

Dudakları nahif bir baskıyla şakağıma değerken belimi daha sıkı kavramıştı.

"Bırakmam seni," dediğinde gözlerimi sıkıca kapattım, "buradayım."

Başımı salladım ve başka hiçbir şey söylemedim. Kendimi o kadar tuhaf ve yorgun hissediyordum ki sadece uyumak istedim ve derin soluklar alıp göğsünden gelen kokusunu içime çekerken uykuya dalmayı, bu duygu yoğunluğunu unutmayı bekledim.

Zihnimdeki dalgalanma, arzu ve utanç arasındaki o gelgitli şiddet son bulurken uyku yorgun bedenime yavaş yavaş çöktü ama saçlarımda dolaşan parmakları bilincim kapanmak üzereyken bile hissettim.

Konuşmasıyla beraber havaya çarpan sıcak ve taze nefesini de.

"Sana o yaseminleri ben almıştım," diye mırıldandı Yiğit, bu bir hayal de olabilirdi ama kendimi kaybetmeden önce hatırladığım son şeydi.

🦌

Gözlerimi araladığımda gördüğüm ilk şey büyük camlardan içeri vuran güneşti. Yüksek katlı binaları ve çatılarını, tepelerdeki büyük elektrik direklerini ve çatıların üzerlerine yuva yapmış kuşları yattığım yerden gördüm.

Dirseğimin üzerinde doğrulurken tenimin her yerine değen saten çarşaflar bana çıplaklığımı hatırlatınca sanki birisine yakalanmış gibi pikeyi boynuma kadar çekmiştim.

Elimi arkaya uzattığımda parmaklarım yalnızca yumuşak satene değdi, Yiğit yoktu.

Belki de işe gitmişti.

Ama dün gece olanlardan sonra beni kendi yatağında ve çıplakken yalnız bırakmasına kırıldığımı hissettim.

Yavaşça biraz daha doğrulurken düz bir pozisyona gelip sırtımı yatak başlığına yasladım ama başımı kaldırıp gözlerimi karşıya diktiğimde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

Yiğit altına bir eşofman giymişti, üstü çıplaktı ve göğsü güneş ışığıyla parlayan mermer bir heykelinki gibiydi. Bacak bacak üzerine atmış, elinde bir kahve kupasıyla karşımdaki tek kişilik koltukta otururken bana bakıyordu.

"Günaydın," dedi ve yerinden yavaşça kalkıp bana doğru yaklaştı, üzerime eğildiğinde yanağımdan öptü ve sonra kupayı bana uzattı, "tadına bak, beğenirsen sana da yapacağım."

Pikeyi biraz daha çekerken saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım, yanaklarım kıpkırmızı olmuştu kesin.

Birkaç yudum alınca bardağı çekti ve bir cevap bekleyen ilgili gözlerini benimkilere dikti.

"Çok uyudun," dedi düz bir sesle, "bir şeyler yedikten sonra sana da yapacağım, uykun açılsın artık." Sonra biraz geri çekildiğinde yüzüne bakmak için başımı kaldırmak zorunda kalmıştım. "Nasıl?"

"Güzel," diye mırıldandım. Gözleri büyük bir açıklıkla, dün geceyi hatırlatır gibi bakıyordu bana. Gözlerimi ondan kaçırıp parmaklarıma odakladım. "İçebilirim ben de."

Çenemi kavrayan parmakları yeniden başımı kaldırdı ve kaşlarını çatarken, "Yanakların kızarmış," dedi biraz da şaşırmış gibi. "Benden mi utanıyorsun?"

"Hayır," dedim hemen, sonra gülümsemeye çalıştım. "Sıcak geldi biraz."

Ama bana ikna olmamış gibi baktı. Nitekim içini çekti ve, "Benden utanmana gerek yok," dedi bu sefer de, sesi uyarı doluydu sanki, "birbirimizin birçok halini gördük, bunu aş artık, tamam mı?"

Başımı salladığımda gülümsedi.

"Üzerini giyinip gel, mutfaktayım."

Yiğit odadan çıktığında derin bir nefes aldım ama hala yanaklarım ve boynum yanıyordu. Belki ona kızgındım, belki de kendime kızgındım, bilmiyorum. Yine de bunu atlatmam zaman alacaktı. Kendimle ve yaptıklarımla barışmaya çalıştım. Bana çok güzel şeyler hissettirmişti, dokunuşları çok güzeldi.

Ama ahlaksız biri gibi mi davranmıştım?

Üzerime Yiğit'in yatağa bıraktığı temiz tişörtlerden birini giydikten sonra mutfağa gittim. Tezgahın üzerine bir kupa daha çıkartmış, kahve makinesinin başında bekliyordu, üstü hala çıplaktı.

Başı bana dönünce, "Kahven hazır olmak üzere," dedi ve cam masayı işaret etti, "hadi ye."

Büyük bir kase dolusu salata vardı masanın üzerinde.

"Bunu sen mi yaptın," diye sordum sandalyeye otururken.

Kahvemi önüme bırakıp tezgaha yaslandı ve başını salladıktan sonra, "Ton balıklı," diye açıkladı, "sevip sevmediğini bilmiyorum ama güzel yaparım, yiyenler beğenir genelde."

"Severim." Bir çatal aldım, hoşuma gitmişti, muhtemelen özel bir sos kullandığı için aroması diğerlerinden farklı ve özeldi. "Eline sağlık."

"Afiyet olsun."

Ben salatamı yerken kahvesini içmeye devam etti ve sonra ona yardım tekliflerimi reddederek mutfağı tek başına toparladı, aynı zamanda akşam yemeği için de bir şeyler yapmaya başlamıştı bile.

Oturduğum yerden onu izledim, o da önüme düzenli aralıklarla meyve ya da kuruyemiş tabakları bırakıyordu.

Çok ciddi bir ifadesi vardı, önemli bir iş yapıyormuş gibi ilgileniyordu yemeklerle. Bazen gözlerini kısıyor, kaşlarını çatıyor ve bunu yaptığını bile fark etmiyordu. Eğilip yemeğin tadına bakarken gerilen sırtına parlak mutfak ışığı vurduğunda içimi çektim.

Keşke üzerine bir şeyler giyseydi ama bunu ona söylemedim. En nihayetinde işi bittiğinde masaya yerleştirdiği geniş tabağıma kaşarlı biftek, yeşil salata ve sebze haşlaması koydu, kendisi de karşıma geçmişti.

"Bunların hiçbirini sevmediğini sanıyordum," dedim şaşırarak.

Kendi tabağına da salatadan koyarken bakışları beni buldu ve sorar gibi göz kırptı.

"Yemeklerde kaşar ve haşlanmış sebze."

Omuz silkti.

"Hasta yemeği menüsü böyle oluyor," dediği an çatal elimden kayıp cam masaya çarptı ama çabuk toparlayıp sadece başımı salladım ve, "Afiyet olsun," diye mırıldandıktan sonra salatamı karıştırmaya başladım.

Birkaç saniye boyunca hiç hareket etmedi, sonra sıkıntıyla iç çekip ayağa kalktı ve tabağını da eline alıp yanımdaki sandalyeye oturdu.

"Öyle demek istemedim," dedi pişman bir ifadeyle.

"Sorun yok." Gülümsedim. "Benimki de hastalık sayılır."

Tekrar sıkıntıyla nefes alırken başımı tabaktan kaldırmıyordum.

"Gerçekten öyle demek istemedim," dedi tekrar, sesi çok zayıf çıkmıştı birden. Elimi tutup çatalı parmaklarımın arasından çektikten sonra, "Tek elle kesemezsin onları, bana bırak," dedi yavaşça.

Etimi ve sebzelerimi ufak parçalara böldükten sonra çatalı bırakmayınca yemeği onun yedireceğini anladım ve, "Ben halledebilirim," diye itiraz ettim.

"Şşt, tamam," dedi sadece ve çatalı bırakmadı.

Parçaladığı yemekleri bana yedirdikten sonra ben suyumu içerken o da çoktan soğuduğuna emin olduğum yemeğini yemeye başlamıştı.

Yavaşça sandalyemi geriye çekip, "Eline sağlık," dedim yine sakin bir sesle, sonra da masadaki tabağı lavaboya bırakıp salona geçtim.

Bana hasta olmadığımı söylemişti ama yine de içinde, belki de meslekten kalan tecrübeleriyle benim hasta olduğuma inanan bir adam mı vardı? Keşke bunu bilebilseydim. Keşke aklını okuyabilseydim.

Yine dün akşamki gibi siyah minderi sürükleyerek camın önüne çektim ve üzerine oturup bağdaş kurdum. Yiğit'in mutfakta çıkarttığı sesleri duyuyordum. Aslında ona yardım etmek isterdim ama muhtemelen bunu zaten reddedecekti, o yüzden şansımı bile denememiştim.

Başımı koltuğun kenarına yaslayıp şehrin bir arı kovanındaki hareketliliği anımsatan gecesini izledim. Annemle yaşadığımız ev de bir sırtın üzerinde olduğu için balkonundan Ankara manzarası Beytepe'den Anıtkabir'e kadar gözükürdü. Parlak şehir ışıklarının yoğunluğu altında anayoldan sabaha karşı bile vızır vızır geçen arabaları izler, bazen annemle balkonda kahve içerdik.

Evi ve annemi değil ama annemle balkonda kahve içtiğimiz geceleri özlediğimi fark ettim.

Keşke annemi bulup ona benden niye bu kadar nefret ettiğini sorma şansım olsaydı.

Acaba biz mi anneliğe ve kadınlığa kutsallık atfediyorduk? Anneler ve kadınlar da insandı, belki de unuttuğumuz şey buydu. Anneler de aşık olur, anneler de diğer insanlar gibi tutkularının peşinden koşar ve eğer bir türlü sevemiyorlarsa anneler de evlatlarından nefret ederdi.

Belki de bunu kabullenmem gerekiyordu.

O sırada Yiğit'in varlığı aklımı dağıttı.

"Bir şey mi oldu," diye sordu karşıma oturduğunda.

Ona bakmadım, Ankara'nın ışıklarını izlemeye devam ettim ve omuz silktim.

"Hiç, canım sıkıldı sadece."

Yerinde hareket ettiğinde bana yaklaştığını biliyordum. Nitekim elimi tuttu ve, "Ne yapmak istersin," diye sordu yumuşak bir sesle.

Artık onun ne zaman sakin, ne zaman öfkeli olacağını tahmin edemiyordum. Gerçi, kendi duygu geçişlerimi de tahmin edemiyordum. İkimiz de dengemizi yitirmiştik. Bunun aynı anda olması kötüydü çünkü birimizden birimizin diğerini idare edebilmesi gerekiyordu. Oysa biz aynı anda parlıyor ve aynı anda sönüyorduk.

Artık ateşle baruttan farkımız kalmamıştı.

"Hiç," dedim yine, "bir şey yapmak istemiyorum."

Bana biraz daha yaklaştı ve avuçlarıyla yüzümü kavradı.

"Dışarı çıkmak ister misin?"

Dışarısı çok güzeldi. Işıl ışıl Ankara'nın kalabalık akşamına karışmanın güzel olacağını biliyordum ama canım istemedi, yorgundum.

"Hayır," derken gözlerimi ondan çekip yine cama diktim, bu manzarayı çok sevmiştim.

"Kahve içebiliriz."

Yine ve inatla yüzümü kendisine çevirdiğinde loş salonun ve Ankara'nın ışıklarının renkli gölgeleri parlak gözbebeklerine vurmuştu, gözlerinin içinden ışık yayılıyor gibiydi. Onun da manzara kadar güzel olduğunu fark ettim.

"Aşağıda," dedi, "alışveriş merkezinde."

Sitenin hemen yanındaki büyük ve lüks alışveriş merkezini severdim ama bunu da istemiyordum.

"Tatlı alırız," derken hafifçe gülümsedi ve elimi dudaklarına götürüp sargılı bileğimi öptü. "Sütlü kahve ya da daha tatlı bir içecek alırız sana, tatlı sevdiğini biliyorum." Dudakları hala sargının üzerinde, gözleri bendeydi. "Sohbet edebiliriz," dedi seçenekleri genişleterek, "ya da çevremizdeki liselilerin dedikodularını dinleriz."

Kaşlarım havalandığında açıklama ihtiyacıyla devam etti.

"Liseliler çok geliyor buraya," dediğinde yüzünde huzursuz bir ifade vardı, "bok varmış gibi." Ama sonra toparlandı. "Ergenlerle kahve sırasına gireriz."

Sessiz kaldım, bunların hepsini onunla yapmayı çok isterdim.

Ankara'ya dönmeden önce.

Yüzünü yüzüme yaklaştırırken, "Anladığım kadarıyla dışarı çıkmak istemiyorsun," diye mırıldandı. Bir eliyle saçlarımı okşayıp geriye atmıştı. Başımı salladım. "Ne yapmak istersin peki?"

"Hiç," dedim yine omuz silkerek. Sonra başımı manzaraya çevirdim. "Buradan bakar mıydın," diye sordum, "yani canın sıkıldığında bu evleri ve ışıkları izler miydin?"

"Evet," dedi Yiğit, "buranın manzarasını seviyorum."

Gülümsedim.

"Ben de sevdim."

Sonra elimi uzattım ve karşımızdaki alçak tepeyi gösterdim.

"Şuraya bakar mıydın hiç," diye sordum ve gözlerimi ona çevirdim, bana beni anlamamış gibi bakıyordu. "Şuraya şuraya," diye direttim gösterdiğim yere bakması için. Kaşları çatılır gibi oldu ama dediğimi yapıp cama döndü.

"Yani," dedi pek de emin olamadan, "bakardım sanırım, bilmiyorum."

"Tepenin arkasındaki sitenin çatılarını gördün mü?"

Gözlerini kıstı ve başını salladı.

"İşte," dedim daha çok gülümseyerek, "ben orada yaşardım. Sen benim hakkımda planlar yaparken ben o evlerden birinde yaşıyordum." Başı yavaşça bana döndüğünde göz göze geldik. "Hatta belki sen de bu evde kalıyordun ve karşıma çıkmadan önce beni kendine nasıl âşık edeceğinin planlarını yapıyordun. Arada mola verdiğinde mesela, o güzel gözlerinle camdan bakıyordun," dediğimde yutkundu. "Ve ben senin hiç fark etmediğin o evlerden birinde uyuyordum."

Ben tren istasyonlarından birinin üzerinde, ücra bir kasabadaki o ışıklı evdim. Vagonları kalabalık ve şehir merkezlerinden kalkıp şehir merkezlerine varan bir tren gibi önümden geçip gitmişti Yiğit.

Küçük kasabalarda trenler ve yolcular çok sevilir; yeni insanlar, bavullar dolusu yeni hikâyeler de öyle. Küçük kasabalarda çocuklar tren saatlerini ezbere bilir ve istasyonlarda vagonların arkasından koşturup camlardan bakan yolculara el sallarlar.

Bir yolcunun camdan birkaç saniye gördüğü, hatta belki el salladığı o çocuklar ve ışıklı evler aklından hemencecik silinip gider. Oysa ışıklı evler ve çocuklar o yolcuları hiç unutmazlar.

Ben o ışıklı evlerden, o çocuklardan biriydim. Yiğit'se bir yolcuydu. Bana defalarca bakmıştı ama hiçbir zaman onun aklında ben, benim aklımda onun kaldığı kadar kalmamıştım.

Arduaz siyahı gözlerinde yine kaçtığı o duygu vardı: pişmanlık.

Derin bir nefes alırken yine gülümsemeye çalıştı.

"Yemek yapmak ister misin," diye sordu bu defa, hala elimi bırakmıyordu ve yine elimi tutup sargılı bileğimi öpmüştü. "Tatlı da yapabiliriz."

"Biraz yorgunum," dedim kırıcı olmamak için.

Benim için çabaladığını biliyordum.

Kehanetim tutmuştu, hayattan kopup gitmek üzere olan birini hayata bağlamak için çırpınıyordu sanki. Oysa ona o cümleyi kurarken, onu çırpındıracak kişinin ben olduğumu hiç düşünmemiştim. (6. Bölüm)

"Anladım." Başını salladı. Pes edeceğini sandım ama bana yaklaştı ve uzanıp boynumu öptü. "Dün gece yaptığım şeyi yapmamı ister misin?"

Sorusuyla gerildim, anında yanaklarım ısınmaya başladı ve bacaklarımın arasındaki kıpırtı hoşuma gitmemişti.

"Bedenini rahatlatabilir, sonra da uyursun."

Yutkundum, terlemeye başlamıştım.

"Bunu birine yaptın mı hiç?"

Dudaklarını boynumdan çektiğinde gözlerime uzun uzun baktı ve, "Hayır," dedi açıkça, "ilk sendin."

Başımı sallarken gözlerimi ondan kaçırmıştım.

Neyse ki konuyu yeniden açıp beni utandırmadı ve, "Duş almak ister misin," diye sordu.

Sabrı beni şaşırtmıştı. Her teklifini reddediyordum ve hala sinirlenmeden, büyük bir sabır ve inatla yeni seçenekler sunuyordu.

"Aynaya bakmak istemiyorum," dedim soğuk bir sesle. "Yüzümü görmek istemiyorum." Onu ittirdim ve bakışlarından kurtuldum. "Ceset gibi bir suratım var, çirkinliğimi görmek istemiyorum."

Onu ittirmeme rağmen elini uzatıp beni belimden kavradı ve kendisine doğru çekti, bana ilgiyle bakan bir adamın gözlerini gördüm. Gördüğü en güzel şey benmişim gibi bakıyordu.

Bakışlarına yalan söylemeyi nasıl öğretmişti?

"Eğer seni tanımasaydım," diye fısıldadı ve dudağımı öpüp geri çekildi, "ve suretin zihnime düşseydi, bu yüzü unutmamak için güzelliğini bir tuvale dökerdim."

İçimde bir şey oldu, bir şeylerin kıpırdandığını hissettim. Önüme atılan umut kılçıklarıyla doyabileceğime ilk kez o an inandım, gözlerim dolmuştu.

"Çok güzelsin," derken beni öpmeye başladı. "Beni delirtebilecek kadar güzelsin."

Dudaklarının baskısı çok hoştu ama yanaklarıma inen gözyaşlarım dudaklarıma da düştü ve bunu fark ettiğinde yavaşça geri çekildi. Gözlerime takılıp kalan gözleri yanağımdan akan birkaç damla yaşı ağır ağır takip ederken onu affedebileceğimi düşündüm.

Bana neden her şeyi anlatmıyordu?

Onu affetmek istiyordum.

"Biraz manzarayı izle," dedi ayağa kalkarken, "ben geliyorum."

Başımı salladım ve yanaklarımı silip ışıkları izlemeye devam ettim. O sırada Yiğit'in mutfakta birine telefon ettiğini duydum ama neler söylediğini anlayamamıştım, kelimeleri çok uzaktan, boğuk ve kesik kesikti. Sadece bir uğultu gibi geldi konuşması.

Kimi aradığını merak etmiştim ama öğrenmemde bir sakınca görmese yanımda konuşurdu, bunu bildiğim için hiçbir şey yapmadım ve yerimde öylece oturdum.

Saat geçtikçe alışveriş merkezinin çevresi daha da kalabalıklaşmıştı, gölün büyük, siyah bir tepsiye benzediğini fark ettim. Yakınlarındaki ufak, beyaz kule; pastanın üzerine dikilmiş beyaz bir mum gibiydi ama hala görebiliyordum.

Siyah, uzun bir tepsi ve yanındaki zayıf mumun manzarası da çok güzeldi.

Yiğit yeniden salona döndüğünde telefonu elindeydi ve biriyle mesajlaşıyordu, yanıma oturup beni kendisine doğru çekti ve bir süre boyunca ışıkları beraber izledik ama sonra kapı çaldı.

"Birini mi davet ettin," diye sordum ayaklanıp kapıya doğru giden Yiğit'e.

Çıplak ayakları parkeye çarparken, "Sayılır," dedi bana dönmeden. Paçaları uzun eşofmanı, dağınık saçları ve güzel yüzüyle bir klip oyuncusu gibiydi.

Çelik kapıyı açtığında, "Yazdığım her şeyi aldın mı," diye sordu birine. "Eyvallah."

Yemek mi sipariş etmişti?

Elinde büyük bir poşetle salona dönerken gerçekten şaşırdığım andı, yerimde doğruldum ve, "Onlar ne," diye sordum afallayarak. Çok ünlü ve de pahalı bir kozmetik firmasının büyük poşetiyle ne yapıyordu?

Yanıma geldi ve yeniden yere oturup bağdaş kurduktan sonra poşeti ortamıza bıraktı.

"Bak bakalım içinde her şey var mı," diye sordu çenesiyle poşeti işaret ederek.

"Yiğit bu ne?"

Kaşlarımı çatmıştım ama o beni görmemiş gibi ilgiyle bana ve poşete bakmaya devam etti.

"Hadi bak," dedi tekrar.

Sonunda dayanamayıp poşeti kendime çektim ve şaşkınlığım katlanarak büyüdü. Kapatıcılar, pahalı rujlar, rimeller, yüz temizleme jelleri, kokulu sabunlar, maskeler ve cilt bakımıyla makyaja dair daha benim bile ne işe yaradığını bilmediğim onlarca ürün vardı.

"Nereden çıktı şimdi bunlar," derken şaşkınlıktan dudaklarım aralanmıştı.

Omuz silkti.

"Evde vakit geçirmek için makyaj yapabilirsin diye düşündüm."

Küçük bir çocuk gibi, yaptığı sürprizin beğenilmesini bekler gibi heyecanla bakıyordu bana. Elimde olmadan güldüğümde derin bir nefes aldı ve o da güldü.

"Bilmiyorum," derken hala gülüyordum ama bir yandan da başımı iki yana sallamıştım. "Daha önce kızlardan makyaj yapmanın zevkli olduğunu duymuştum ama hiç aklım dağılsın diye makyaj yapmadım ki." Tekrar güldüm.

"Deneyebiliriz," derken çok ciddi bakıyordu, poşeti karıştırdı ve eline bir rimel aldı. "Bu ne, dudağına mı sürüyorsun bunu?"

Gülümsemem daha da genişlediğinde başımı salladım.

"Hıhım," dedim dalga geçtiğimi belli etmemeye çalışarak. Sonra poşetten bir dudak kalemi çıkarttım ve ona uzattım.

"Sence bu ne?"

Gözlerini kıstığında kalemin büyük bir kısmını elimle örtmüştüm.

"Hile yok," dedim uyararak, "üstündekileri okuma."

Kaşlarını çatmıştı ve yine sanki bir iş anlaşması imzalayacakmış gibi bakıyordu, bu hali hoşuma gitti.

"Bir insan kalemle yüzüne ne yapar ki," dedi anlam veremiyormuş gibi. Yüzünde şaşkınlığa bulanmış tuhaf bir ifade vardı, iki kaşının arasındaki o çukur kaybolmuştu ama hala boş gözlerle bakıyordu kaleme. "Göz kalemi mi bu," diye sordu sonra. Bir cevap vermediğimde özgüvenli bir şekilde sırtını cama yasladı ve devam etti. "Kesin göz kalemi."

"Hayır," dedim gülerek, "dudak kalemi bu."

"Siktir." Şokla dudakları aralandığında çok sempatik görünüyordu ama bunu ona söylemedim. "Dudakla kalemin ne alakası var? Kalem fantezisi gibi."

"Kalem fantezisi ne," diye sordum merakla.

Şaşkınlığı sırıtmaya dönüşürken, "Boş ver," dedi geçiştirmek ister gibi ve yeniden poşeti karıştırmaya başladı ama ona kalmadan bir kirpik kıvırıcı aldım ve açıp kapatarak ona gösterdim.

"Peki, sence bu ne?"

Sanırım en büyük şoku şimdi yaşıyordu çünkü inanamaz bakışlar atıyordu kirpik kıvırıcıya. Açıkçası bu aletten ben de biraz ürküyordum ve daha önce hiç kullanmamıştım ama yine de belli etmedim ve gülerek tepkilerini izledim.

Arduaz siyahı gözleri dehşete kapılmış gibi açılırken, "Bu ne, moskito pensi mi almışlar," dedi gözlerini kirpik kıvırıcıdan ayırmadan.

"O ne," diye sordum.

"Cerrahi alet," dedi Yiğit hala dehşet içindeyken, "biz bunları insan keserken falan kullanıyoruz." Sonra elime uzanıp kirpik kıvırıcıyı aldı ve açıp kapatmaya başladı. "Korkunç bir şey," diye mırıldandı. "Bunu suratında kullanmıyorsun, değil mi?"

Gözleri beni bulmuştu.

Gülerken başımı iki yana salladım ve, "Genelde gözümüzde kullanıyoruz," dedim, çok eğleniyordum.

"Hassiktir," dedi şokla, "ciddi misin sen?"

Kahkahamı durduramamıştım, Yiğit'se bana hala dehşete kapılmış gibi bakıyordu.

"Ciddiyim," dedim, "kirpik kıvırıcı bu."

Başını iki yana sallarken, "Sikerim böyle kirpik kıvırıcıyı," dedi sertçe ve hemen cebine attı, "sakın bunu kullanma, gözünü çıkartır bu."

Sırtımı koltuğa yasladım ve kahkaha atmaya başladım. Yüz ifadesi o kadar sempatikti ki saatlerce onu böyle izleyebileceğimi fark etmiştim.

Ama hemen sonra şok hali yerini şefkatli ve hafif tebessüm eden bir ifadeye bırakınca benim kahkaham da durdu.

Gözünü bile kırpmadan yüzümde asılı kalmış gülüşe bakıyordu ve dudakları hafifçe kıvrılmıştı ama onun gülüşünde hüzünlü, eksik ve canımı yakan bir şeyler gördüm. Ne gördüğümü bilmiyorum.

"Uzun süredir böyle kahkaha atmamıştın."

Bakışlarımı kaçırdım ve saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp poşetteki diğer şeylerle ilgilenmeye başladım. Sonra sırf konu değişsin diye, "Nereden öğrendin bunları," diye sordum.

"İnternetten baktım," dedi omuz silkerek. "Kadınlar böyle şeyleri konuşmaya bayılıyor herhalde, yüzlerce yorum vardı bir sitede."

Güldüm.

"Sanırım," diye onayladım onu. "Banyoda deneyebilir miyim bunları?"

Ayağa kalkıp bana elini uzattığında şaşırma sırası bana gelmişti.

Nitekim beni anlamış gibi, "Hadi gel," dedi elime uzanarak.

"Sen sıkılırsın," diye mırıldandım ama onunla kalkmıştım bile, o sırada poşeti eline alıp banyoya doğru yürümeye başladı ama koltukların üzerindeki minderlerden birini de almıştı.

"Bakarız," dedi omuz silkerek. "Seni izleyebilirim."

Geniş banyoya girdiğimizde minderi fayansın üzerine atıp, "Hadi otur," diye işaret etti ve sonra dolaplardan birini karıştırıp büyükçe bir el aynası çıkartıp bana verdi, o da karşıma oturmuştu.

Eşofmanının cebinden sigara paketini çıkarttığında ben de yüzüme ne süreceğime bakıyordum.

Yiğit sigarasını yakıp sırtını parlak banyo duvarına yasladı ve başını da geriye attı, gözleri üzerimden hiç ayrılmıyordu, farkındaydım, bu beni biraz germişti.

Sonunda bir kapatıcı seçip elimin üzerine sıktım ve rengine baktım, tenimle uyumluydu.

"Krem mi o," diye sordu Yiğit, sigaradan sesi boğuk çıkmıştı.

"Hayır." Kapatıcıyı gözlerimin altına sürmeye başladım, gözaltlarımda minicik ve zayıf mor halkalar vardı, bu görüntüden rahatsız oldum. "Kapatıcı bu."

"Neyi kapatıyor?"

Aynayı zemine yaslamış, ben de aynaya doğru eğilmiştim ve eğildiğimde yerden Yiğit'e dönüp güldüm.

"Yüzdeki kusurları, lekeleri, daha birçok şeyi," dedim açıklayarak.

Başını beni anlamış gibi ağır ağır sallarken yoğun bir dumanı aramıza üfledi ve bir an için gözlerini kaybettiğimi sandım. Arduaz siyahı gözleri gri bir sisin arkasında solup gitti kısa bir anlığına. Ve o kısacık anın bile beni çok korkuttuğunu fark ettim.

Duman dağıldığında, "Başka yöne üfle," dedim hemen, "sis gibi çöküp gözlerini kapatıyor."

Gözlerini kıstığında sigarayı söndürüp çöp kutusuna attı ve beni duymamış gibi, "Senin kapatıcıya ihtiyacın yok o zaman," dedi ciddiyetle, "kusurları kapatıyormuş ya."

Bu sanırım iltifattı, yanaklarım kızarmıştı, aynada açıkça görebiliyordum, yanaklarıma da kapatıcı sürecektim ama sonra vazgeçtim, cesedi andıran yüzümü hala hayatta kalan duygularım canlandırıyordu. Heyecanlarım, yanaklarımın kızarması, hatta gözyaşlarım.

Poşetten Yiğit'in ruj zannettiği rimeli aldığımda, "Bak bu rimel," dedim eğlenceli bir ifadeyle, "kirpiğe sürülüyor, dudağa değil."

Bakışlarım ona döndüğünde somurtuyordu, tahmininin doğru çıkmaması canını sıkmış gibiydi.

"Bence ruj gibiydi," dedi benimle inatlaşarak, "dikkatli bak, ruj olabilir çünkü."

Gözlerimi devirdim. Asla kaybetmeyi, yanılmayı kabullenemiyordu.

"Rimel," dedim ben de onun gibi inatlaşarak, sonra gür fırçayı kirpiklerime sürmeye başladım ama aniden fırça gözüme batınca canım yanmıştı, ağzımdan tuhaf bir ses çıktı.

"Ne oldu," diye sordu Yiğit yanıma geldiğinde, yüzümü avuçlayıp gözlerime bakmaya başladı ama gözlerim dolmuştu.

"Fırça gözüme girdi," dedim, bir yandan da yanaklarımı siliyordum, "keşke sürmeseydim."

"Dur, üfleyeyim," diye fısıldadı yüzüme doğru ve hemen sonra ılık nefesini hızla üflemeye başladı, acıyan gözümün ferahladığını hissettim, o sırada ben de gözlerimi kırpıştırıyordum. "Nasıl," dedi hala üflerken, "daha iyi mi?"

Başımı salladım.

Burnumun üzerini öperken yanağımda kalan birkaç damla yaşı da sildi ve sonra elimdeki rimele uzandı.

"Ver bakalım," dedi kaşlarını çatarak, "yapabilecek miyim?"

"Sen mi süreceksin?"

Bu defa da o başını salladı ve, "Gözlerini kapat," diye uyardı, dediğini yaptım.

Gözüm kapalıyken rimeli nasıl süreceğini merak ediyordum ama üstelemedim ve ona izin verdim. Nazik ve küçük bir hareketle üst kirpiklerime fırçayı değdirirken aynı zamanda yanağıma da art arda birkaç öpücük bıraktı. Dudaklarının baskısı kuş tüyü gibi hafif ve nahifti, gevşediğimi hissettim.

Aynısını diğer gözümün kirpiklerine de yaptığında usulca geri çekildi ve el aynasını alıp bana uzattı.

"Başarılı," dedi kendiyle övünerek, aynaya baktığımda aynı şeyi düşünmüştüm, nitekim gözlerim onu bulunca bunu anlamış olmalı ki, "intörnlükten kalma," diye açıkladı. "Bazen milim bile çok önemlidir, elini buna göre hareket ettirirsin."

Poşeti karıştırırken içinde salatalık maskesi de gördüm ve iki paket çıkarttım.

"Ferahlatır bu," dedim heyecanla, "bundan yapalım mı?"

"Yapalım," derken gayet sakin ve doğal görünüyordu.

"Yani beraber yapalım mı," diye sordum açıklamak isteyerek.

Yüzünde gülümser bir ifade oluşurken, "Güzelim yap," dedi rahatça, "ben ne yapacağım? Maskeyi suratına sabitlemem mi gerekiyor?"

"Hayır." Omuz silktim. "Sen de kendi yüzüne yapacaksın."

Sanki kendinde değilmiş gibi ani bir refleksle eli yüzüne gittiğinde kaşlarını çatmamak için savaş verdiğini biliyordum çünkü birkaç saniye içinde iki kaşının arasında derin bir oyuk oluşup oluşup kaybolmuştu.

"Bebeğim," dedi başını yana eğerek, "saçmalamayalım istersen."

"Neden ki," diye sordum şaşırarak, "salatalık maskesi çok iyi gelir."

"Tamam, sen yap," dedi yerinde dikleşerek, aniden yine mermer soğukluğuna döndüğünü hissettim. "Ben hoşlanmam öyle şeylerden."

"Nasıl şeylerden," diye sorduğumda kaşlarım çatılmıştı.

"Bunlardan." Eliyle poşettekileri ve maskeyi gösterdi. "Hayatta sürmem suratıma."

Ne kadar engel olmaya çalışırsa çalışsın, en nihayetinde kaşları derinden çatılıp çehresi sertleştiğinde, "Anladım," dedim başımı sallayarak. "Özür dilerim, ısrar etmek istememiştim." Sonra fazla dramatik davrandığımı fark edip gülümsemeye çalıştım. "Cildin çok yumuşak da," diye devam ettim açıklama ihtiyacıyla, "yapıyorsun sanmıştım."

Yüzündeki uzaklık ve sertlik dağılırken onların yerini daha sıradan, hatta sıcak ve güzel duygular almıştı, bana yavaşça yaklaştı.

"Öyle mi," diye sordu şaşırmış gibi.

Başımı salladım ve bana yaklaşan yüzüne, yanaklarına, sakallarının üzerine yavaşça dokundum.

"Yumuşacık." Gülümsedim, bundan memnun olmuş gibi yüzünü avcuma yasladığında yanağından öptüm. Dudaklarım kadifeye değmiş gibiydi. "Çok yumuşak," dedim tekrar, "ve sıcacık."

Bakışlarımız buluştuğunda gözlerimizle konuştuğumuzu sandım. Sanki üzerini örtmeye çalıştığımız her şey bakışlarımızdan birbirimizin kalbine aktı. Gözlerimden kalbine akan anlamları gözyaşım takip edince, "Keşke kalbin de böyle olsaydı Yiğit," diye fısıldadım.

Gözlerindeki derin acıyı, pişmanlığı ve kederi görüyordum; görmemem için onu hiç tanımamış olmam gerekirdi ve bu canımı daha çok yakıyordu. Kendi kurduğu oyunda neden canı yanıyordu?

Bilmiyorum.

Ama benimki de çok yanıyordu.

Yine aynı şeyi yaptı ve sargılı bileğimi öptükten sonra yere bıraktığım paketlerden birini yavaşça alıp açtı.

"Ne yapacağım şimdi," diye sorduğunda sesinde memnuniyetsiz bir ton aradım ama yoktu.

"Yapacak mısın sahiden," diye sordum hafiften neşelenerek, başını salladı. "Ver bana," dedim, sonra maskeyi çıkartıp açtım ve yavaşça yüzüne yapıştırdım. Ardından kendimi tutamayıp kahkaha atmaya başlamıştım.

"Fotoğrafını çekeyim mi böyle," diye sordum karnımı tutarak, "lütfen çekeyim." Kahkahamın şiddeti arttı, o kadar komik görünüyordu ki. Onunsa somurttuğuna emindim çünkü maske hiç hareket etmiyordu. Cebimden bana aldığı telefonu çıkartıp fotoğrafını çektim ve sonra yaklaşıp ona gösterdim.

"Nasıl," diye sordum gülerek.

"Maskeli ve mutsuz bir seri katil gibi," diye homurdandı.

"Hayır," derken omuz silktim, "niye öyle dedin? Çok tatlısın."

Maskeyi yavaşça aşağı çektiğinde gözleri ortaya çıktı ve bakışları dudaklarıma kaydı. Hemen sonra maske tamamen yüzünden ayrılıp çöp kutusuna doğru savruldu ve dudakları aralık dudaklarımdan içeri sızdı. Bunu beklemiyordum.

Dudaklarımı emmeye başladığında gözlerimi kapatıp kendimi ona teslim ettim. Dokunuşlarına çok ihtiyacım vardı sanki, sıcak teni, nazik hareketleri, belimi okşayan güçlü parmakları çok güzeldi ve sanki hepsine çok ihtiyacım vardı.

Ben bundan nasıl kurtulacaktım?

Engin Bey'in anlattıklarını unutamıyordum ama ondan da kopamıyordum.

Ben ne yapacaktım?

Tutkuyu hüzünle beraber hissettiğimde, "Uzan şöyle," dedi Yiğit dudaklarımı bırakıp. Sonra başımı minderin üzerine yaslayarak banyo fayanslarının üzerine uzanmamı sağladı ve bacaklarımı ayırdıktan sonra kendisi de üzerime çıktı ama ağırlığını bana vermedi.

Dudaklarıma geri dönmüştü.

Öpüşüne karşılık verdim. Gururum yapmamamı söyledi, onu dinlemedim. Ben bin parçaya bölüneli çok olmuştu ve artık her bir parçamın bana emirler yağdırmasından bıkmıştım. Kafamdaki bütün sesler konuşuyordu, hepsi bir şey söylüyordu. Kimisi yenilmemi, kendimi bırakmamı isterken, kimisi benden utanıyordu.

Kendimden bıktığımı fark ettim, belki de bu yüzden intihar etmiştim.

Ben katlanılması ve ona rağmen hayata devam etmesi çok zor bir zihne sahiptim.

Beni öperken ona, bana yaptığı şeyi yaptım ve dudaklarını sertçe ısırdım, ağzıma kan tadı geldi, Yiğit yaralı bir aslan gibi boğuk bir şekilde inlediğinde canının yandığını düşündüm ama bacaklarının arasını benimkine bastırdığında bundan zevk aldığını anladım.

Sargılı bileğimi tuttu, üzerimdeki ağırlığı ve baskısı artarken bileğimi çok nazik bir şekilde okşadı, diğer eli kalçama gitti ama bileğimi hiç bırakmıyordu.

Sanki hala oralarda bir yerlerde açık bir yara vardı, sanki bileğimin üzerindeki derin ve dikey çizikten hala kanlar akıyordu ve Yiğit hala o kanı durdurmaya çalışıyordu.

O an, kesik bileğimin şokunu hala atlatamadığını fark ettim.

Belki de bunu kafamdan ben uyduruyordum ama bana dokunduğu her an sargılı bileğimi tutuyordu, aklıma başka bir açıklama gelmemişti.

Bana kanlı duvarlar verdin, demişti bir kez.

Ben bunu bile bile ona bir de kesik bilekler ve kanlı parkeler vermiştim.

Onu da yaraladığımı biliyordum, aramızdaki şeyin de bileğini kesmiştim ben, onun çocukluğuna dair bir şeyleri de kana bulamıştım. İlk arkadaşımın, bisikletli o güzel çocuğun hatırlarını da kesmiştim kendi bileğimle. Canını yaktığımı biliyordum, canını çok yaktığımı biliyordum, elimden gelse zamanı geri alır ve beni öyle görmemesi için yaşamayı seçerdim.

Ama o elinden gelse zamanı geri alır ve benimle oynamamayı seçer miydi?

Yine zihnimde babasının sözleri yankılandı.

O sırada bileğimdeki eli avcuma kaydı ve ellerimizi sıkıca birleştirdi. Kalçamdaki eli göğüslerime çıktığında iç çamaşırı olmayan göğsümü sıkıca kavradı ve sıktı. Bu sefer benim ağzımdan boğuk bir ses çıkmıştı. Bir elimi onun göğsümdeki elinin üzerine kapattım ve daha fazla sıkmasını sağladım.

İçimdeki tutkuya ve isteğe engel olamıyordum, oysa olmam gerekiyordu.

Yiğit'in dudaklarımın üzerindeki ıslak ve sıcak dudakları farkındalıkla kıvrılırken isteğimi anladığını belli edercesine parmaklarımı sol göğsüme saplar gibi kapattı.

Yerimde kıvrıldım, sırtım soğuk zeminden ayrıldı ve Yiğit'e doğru yükselmeye başladım.

Dün gece bana yaşattığı şey çok güzeldi, artık bunun nasıl bir his, ne denli bir delilik hali olduğunu biliyordum. İnsanı kıvrandıracak kadar tatlı ama aklını alacak kadar ürkütücüydü. Dün geceden aklıma dolanlar içimdeki ateşi daha fazla körükledi ve ben de kalçalarımı yukarı kaldırıp kendimi ona yaklaştırdım.

Daha fazlası yoktu, biliyordum, birbirimize yapışmış haldeydik ama o da benimle aynı halde olmalıydı ki kendini bana sertçe itmeye devam etti. Tıkanmış gibiydik, elimizden başka bir şey gelmiyordu ama bu da yetmiyordu sanki, aramızdaki kıyafetleri ve iç çamaşırlarımızı zorluyorduk.

Eşofmanının ipini, baskısını, hareketlerini ve varlığını hissettiğimde gözlerim karardı, hemen gözlerimi kapattım.

Tutku insan aklı için ne de güzel bir çelişkiydi.

Yiğit dilini dudaklarımın arasından sızdırdığında içimde bir yer bozuk gitar teli gibi titredi, mahvolduğumu hissettim, bu hissin ve isteğin karşısında bedenim çok zayıftı.

Diline de karşılık verdim, artık ayıp seslerimiz hiç durmadan ve birbirimizin dudaklarının içine akarak yükseliyordu.

"Bir şey yap," dedi Yiğit dudaklarını geri çekerek, bir elini fayansa yaslamış, destek alıyordu yerden, "yalvarırım bir şey yap."

Gözleri gözlerimin üzerindeydi, başlarımız eşitlenmişti ve gözlerindeki dalgalanmayı, çelişkiyi, isteği görebiliyordum. Bana arzuyla, hatta aklını yitirmiş gibi bir çaresizlikle bakıyordu şimdi. Dudaklarını ıslattı ve acı çeker gibi inleyip başını ikimizin arasına eğdi.

"Mahvettin beni," dedi nefes nefese, alnından damlayan terler yüzüme düştü, bundan hiç iğrenmedim çünkü ben de çok terlemiştim, ya banyo çok sıcaktı ya da bizim bedenlerimiz. "Bir şey söyle," derken sahiden yalvarıyordu, "iyileşmedim, de. Olmaz, de. İstemiyorum, de." Yutkundu. "Yalvarırım istemediğini söyle, kendimi tutamıyorum."

"Bilmiyorum," derken ben de çok çaresiz ve dürüsttüm, benim sesim de acıyla çıkmıştı sanki.

Yiğit sıkıca tuttuğu elimi bacaklarının arasına götürdüğünde kalbim boğazıma fırladı.

"Beni mahvettin," dedi tekrar ve elimi oraya bastırdı, sonra parmaklarımı üzerine kapattı. "Ne hissettiğinin farkında mısın?"

Korkuyla ve utanma duygusuyla başımı iki yana salladım.

"Hayır," dedim yalan söyleyerek.

Derin bir nefes alıp gözlerini yumdu, kaşları çatılmıştı, yüzünde çok gergin ve öfkeli bir ifade vardı.

Arduaz siyahı gözleri yeniden aralandığında, "İlişkiye hazırım," dedi açıklayarak, bunu zaten anlamıştım. "Bir şey söyle, yalvarırım."

Hiçbir şey söyleyemedim ve sadece gözlerine baktım. Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama tereddüte bulanmış bir yüzle yeniden başını eğdi ve tekrar, "İstemediğini söyle," dedi bu defa ürkütücü bir sesle. "İstemediğini söyle yoksa yapacağım."

Aklımdan çok şey geçti. Ama en çok onu ne kadar özlediğimi ve kalabalık Ankara bulvarında, içinde onun bile olmadığı bir arabanın arkasından koştuğum anı hatırladım. Bileğimi kestiğim an bile elimden hiç bırakmadığım gömleğini, beni yaşama isteğine boğan şeyin bana attığı mesajlar olduğunu hatırladım.

Aklımdan çok şey geçti ve bu yaklaşık bir dakika sürdü ama Yiğit cevap alamamış olmanın acısı ve şüphesiyle iç çamaşırımı kenara çektikten hemen sonra eşofmanının ipini çözdü, eşofmanı ve çamaşırını indirdiğini fark ettiğimde gözlerimi yüzüne çıkardım, gözleri bendeydi ama çamaşırını çoktan indirmişti.

Onu ilk kez hissettim ve bu sanki kriz anı gibi beni titretti.

Bana yalvarır gibi bakıyordu hala.

"İstiyorum," dediğimde gözümden yaşlar akmaya başladı, "seninle sevişmeyi istiyorum ama beni sen seçtin Yiğit!" Sesim banyo duvarlarına çarptı sanki. "Beni sen seçtin. Seninle sevişmek istiyorum ama benimle sen oynadın. Ben bunu unutamıyorum."

Gözyaşlarım hızlandı, yüzümden fayanslara doğru akmaya başladı ve canım çok yandı.

Yiğit gözlerini kapatıp üzerimde biraz yükseldi ve çamaşırıyla eşofmanını yukarı çekip yanıma devrilir gibi bıraktı kendini. Şimdi ikimiz de soğuk zeminin üzerinde yatıp öylece tavana bakıyorduk.

Hızlı hızlı, çok derinden ve acı içindeymiş gibi nefesler alırken göğsü inip kalkıyordu. Sakinleşip kendine gelmesi dakikalar sürdü. Orada ne kadar uzandık bilmiyorum ama artık üşüdüğümü hissetmeye başlamıştım.

Neden sonra yerinde doğruldu ve yüzünü bana doğru çevirdi. Onu yarı yolda bıraktığım için, bu kadar yaklaşmışken vazgeçtiğim için bana öfke duyacağını, hatta benden nefret edeceğini sandım ve bunun korkusuyla ben de gözlerimi tavandan ayırıp ona baktım.

Ama hiçbiri yoktu.

Yüzünde doğal, sıradan, günlük bir ifade vardı. Az önce çamaşırını indirmiş ve bedeni bedenimi zorlamamış gibi. O anı yeniden hatırladığımda ağzımın kuruduğunu, içimde ılık bir şeylerin aktığını hissettim.

O yumuşak hissin ve baskının hoşuma gittiğini fark ettim.

"Film izlemek ister misin," diye sordu yutkunarak.

Başımı salladım.

Ayağa kalkıp banyoya dağıttığım ürünleri topladı ve sonra elini uzatıp beni de yukarı çekti.

Salona geçtiğimizde televizyonu açmıştı.

"Mısır patlatmamı ister misin," diye sordu kumandayı bana verip.

"Hayır," derken gözlerine bakamıyordum. "Ama içecek bir şeyler iyi giderdi."

"Süt ısıtıyorum o zaman sana," dedi sorarcasına.

Hala ona bakmıyordum, gözlerim kucağımdaydı.

"Sütten sıkıldım," diye mırıldandım kısık bir sesle. "Kahve olurdu aslında."

"Kahve olmaz," diye beni böldü, yine sesi çok keskindi, "uykunu kaçırır. O zaman ıhlamur kaynatıyorum sana."

Bakışlarımı kaldırdığımda yüzü ifadesizdi. Uyumadan önce birinin bana ıhlamur kaynatmasını sevdiğimi söylemiştim ona daha önce.

Gözlerine daha fazla dayanamadım ve yeniden kucağıma bakmaya başladım.

Bir yandan da, "Teşekkür ederim," gibi bir şeyler gevelemiştim ağzımın içinde.

Yiğit'in adımları parkeye çarparken sesleri gitgide uzaklaştı ve sonra mutfakta kayboldu. Dolapların kapağını açıp kapatıyordu, bardakları çıkarttığını mermere çarpan porselen sesinden duydum.

"Filmlere bakabilirsin," diye seslendi mutfaktan.

Kumandayı elime aldığımda televizyona yüklenmiş filmlere bakmaya başladım, birçok kategori vardı.

"Genelde benim izlediğim şeyleri sevmiyorsun," diye karşılık verdim ben de.

"Fak etmez."

Sanki karşımdaymış gibi başımı salladım ve kategorileri gezmeye başladım ama sonunda en sevdiğim filmlerden birini bulduğumda şüpheye düşmüştüm. Bunu izlemek istemeyebilirdi.

Yaklaşık on dakika sonra elinde iki beyaz kupayla geldiğinde kupaların üzerindeki Eyfel figürlerini gördüm, ikisinde de "Paris" yazıyordu.

Birini benim önüme bıraktı, içinde ıhlamurum vardı. Diğerini de sehpanın kendi oturduğu uca yakın tarafına koymuştu, onunki sade kahveydi.

"Ee," dedi koltuğa oturduğunda, ikimiz de aynı kanepedeydik ama ayrı uçlardaydık. İç sesim güldü, sanki az önce neredeyse birlikte olmayacakmışız gibi. "Ne seçtin?"

"İtiraz etmezsen ve animasyon diye dalga geçmezsen," dedim filmin ismini işaret ederek, "ben bunu izlemek istiyorum."

Gözleri ekrana kaydığında annesinin adını taşıyan filme boş boş baktı.

Bunu yapmayabilirdim, canı yansın istemiyordum ama onu hatırladığım andan beri, bisikletli çocuk olduğunu öğrendiğim andan beri bizi hep buradaki karakterlere benzetmiştim. Ama ne yazık ki bizi benzettiğim karakterlerin üzerinde bile annesinin gölgesi vardı.

Annesinin gölgesi hep üzerimdeydi.

Yüzümden kurtulmak istedim o an, bencillik ettiğimi düşündüm ve hemen diğer filmlere geçmeye başladım.

"Özür dilerim," dedim alelacele, "başka şeylere bakayım."

Ama elime uzandı ve, "Neden," diye sordu çok normal bir sesle. "Biliyorum, izledim o filmi."

İzlediğini biliyordum, sahilde şarkısını söylerken izlediğini söylemişti bana. (14. Bölüm)

"Olsun," dedim geçiştirmek için, "başka bir şey bakalım, Aslan Kral izleyebiliriz bence." Sonra güldüm. "Ben çok severim onu da."

"Hayır." Kesin bir şekilde itiraz edip kumandayı aldı ve filmi başlattı. "Soğutma," dedi sonra ıhlamurumu işaret ederek.

Bardağa uzandım ve birkaç yudum aldım ama çok sıcaktı, terlediğimi hissettim. Tişörtümün yakalarını çekiştirmeye başlamıştım.

Ama o sırada Yiğit'in gerildiğini fark ettim. Kahvesini tutan eli sehpaya uzandı ve bardağı oraya bıraktıktan sonra kanepenin kenarına vurmaya başladı parmaklarını, ritim tutuyordu. Aynı anda sol bacağı da sallanınca gerildiğini de fark ettim.

Yalnızca gerildiğinde ve öfkelendiğinde bunları yapardı.

Hafifçe öksürdü, boğazını temizledi ve bakışları kısacık bir an bana kaydı ama hemen sonra gözleri ekrana sabitlenmişti. Kaşları yavaşça çatıldı, dudakları çizgi haline gelirken dudaklarını dişlediğini gördüm. Kanepede ritim tutan parmakları hızlandı, salladığı bacağı da öyle.

Ve sonra sıkıntıyla ve hafif bir sinirle içini çekti.

Gerileceğini biliyordum, buna şaşırmamıştım.

"Başka bir film açabiliriz," dedim teklifte bulunarak.

Başını bana çevirdiğinde gözleri yüzüme değil, yakama değiyordu ama sonra çabuk toparlandı ve öksürüp, "Neden," diye sordu, "izliyoruz işte."

"Biraz gergin gibisin," dedim açıklayarak. "Başka bir şey açabiliriz."

Başını yeniden ekrana çevirdi.

"Sorun yok," dedi geçiştirmek için, "film kalabilir."

Ama hala filme odaklanmadığını düşünüyordum, yine de itiraz etmedim ve ıhlamurumu içmeye devam etmeden önce, "Peki," diye mırıldandım.

Birkaç dakika geçmemişti ki kumandayı eline alıp filmi durdurduğunda başı bana döndü ve, "Lütfen gidip içine sutyen giyer misin," dedi sertçe. Bakışları da çok sertti.

Afalladım.

Neredeyse elimdeki ıhlamuru üzerime dökecektim.

İç çamaşırı giymediğimde bu belli olmazdı ve fark etmediğini düşünmüştüm ama bozuldum.

"Tamam," dedim soğuk bir sesle, sonra bardağı sehpaya bıraktım.

"Göğüs uçların dikkatimi dağıtıyor çünkü," diye devam etti alelacele, sesi hala sertti. "Filme odaklanamıyorum."

Şok geçirmiş gibi başımı yakama eğdiğimde kollarımı kendime sardım ve hemen odaya dönüp çantadan bir sutyen çıkarttım.

İçeriye döndüğümde bu defa ben gergindim ve biraz da utanmıştım ama belli etmeden yerime oturup ayaklarımı da kendime doğru çektim.

"Başlatıyorum," dedi Yiğit sorarcasına.

Ağzımdan onu onaylayan birkaç mırıltı çıktı ama başka da bir şey söyleyemedim. Dikkatim tamamen dağılmıştı, filmde ne olup bittiğini bile bilmiyordum artık.

"İç ıhlamurunu," dedi Yiğit. Hala ıhlamuru hatırlayabiliyor olması sinirlerimi bozmuştu.

"Tamam," dedim sertçe.

Sonra uzanıp bardağı aldım ve yarısını bitirip yerine bıraktım.

Ama dikkatimden kaçmayan bir şey vardı. Yiğit kendi bardağını benim tarafıma doğru itti ve geri alırken uzanmak için bana yaklaşmak zorunda kaldı. Sonra bardak bana biraz daha yaklaştı ve Yiğit ona uzanmak için bu defa bana daha da sokuldu. Bu üç kez tekrarlandıktan sonra Yiğit artık yanı başımdaydı.

Nefesimi tutmuş, kollarımı göğüslerimin üzerine kapatmış ve boş boş televizyon ekranına bakıyordum, arada da çalan şarkıları dinliyordum ama hepsi bu kadardı.

Hafifçe genzini temizlediğinde, "Yastığa kül mü düşmüş," diye mırıldandı kendi kendine ve kolunu üzerimden uzatıp yanımdaki yastığı silkeledikten sonra bana biraz daha yaklaştı. "Düşmemiş," dedi yine kendi kendine ama kolunu omuzlarımdan çekmemişti.

"Beğendin mi ıhlamuru?"

Başımı salladım.

"Eline sağlık," diye mırıldandım kısık bir sesle.

Eli yavaşça çeneme uzanınca yüzümü kendisine çevirdi, o sırada sahilde söylediğim şarkının sahnesi gelmişti.

Bir şarkı söylenirdi aralıkta bir zamanlar.

"Afiyet olsun." Hafifçe gülümsedi ve yanağımı öpmeye başladı. "Bebeğim," diye mırıldandı sonra ve yine sargılı bileğimi tutup dikişlerin üzerini yavaşça okşadı. Aynı zamanda başımı da göğsüne yaslamıştı.

Gözlerimi kapattım, sıcaklığını hissetmek ve sadece onu düşünmek için filmi izlemeyi bile bıraktım ama o yine bileğimi hiç bırakmadı.

Beni hayatta tutmaya çalışır gibi.

Sonra sanırım başım göğsünde uykuya daldım.

🦌

Ertesi sabah uyandığımda Yiğit kahvaltıyı hazırlamış ve üzerime giymem için de birkaç parça kıyafet bırakmıştı yatağın üzerine.

Siyah çiçekli etek, siyah askılı bluz ve kırmızı hırkayı üzerime giydikten sonra salona geçtim. O da hazırdı, üzerinde koyu renk bir kot pantolon ve lacivert keten gömlek vardı. Gömleğin manşetlerini dirseklerine kadar sıyırmış, üstten iki üç düğmesini de açıkta bırakmıştı.

"Çıkalım," dedi içeriye girdiğimi gördüğünde.

"Nereye," diye sordum ama cevap vermedi.

Asansöre bindiğimde, "Güzel olmuşsun," dedi sadece.

Teşekkür ettim ve yine ağzımdan hiç gerek olmadığını bildiren birkaç mırıltı çıktı. Bu kıyafetleri ben uyurken almış ya da aldırmış olmalıydı.

Arabaya bindiğimizde nereye gittiğimizi birkaç defa daha sordum ama yalnızca, "Kafa dinlemeye," demişti.

Daha fazla ısrar etmedim. Nitekim çok geçmeden nereye gittiğimizi de anlamıştım. Arabayı Seğmenler Parkı'na çıkan yokuşta park ettiğinde inip yeniden elimi tuttu ve birkaç dakika boyunca yürüdük.

Bir elinde elim, diğerinde de piknik sepetini andıran hasır bir sepet vardı.

"Sen yakında bir yerlere otur," dedi sepeti sağ elime vererek, ağır değildi. "İçinde minder de var, ben büfeden bir şeyler alıp geliyorum."

Dediğini yapıp biraz yürüdüm ve büfeye yakın bir çimenliğe, insanların arasına geçip minderi attıktan sonra üzerine oturdum. Diğer minderi de Yiğit için çıkartıp yanıma bırakmıştım.

Ayaklarımı çimenlere uzattım. Burası bana gerçekten iyi gelmişti. Seğmenler'e pek gelmezdim. Aslında sadece birkaç kez gelmiştim.

Pek vaktim olmazdı, zaten olsa bile okuldan kalan zamanlarda o kadar yorgun olurdum ki hemen eve dönerdim.

Eski günlerimi hatırladım, fakültedeki zamanları. Derse girmeyi hep severdim. Amfide yer tutmak için sabahın erken saatlerinde okula girmeyi. Bazen koridorda yürürken babamı hayal ederdim.

Acaba bu okulun koridorlarında gördüğü, annemden önce tanıdığı bir sevgilisi olmuş muydu?

Birkaç defa eski dostlarıyla yemekteyken ve annem onların eşleriyle mutfaktayken fakültedeki yıllarından ve bir kadından bahsettiğini hatırlıyorum. Ama büyük bir tutkuyla değil, eski bir anının buruk ve sıcak tebessümüyle anlatmıştı onlardan birini.

Okuldayken babamı çok düşünürdüm. Acaba onun okulunda, onun oturduğu sıralarda, onu arayarak oturduğumu bilse o ne hissederdi?

Yanımda bir hareketlilik olunca başımı çevirdim. Yiğit minderin üzerine oturdu ve elindeki limonata şişesini bana uzattı, kendisine de bir bira almıştı. Genelde bira içmezdi.

"Bira almışsın," dedim şaşırarak.

Gözleri bana döndü, omuz silkti.

"Seğmenler'de Fransız asilzadesi gibi şampanya içeceğimi düşünmedin herhalde."

Güldüm. Bunu ona genelde ben söylerdim.

"Sencer de böyle derdi," dedi beni duymuş gibi, anlamadığımı fark edince, "Fransız asilzadesi gibi davrandığımı söylerdi," diye açıkladı. "Yanımda kumaş mendil taşırdım, ona göre fazla temizdim."

Yanında hala kumaş mendil taşıdığını biliyordum. Bir gece o mendillerden biriyle gözlerimden akan makyajımı silmişti. (11. Bölüm)

Limonatayı aldım, kapağını büfede açtırmış olmalıydı.

"Bence iyi anlaşırdınız," dedi sonra. "Sencer ve sen. Sencer senin gibi iyi ve nazik biriydi." Başımı ona çevirdim, gözleri dalmıştı ve hafifçe gülümsüyordu. "Ilgın da öyle. Seni severdi, hele Armağan'la bu kadar iyi anlaştığınızı görse bayılırdı sana."

Derin bir nefes aldığında hüzünlü bir şeyler hissettim.

Nitekim birasını içerken, "Sana yalan söylemezlerdi," dedi soğuk bir sesle. "Benim yaptığım gibi kandırmazdı onlar seni." Başını iki yana sallarken yine güldü ama gülüşü canımı çok yaktı. "Ilgın seni kandırdığımı bilse bir daha yüzüme bakmazdı muhtemelen. Zaten Sencer de en başından engel olurdu." Arduaz siyahı bakışları benim gözlerime kitlendi. "Keşke böyle dostların olsaydı." Yutkundu. "Keşke birisi çıkıp sana benden nefret etmeni söyleseydi."

Gözlerimi kaçırdım.

"Bana neden bira almadın?"

"İlaç kullanıyorsun çünkü," dedi ciddi bir ifadeyle.

Başımı salladım. Hastaneden çıkarken yaklaşık iki hafta kadar kullanmam için bir ilaç yazmıştı doktor.

"Tadına bakabilir miyim," diye sordum yine de.

Başı bana dönünce tereddüt etti ama sonra belimden tutup beni kendisine doğru çekerken, "Gel," dedi, "birkaç yudum iç. İçinde kalmasın."

Sonra birasını bana uzattı ve şişenin ağzını dudaklarıma yasladı, birkaç yudum aldığımdaysa geri çekti.

Yüzümdeki ifadeyi inceliyordu.

"Öğrenci birası," dedi alaylı bir ifadeyle, "tadı pek güzel değil ve ucuz. Öğrenciyken bundan içerdik."

"Biraz tatsız," dedim açıkça, zaten alkolden pek de hoşlandığım söylenemezdi. "Fakültedeyken gelir miydin hep buraya?"

"Eh işte," dedi, elini ittirdim ama belimi daha sıkı tutmaya başlamıştı. "Genelde Hamamönü'nde takılırdık, okula yakın."

"Ben de," dedim şaşırarak, "bizim Cebeci'deki kampüse de yakın. Kahvaltı yapardık bazen orada."

"Ekşi menemenli Hamamönü kahvaltısı," dediğinde ikimiz de kahkaha atmaya başlamıştık.

"Evet evet," dedim onu onaylayarak, "o menemenler hep ekşi olurdu ama yine de yerdik."

Gülerken başını geriye attı, "O reçellerin de masada kaldıktan sonra dökülmeyip diğer müşteriye verildiğine o kadar eminim ki."

Kahkaham daha da artınca dudaklarımı kapattım ve hızla başımı salladım.

"Sen gelmez miydin buraya," diye sorarken birasını içmeye devam etti.

"Birkaç kez gelmişimdir." Omuz silktim. "Bizim eve ters kalıyor burası."

"Ankara'da okudun ve buraya birkaç kez geldin," derken şaşırmış gibiydi. "Arkadaş grubunla falan gelmez miydiniz?"

Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, "Aslında arkadaş grubum yoktu," dedim dürüstçe. "İzmir'e gelen kızlar, Aylin ve Gamze, hepimiz farklı okullar kazandık üniversitede, az görüşmeye başladık ama onların evi yan yana, onlar pek kopmadılar."

"Burada olduğundan haberleri var mı?"

Sesindeki ilgi beni şaşırttı, neden bana dair bir şeyleri merak ettiğini pek anlamadım ama sohbeti hoşuma gitmişti.

"Yok," dedim yine dürüstçe, "artık benimle görüşmek istemiyorlar."

"Neden?" Kaşlarını çatmıştı. "İzmir'de onları gayet iyi ağırladın, çat kapı gelmelerine rağmen üstelik. Ne oldu da aranız açıldı?"

"Beni çok aradılar." Biraz pişmandım aslında, telefonu açıp onlarla konuşamayacağımı söyleyebilirdim ama Berke'nin cenazesine katıldığımız o günlerde Yiğit'le bile konuşmuyordum. "Ben açmadım."

"Neden?"

Bu defa daha da meraklanmıştı.

"Berke öldüğü zamandı." Bunu sesli dile getirmek hala beni şaşırtıyordu. Berke ölmüştü. "Açamadım, onlar da onlarla görüşmek istemediğimi düşündüler."

Aniden beni kendine daha fazla bastırdı ve başımı göğsüne yasladı, yine ittim ama başarılı olamamıştım.

Dudaklarını saçlarımda hissettim.

"Olabilir böyle şeyler. Sencer ya da Bilgehan'la kaç kez kavga ettiğimizi hatırlamıyorum bile."

Beni teselli ediyordu.

"Yalan söylüyorsun," dedim açıkça, "Cansel'i balkondan atmış Bilgehan, Kutalmış'ı da tekneden denize atmışlar ve sen de onu beklemeden marinaya dönmüşsün. Ama hala berabersiniz."

"Bunları sana kim anlattı, Cansel mi?" diye sordu biraz öfkelenerek, bunların bana anlatılması hoşuna gitmemiş gibiydi.

Başımı salladım.

Birkaç saniye durdu. Ve sonra, "Bu Bilgehan'ın İzmir'e ilk gelişi değil, sen geldiğinden beri yani." dedi.

"Nasıl yani," diye sordum şaşırarak, başımı kaldırdığımda o da bana bakıyordu.

"Haziranda da gelmişti," derken bakışlarını kaçırdı. "Onu dövmüştüm."

"Sen ciddi misin? Neden yaptın bunu?"

Omuz silkti.

"Önemi yok," dedi geçiştirmek için. "Arkadaşlar arasında olur öyle."

"Bence siz erkekler biraz tuhafsınız," dediğimde sırıttı ve sonra bakışları elimdeki şişeye kaydı.

"Sevmedin mi? Neden içmiyorsun?"

"Biraz soğuk geldi," dedim limonatadan çok az içtiğimi yeni fark ederek.

"Ver bana." Elime uzanıp şişeyi çektikten sonra sepetteki şalı çıkardı ve şişenin etrafına sarıp çimlere bıraktı. "Isınsın, öyle içersin."

Bakışlarının yoğunluğundan kurtulmak için sanırım, "Siz sık geliyordunuz herhalde," diye sordum konuyu değiştirerek, "Arkadaşlarınla yani."

"Yani," diye onayladı beni. "Ankara'da böyle yeşil alan bulmak zor, mecbur buraya geliyorduk."

"Anladım." Başımı salladım. "Üçünüz mü yani sadece?"

Bu aklıma pek yatmamıştı. Oturduğumuzdan beri birbirlerini öpücüklere boğan çiftleri hatırladım. İki sevgilinin yanındaki arkadaş olarak buraya geleceğini pek düşünmüyordum.

"Bazen başkaları da olurdu," dedi elini geriye atarak.

Yine başımı salladım.

"Anladım," dedim yine. Muhtemelen zekâ yoksunu gibi görünüyordum dışarıdan. "Kız arkadaşlarınla mı," diye sordum doğal olmaya çalışarak. "Çift gibi yani." Gülümsedim. "Sencer ve Ilgın, sen ve bir başkası gibi."

Sen aptal mısın, diye sordu iç sesim.

Onu boğazlamak istedim.

Eli yavaşça yüzüme uzandığında yanağımı okşadı, başını omzuna yaslamış, dikkatle bana bakıyordu.

"Benim senden başka kız arkadaşım olmadı."

Yüzü bana doğru eğilirken terlediğimi hissettim, dudakları dudaklarımın arasına girdi ve hafifçe emdi. Dudakları çok yumuşaktı. Alt dudağını iki dudağımın arasına alıp ben de aynısını yaptığımda ağzından boğuk bir ses çıktı.

Geri çekildiğimde az ileride oturan teyzenin bizi onaylamaz bakışlarla izlediğini gördüm ve yanaklarım yanmaya başladı.

"Çok insan var," dedim çimenlere bakarak, "yapmayalım, lütfen."

Güldüğünde yine belimi tutmuştu.

"Buraya gelen gençlerin masum masum sadece sohbet ettiğini mi düşünüyorsun?"

"Evet," dedim şaşırarak.

Yiğit daha çok güldü, belimdeki eli hafifçe kalçama indi ve, "Benim saf bebeğim," diye fısıldadı eğlenir gibi. Sonra çevreye bakındı ve yerinde toparlandı. "Daha tenha bir yere geçelim."

Beni kolumdan tutup yukarı çektiğinde oturduğum minderi, şalımı sepete attı ve bitmiş birasıyla dolu limonatamı da teneke kutunun içine yolladı.

Sağlam bileğimden tutup yürürken onu takip ediyordum, büfenin önünde durduk.

"Soğuk bira ve ılık limonata," dedi cüzdanını çıkartıp. "İkisinin kapağını da açalım zahmet olmazsa."

"Buyurun," dedi adam şişeleri uzatırken, limonatayı ben aldım.

"Bir de çikolata." Sonra bana döndü. "Hangisinden yersin?"

Karamelli bir çikolata paketi alıp cebime attım.

Yiğit parayı ödedikten sonra daha sakin, insanlardan uzak ve ağaçların arasında kalmış bir yere doğru yürüdük; sepetin içinden minderleri ve şalı çıkartıp bir ağacın altına attıktan sonra, "Hadi, otur," dedi işaret ederek. "Sen şuna geç," diye ağacın yanındaki minderi gösterdi. "Sırtını ağaca yaslarsın."

Dediğini yapıp mindere geçtim ve sırtıma şalımı aldıktan sonra ağaca yaslandım.

Bir sigara yaktığında çikolatamı açmıştım.

"Teşekkürler," dedim yemeye başladığımda, "gerek yoktu."

Kaşlarını çatarken, "Dünyayı almışım gibi teşekkür etme bana," dedi sertçe.

Aniden değişen çehresi beni afallattı.

"Sen dengesiz misin ya," derken kaşlarımı çatmıştım. "Teşekkür ediyorum sadece, şu tavrına bak."

Bir sigara yaktı ve bana ciddiyetle baktı. Gözlerinde gördüğüm ifadeden içinde tuttuğu ve biriktirdiği bir şeylere dokunduğumu hemen anladım.

Nitekim, "Sen sanki farklısın," dedi öfkeyle, "ikimizin dengesini de sen siktin."

İçinde bir şeyler tuttuğunu, kendini dizginlediğini ve hatta bunu zorlukla yaptığını biliyordum. Hastaneden beri böyleydi, gözlerinden hep öfkeli bir şeyler geçiyordu ama bir şekilde bunu saklıyordu, artık saklayamadığını ve o anın geldiğini anladım. Belki de içini dökme sırası ona geçmişti.

"Küfretme benimle konuşurken," dedim daha da sinirlenerek.

Beni duymamış gibi sigarasından derin bir nefes çekip yüzüme üfledi, eski günlerdeki gibi.

"Dengesizin tekisin," dedi sert ve kararlı bir tonla, bakışları içimi deldi sanki. "Dengemi siktin. Akıl sağlığımı da. Gururumu siktin lan sen benim. Aynada baktığım adamı tanıyamıyorum artık."

Bunu zaten bekliyordum. Bir şekilde benden intiharın acısını çıkartacağını, ona annesinin kanlı duvarlarını yeniden veren zihnimi suçlayacağını da. Ama yine de sözleri çok ağır geldi o an.

Kendimi onun yanında ilk kez fazlalık gibi hissettim. Ne olursa olsun, ne kadar kavga edersek edelim kendimi yanında hiç yabancı gibi hissetmemiştim. Benimle yaşamak istemediğini çok defa söylemişti, ben de ona söylemiştim; yine de hiçbirinde bu kadar fazla gelmemişti varlığım yanına.

Yerimden yavaşça kalktığımda dolan gözlerimi gizlemek için hemen arkamı döndüm.

Belki annem, belki yaklaşan âdetim, belki de olan her şey yüzünden çok yıpranmış ve duygusal hissediyordum kendimi.

Üstelik canımı çok sıkan şey gerçekten de gidecek hiçbir yerimin olmamasıydı. Yine de geceyi bir pansiyonda geçirebilirdim.

O sırada aniden belimden kucaklandığımda, "Bırak," dedim bağırmamaya çalışarak.

"Nereye gittiğini sanıyorsun aptal?"

"Bırak diyorum," dedim tekrar ama beni oyuncak bebekmişim gibi kucağına oturtmuştu bile.

"Seni bırakırım mı sanıyorsun? Aptal mısın sen?"

"Seni istemiyorum," dedim öfkeyle. "Sen de beni istemiyorsun, bırak işte."

Beni yavaşça mindere bıraktığında yarım kalmış çikolata paketini uzattı.

"İstemiyorum," dedim başımı çevirerek. "At çöpe."

"Ye şunu," diye diretti sert bir tavırla, çenemden tutup yüzümü kendisine doğru çevirdi. "Yiyordun işte az önce."

"Bırak istemiyorum."

Elini hızla ittirdim. Sonra omzumu ağaca yaslayıp gözlerimi çevreye diktim. Onu düşünmemeye çalışıyordum, bunu yapabilirdim.

İlerideki patika yolda bisiklet süren çocukları, karşıdaki tepede oturmuş, piknik yapan genç gruplarını izledim. Arada bir bazıları ayağa kalkıp bir şeyler yapıyordu, sessiz sinema oynuyorlardı sanırım.

"Bana borç verir misin," diye sordum ona bakmadan. "Biliyorum, çok saçma, daha diğerini bile ödemedim ama bunu işe başlar başlamaz ödeyeceğim."

"Ne?"

Sesi şaşkınlıkla çıkmıştı, bunu hiç beklemiyormuş gibiydi.

"Bana baksana," dedi ve omzumdan tutup ona dönmemi sağladı. "Ne borcundan bahsediyorsun sen?"

Kaşlarını çatmıştı, arduaz siyahı gözlerini kısmış, sorgularcasına bakıyordu.

"Paraya ihtiyacım var." Yutkundum. "İşe girene kadar ve sonrasında beni idare etmesi için. Senden başka borç isteyebileceğim biri yok." Sonra güldüm. "Sen nasılsa planların uğruna bir gecede otuz beş bin falan harcarsın genelde, koymaz sana."

"Ne yapacaksın borç parayla?"

Söylediklerimin çoğunu duymamış gibi yapmayı tercih etmişti.

"İşe girene kadar ihtiyacım var," dedim açıkça, "girince öderim sana."

"Bir yerlere başvurdun yani," derken iki kaşının ortasında uzun bir çizgi oluştu, "Ankara'da?"

Başımı yine diğer tarafa çevirdim, gözlerine bakmak istemedim. Gözlerinde içimdeki ağlama isteğini uyandıran bir şeyler vardı.

"Evet." Sesim kısık çıktı. "Görüşmek istemediler ama. Geri dönüş alamadım. Selvi çok kolay dönmüştü."

"Selvi İzmir'deydi." Ne demek istediğini merak edince bakışlarımı ona çevirdim, o da bana bakıyordu zaten. "İzmir'de yalnızca Dokuz Eylül var ama Ankara'da senin kalitende öğrenci profili çok daha fazla. Ankara, Gazi, Hacettepe, vakıflar. O yüzden kolay dönüş alamadın muhtemelen."

Bunu zaten düşünmüştüm, omuz silktim.

"Hallederim bir şekilde," dedim kararlı durmaya çalışarak, "bir yer illaki kabul eder beni."

"Eder," diye beni onayladı. "İzmir'de başvurursun."

"Anlamadım?"

Bir sigara daha yaktı, çok sakin bir şekilde, "İzmir'e döndüğümüzde başvurursun," diye yorumda bulundu. "Gerçi seyahat etmemiz gerekebilir, bence en iyisi bu süreci değerlendirip kurum sınavlarına hazırlanman ama sen bilirsin."

"Ne İzmir'i ya?" Bileğini tuttum. "Bana baksana Yiğit," dedim öfkeyle, yüzünü bana çevirdi. "Ne İzmir'i? Dönmüyorum ben İzmir'e."

"Ben döneceğim ama."

Göz kırptı.

"Dön," dedim öfkeyle, canımı çok sıkıyordu. "Cehennemin dibine git istersen, dönmeyeceğim ben."

"Döneceksin."

O kadar sakin ve kendinden emindi ki onu boğazlamak istedim o an.

"İstemiyorum seni," dedim öfkeyle.

"Ben de seni istemiyorum." Dumanı yine yüzüme üfledi. "Dengemi sikip attın sen, ben de seni istemiyorum."

Ne olursa olsun, o benim ilk öptüğüm erkekti. O benim âşık olduğum adamdı. Bunu söylememeliydi. Bu beni çok kırdı.

"Beni umursamıyorsun anladığım kadarıyla," dedim gülerek, oysa canım çok acımıştı.

"Aynen öyle," diye onayladı beni.

Konuyu kapatabilir, ona küfredebilirdim ama daha kötüsünü yaptım.

"Dört beş gün önce açıklamaya çalışıyordun kendini," dedim sorgulayarak, "her şey gerçekti deyip anlatmaya çalışıyordun." Boğazım acıdı, yutkundum. "Sana inanmamı istiyordun. Şimdi ne oldu?"

"Gittin sen." Yüzünü benimkine yaklaştırdı. "Gittin ve bitti. Kafaya takmıyorum yani artık seni."

"Ben de seni takmıyorum," dedim öfkeyle, "ben de seni hiç umursamıyorum!"

"İyi," dedi o da sertçe, "ne tartışıyoruz o zaman? İkimiz de birbirimizi umursamıyoruz işte."

Derin bir nefes aldığımda kalbime bir ağırlık çöktüğünü sandım.

"Seni affetmeyi denediğim için o kadar utanıyorum ki kendimden." Yutkundu. "Seninle bir yola çıktığım için o kadar utanıyorum ki, sen hiçbirine değmezmişsin."

Gülümsedi.

Gülümsemesi canımı yakıyordu ama sanki onun da canı yandı sandım bir an, o ifade çabuk kayboldu.

"Aferin," derken yeniden yutkundu, "hep böyle düşün işte. Ben senin o kesik bileğinim." Gözleri sargılı bileğime kaydı. "Bunu hiç unutma."

"O zaman çık git hayatımdan!"

Her şeyi mahvediyordu, bu anı bile.

"Def ol git yanımdan," dedim ama aynı anda sinirden gözlerim dolmuştu. "Ne işin var ki yanımda? Gelmiş bir de piknik yapıyoruz!" Yanaklarımı sildim. "Acıyorsan falan acıma hiç, merak etme bir şey yapmam artık kendime. Birkaç gün daha beklersem birileri dönüş yapar zaten." Omuzlarımı dikleştirdim. "Acıma sakın bana," dedim daha da sinirlenerek. "Duydun mu? Dereceyle mezun oldum ben o okuldan. Annem gitmiş olabilir ama bir sürü tanıdığı vardı benim babamın. Arasam hepsi yardım eder şimdi. Hepsi beni misafir etmek ister."

Ben değil babamın arkadaşlarını, artık babamın yüzünü bile hatırlamıyordum, bunların hepsi yalandan ibaretti.

Ama kimsesiz olduğumu bilsin istemedim. Ondan başka kimsemin kalmadığını bilsin istemedim. Asi bir şımarıklıkla bütün ahbaplarımdan kaçtığımı sansın istedim.

"Biliyorum," derken tavrı daha yumuşaktı. "Yalnız olmadığını, gurur yaptığın için aramadın kimseyi."

Bu içimi rahatlattı. Arayacak kimsem olmadığını anlamamıştı. Zaten artık tanıdığım kimsenin telefon numarasına da sahip değildim.

"Ama yine de bırakmayacağım seni."

"Manyak mısın sen," diye sordum hayretle. "Beni istemiyorsun işte, niye çekip gitmiyorsun?" Sonra aklıma gelen ihtimalle küçük bir kahkaha attım. "Aa belki de baban istemiştir bunu, bırakma demiştir. Çıkarın vardır belki de benden."

"Yok çıkarım falan," dedi öfkeyle, sesi yükselmişti, "çok umurumdasın da sanki."

"Yeter, sus." Yerimde doğruldum. "Gelmeyeceğim seninle."

O da doğruldu ve bana biraz daha yaklaştı.

"Manyak mısın kızım sen," derken bağırmaya başlamıştı. "Geçen gece benimle sevişmek istiyordun, az önce beni öpüyordun. Ne oldu şimdi?"

Gerçekten de dengemi kaybettiğimi fark ettim o an.

"Aynısını yaptın." Gözlerinde alev topları vardı sanki. "Bodrum'a gideceğiz dedin ama aynı gece çıkıp gittin." Güldü ama çok öfkeliydi. "Karşındaki insanın dengesini sikiyorsun sen. Ne düşünüyor, zerre kadar umurunda değil. Öpersin, yatarsın, söz verirsin ama ertesi sabah çekip gidersin, değil mi?"

Çok üstüme geliyordu, cevabını bilmediğim sorular soruyordu. Kurtulmak istedim.

"Üstüme gelme," dedim ben de bağırarak.

"Ne işin var burada?" Eliyle etrafı gösterdi. "Niye öpüşüyorsun o zaman benimle? Akıl sağlığımı mı sikmek istiyorsun lan sen benim?"

"Kendimi kötü hissedeyim diye söylüyorsan hissediyorum!" Ağlamamalıyım, dedim kendime. "Sadece biraz dinlenmek istedim." Sesim çok çaresiz çıkmıştı. "Sadece biraz mutlu olmak istedim, o yüzden geldim buraya. Ama bunu bile burnumdan getirdin." Bana yine yenilmiş gibi bakıyordu. "Al iç biranı, istemiyorum artık senin hiçbir şeyini ben."

Ayağa kalkmaya çalıştığımda bileğimi tuttu ve beni ağaca yasladı.

"Öyle demek istemedim." Gözlerini kırpıştırdı. "Yemin ederim onu kastetmedim." Bir eli yanağıma uzanınca gözyaşımı sildi.

"Bizim aramızdaki o şey bitti," dediğimde yanağımı öpmüştü. Ve şey diye geçiştirdiğim de ilişkimizdi.

"Bitti," diye onayladı beni, bu da canımı çok yaktı.

"O zaman artık beni öpme."

Neden bu kadar çabuk vazgeçmişti? Niye beni ikna etmek için çabalamayı bırakmıştı? Daha bir hafta önce ona inanmam için yalvaran, saçlarımı cüzdanında taşıyan adama ne olmuştu?

Geri çekilip bir elini arkaya attı ve birasını aldı, aynı anda limonatamı işaret etmişti.

"Hadi iç artık."

Yine ondan kaçma planı yapmaya başladığım için sanırım, uysal davrandım ve limonatayı alıp içmeye başladım.

"At terli," dedi aniden, yüzünde sinsi bir tebessüm vardı. "Gözümü boyamak için içiyorsan içme, gerekirse seni kendime zincirlerim ama kaçamazsın bu sefer."

Artık beynimi okuyor oluşuna şaşırmıyordum.

Onunla konuşmamaya karar verdim. Hala çok yorgun hissediyordum kendimi ve Yiğit'le kavga etmek gücümü tüketiyordu.

Şimdi buradan kalkıp gitsem, beni tutmaya çalışırsa çığlık atıp insanları etrafımıza toplasam ne yapabilirdi? Onu polise de verebilirdim.

"En fazla beni linç ederler," dediğinde irkildim. Bana bakmadan birasını içiyordu. "Etrafa bakıyorsun ya, çığlık atıp yanından kaçsam ne olur, diye düşünüyorsun. Hatta belki beni şikâyet etmeyi de düşünüyorsundur." Bakışlarını bana çevirdi, çok sakindi. "Yap istersen, seni dışarı çıkarırken ben bunu göze aldım. Sen bilirsin, bunu yaparsan kurtulursun. Belki beni gözaltına alırlar ama ben de kurtulurum." Yutkundum. "Hava al biraz, düşünme bunları."

Birasını içmeye devam etti.

Öyle ne kadar durduk, bilmiyorum. Ama eli elime uzandığında ürkeceğim kadar çok dalmıştım.

"Özür dilerim," dedi yumuşak bir tondan. "Sana bağırdığım için."

"Önemi yok." Kollarımı kendime sardım. "Sen bana bağırmana kırılmayı unutacağım kadar çok şey yaptın, sıra ona gelene kadar," dedim gülümseyerek.

"Doğru," derken her şeyi kabullendi birden, her şeyi sırtlandı, sanki annemin gidişinin sorumluluğunu bile o aldı ve vicdanımı sızlatan bir bakış attı bana. Küçük bir oğlan çocuğu gibiydi. "O yüzden affetme beni."

Başımı salladım.

"Artık kalksak," dedim yerimde toplanırken.

"Üşüdün mü," diye sorunca yine sadece başımı salladım ve minderleri toplayıp geldiğimiz yokuştan bu sefer aşağı inmeye başladık.

Eve döndüğümüzde üzerimdekileri çıkartıp yine tişörtlerinden birini giydim ve yatağın içine girdim.

Haklı değildim ama suçlu da değildim. Tamamen suçlu ya da tamamen haklı olmayı çok isterdim. Bu arada kalmış halim, yorgun bakışları ve sigarayı tutarken titreyen elleri kalbimi yakıyordu.

Uyumak istedim.

Bir çare bulmam gerekiyordu. Onu çok özleyeceğimi anlamıştım ama yine de buna bir son vermemiz gerekiyordu. Bunu sadece kendim için değil, onun için de yapacaktım ve aslında hiç kabul etmeyeceğim bir karar aldım.

En azından bana tanıdık bir büro önermesini isteyecektim ondan, beni kabul edebileceğini bildiği bir büro. Torpilini istemiyordum ama bana seçenek sunabilirdi. Bir işim olursa hayatıma daha kolay devam ederdim, kendime küçük bir ev tutardım.

Başımı onun yastığına koyduğumda kokusunu derin derin soludum. Bizden olmayacağını bildiğim gibi bu günlerin beraber geçirdiğimiz son günler olduğunu da biliyordum.

Bunu bilerek yatağında uyumak çok ağır gelse de bunun üstesinden gelebileceğime inandım.

Ve uykuya daldım.

Ama yüzüme vuran sıcaklık beni rahatsız ettiğinde yerimde kıpırdanırken gövdem rahatsız edici bir engele çarptı. Kulağıma derinden bir uğultu geldi ve sonra serin bir rüzgâr yüzüme çarpmaya başladı.

Gözlerimi araladım ve bir an kendimi bir mezarın içinde sandım çünkü tavan bana çok yakındı, Yiğit'in odasında olamazdım. Korkuyla başımı yanıma çevirdiğimde Yiğit'in yüzünü gördüm, gözleri ilerideydi, yüzü karanlıkta kalmıştı ama kıpırtılarımdan uyandığımı anlayıp bana döndü.

Yerimde doğruldum, arabadaydık, Yiğit'in yanındaki koltuk geriye doğru yatırılmıştı ve ben de üzerinde uyuyordum, karşılaştığım engelse emniyet kemeriydi.

Bakışlarımı cama çevirdiğimde şehirlerarası yolda olduğumuzu fark ettim.

"Yiğit," dedim sesimi düzeltmeye çalışarak, yine bana kısa bir bakış atıp yola döndü ama kendi camını biraz daha aralamıştı.

"Uyandın mı," diye sordu sanki farkında değilmiş gibi.

"Nereye gidiyoruz?"

Kemeri çözüp yerimde dikleştim ve etrafıma bakmaya başladım ama önümüzü aydınlatan yalnızca arabanın farlarıydı.

Bir cevap vermeyince, "Sana soruyorum," diye bağırdım öfkeyle, "bana hiçbir şey söylemedin, nereye gidiyoruz?"

"Sana çok şey söyledim." Başını sallarken gülümsedi. "Ben sana çok şey söyledim." Gözleri beni buldu. "Seni bırakmayacağımı, bu defa kanmayacağımı da söyledim. Şimdi ben nereye gidiyorsam sen de oraya gidiyorsun, olması gerektiği gibi."

Yeniden yola döndüğünde vitesi yükseltti ve araba biraz daha hızlandı, karanlık yolda ilerlerken korkmam gerekip gerekmediğini düşündüm ama tıpkı bedenim gibi duygularım da anlık bir şokla donmuştu sanki.

Araba gitgide biraz hızlanırken, durmayacağını bildiğim ve ona kaza yaptırmaktan da korktuğum için sanırım, kemeri yeniden takıp arkama yaslandım. Dudağının sol kenarı zaferle kıvrıldı ama bunun hesabını sormak için vereceğimiz ilk molayı beklediğimi fark etmemişti.

🦌

Aa sakin bölüm sonu... Sonunda ahahsg Biraz nefeslenelim yoksa hepimiz kliniğe yatacaktık...

Öncelikle destek olan herkese teşekkür etmek istiyorum. Sadece olumsuz şeyleri vurgulayan, memnuniyetsiz biri değilim. 41'den sonra çok güzel şeylere de şahit oldum, size minnettarım, bunu bilmenizi istiyorum. Hatta içimden dedim ki keşke bu kadar geç olmasaydı, keşke aynı şeyleri 2017'de de görseydim, keşke bu kadar çok sesime karşılık veren olsaydı. Belki başka biri için bu bile çok ufaktır ama benim için o denli büyük ki... Bunu iki yıl sessizliğe bölümler yazmış biri için söylüyorum. Bunu 25. bölümü 100 kişiye yazmış biri olarak söylüyorum. Desteğiniz benim için inanılmaz değerli. İyi ki varsınız Beyaz Benekler!

Ve bu arada siz yine arkadaşlarınıza önermeyi unutmayın, yeni gelenler de hoş geldiler.^^

Lütfen bu halinizi bırakmayın, lütfen aynen böyle devam edelim.💘

Twitter'dan #çehresiz etiketiyle düşüncelerinizi ya da beğendiğiniz cümleleri yazıp beni etiketleyebilirsiniz, hepsini görüyorum. :') Kullanıcı adım busemeryemb

Yiğit ve Rüya'nın dengesizlikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizce Yiğit Rüya'yı nasıl buldu?

Ve sizce nereye gidiyorlar?

Gelecek bölüm görüşmek üzere. :)

Continuar a ler

Também vai Gostar

623K 25.8K 44
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
Haz Por 🍀

Romance

268K 3.6K 19
Çocukluktan beri Karan Avcıoğlu'na karşı hisleri olan Efsun Alakurt'un hikayesidir. Sevdiği adamla birlikte olduklarından sonra her şeyin farklı ola...
1.1M 46.5K 43
0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kategorisinde 1.S...
575K 21.4K 85
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...