Tacın Bedeli

By okelzeynep

48.6K 3.9K 8.7K

● Wattys2019 Ödülleri - Tarihi Kurgu Kategorisi Kazananı Tacın Laneti'nin Devam Hikâyesidir ● • • Okumadan ön... More

|GİRİŞ|
|KARAKTERLER|
|KAPAK TASARIMLARI|
|0|
|1|
|2|
|3|
|4|
|5|
|6|
|7|
|ÖNEMLİ DUYURU|
|8|
|9|
|10|
|11|
|12|
|13|
.i
|14|
|15|
.ii
|16|
|18|
|19|
|20|
.iii
|21|
|22|
|23|
|24|
|25|
|26|
|27|
|28|
.iv
.v
.vi
|29|
|30|
.vii
.viii
.ix
|31|
|32|
|33|
.x
|34|
.xi
|35|
|36|
|37|
|38|
|39|
|40|
|41|
• final
• a way back home (+bonus bölüm)
• veda (+yazardan notlar)

|17|

865 70 215
By okelzeynep

Bölüm Şarkısı;
K. Flay - High Enough

×××

On Yedinci Bölüm × First Prey

...

Aceline'ın soğuk, gri cesedi ve kucağında taşıdığı kanlı bebek, Maria'yı kabuslarında asla terk etmemişti.

Beş yıl boyunca hemen hemen her gece gördüğü o kabus, son zamanlarda yine musallat olmaya başlamıştı ruhuna. Aynı sahneleri tekrar tekrar yaşıyor; aynı figürleri ve gölgeleri tekrar tekrar görüyordu. Bu kabusları ise daima bir kilisede başlıyordu.

İçinde tek bir hayat belirtisi bile olmayan, fakat bir şekilde soğuk nefesler ve çığlıklarla dolup taşan kocaman, görkemli bir kilisedeydi. Hem orada olduklarını bildiği, hem de aslında orada olmayan siyah yas elbiseli şeffaf gölgelerin arasından geçiyor, ağlayışlarını ve yakarışlarını dinlerken başı dik bir şekilde kilisenin en sonuna kadar ağır ağır yürüyordu.

Neden ağlıyorlar diye soruyordu kendine. Arkasından ağlanmayı hak etmeyen bir kadın için neden bunca kişi yas tutuyor, bir türlü anlam veremiyordu. O kadın benim hayatımı, sizin giydiğiniz yas elbiselerinden bile daha derin bir karanlığa boğdu diye haykırmak istiyordu, gördüğü her belirsiz gölgenin yüzüne. Onları sarsmak ve sallamak istiyordu. Fakat anlam veremediği bir güç onu geride tutuyor, kollarını bağlıyor ve sadece yürümeye devam etmesini fısıldıyordu. Maria da öyle yapıyordu. Yürüyor, yürüyor ve yürüyor; taa ki göklere kadar ulaşıyormuş gibi görünen renkli camın önüne gelene kadar da durmuyordu. Derken gözlerini saniyelik kırpmasıyla bambaşka bir yere çekiliyordu bedeni.

Başını çevirip baktığında hiç de yabancı olmadığı bir odanın içine girdiğini görüyordu. Yıllarca evim dediği sarayın içindeydi. Her gecesini dua ederek harcadığı, doğurganlığına belki bir yararı olur düşüncesiyle tadı zehirden beter çayları içtiği, tek başına uykuya dalıp, tek başına uyandığı o yatak odasının dört duvarına bakıyordu. Bir daha asla göremeyeceğini umduğu odasıydı burası. Ancak rüyalarında ziyaret edebiliyordu. O rüyaları ise her seferinde en korkutucu kabusuna bürünüyordu.

Tıpkı gittiği gün arkasında bıraktığı gibi görünen boş odanın içinde biraz dolandıktan sonra, yanından hızla geçip giden beyaz bir gölgeyi hissetmesiyle anlıyordu kabusunun gerçekten başladığını. Tek bir damla kan görmemiş odanın, varlığı boyunca görebileceği en kanlı geceye adım atıyordu. Ve aniden bütün oda aydınlanarak hayata dönüyordu. İçinde iki hayatın son bulacağını bile bile üstelik. Hemen ardından Maria'nın gözleri korkuyla kapıdan giren figürlere kayıyordu. Cerrahlar, zehir ustaları, nedimeler, ebe... Edward da oradaydı. Yaptıklarının bedelini ödeyen, herkesten üstün tuttuğu ve uğruna karısına iftira attığı kişinin ölümünü saniyesi saniyesine izliyordu. Hak ediyorsun diyordu Maria, adamın yüzüne doğru sertçe bakarken. Senin bana yaşattığın acının bedelini böyle ödüyorsun diyordu. Onun arkasından ise başka bir ses cevap veriyordu kadına. "Peki sen yaptıklarının bedelini nasıl ödeyeceksin?"

Sesin kime ait olduğu belli değildi. Asla da belli olmamıştı. Maria zamanla o sesin sahibinin kendi vicdanı olduğunu düşünmüş ve aynı kabusu her görüşünde o sesi duymasıyla korkmuştu. Korktuğu şey Aceline'ın canını almış olmak, bunun için de cehenneme gitmek değildi. Hayır, Aceline'a o kanlı gecede çektirdiği hiçbir acıdan pişmanlık duymuyordu. Tek pişmanlığı, kadının karnında daha doğamadan ölen bebekti. Benim öldürdüğüm bebek...

Aceline kanlı yatağında son nefesini verirken etraftaki her görüntü yavaşça kayıyor, ayaklarının altındaki zemin usul usul parçalanıyor ve Maria yine kendini o kilisenin içinde buluyordu. Ağlayan gölgelerin arasından hızla geçiyor, en uçtaki renkli cama ulaşıyor ve gördüğü şey yüzünden bedeni oracıkta buz kesiliyordu.

Aceline'ın soğuk, gri bedeninin üstüne konulmuş minicik bir beden daha vardı. Beyaz örtülere sarılmış, küçük bedeninin her karışını kaplayan kandan dolayı kırmızıya boyanmış bir ceset. Mermer taşın üstünde birlikte yatıyorlardı. Eğer bebeğin üstünde kan olmasaydı, huzurlu bir uykuya daldıkları bile söylenebilirdi. Fakat uyumadıklarını biliyordu Maria. Uyusalar dahi ikisinin de bir gün uyanacağını ve katillerinin canını almak için geleceklerini biliyordu.

Böyleydi Maria Eva'nın her gece gördüğü kabus. Bağırarak uyandığı ve terler içinde nefessiz kaldığı kabusları normalde böyle bitiyordu. Uyandıktan sonra ise yaptığı ilk şey dua etmek oluyor, günahları için af diliyordu. Fakat tuhaftı ki, bu gece gördüğü kabus böyle bitmemişti. Yine kilisenin içinde başlamış, ağlayan insanlara nefretle bakmış, saraya gitmiş, odasına girmiş, Edward'ın yüzüne bağırmış ve yavaşça aynı kilisenin içine çekilmişti. Ama bu sefer kilisede kimse yoktu. Ne ağlayan şeffaf gölgeler vardı, ne bastırılması gereken çığlıklar, ne de siyah yas elbiseleri... Kimse gelmemişti.

Anlam veremeyerek uzun mihrap boyunca yürüdü ve mermer taşın önünde durdu. Aceline'ın ve bebeğinin cesedi ortalıkta görünmüyordu. Başka bir ceset vardı taşın üstünde. Tanıdık bir ceset.

Maria başını iki yana sallayarak kaçmaya çalıştı. Bağırmak istiyor, bütün gücüyle kiliseden çıkmaya uğraşıyor ve çırpınıyordu. Fakat yine aynı güç kadının hareket etmesini engelliyordu.

"Peki sen yaptıklarının bedelini nasıl ödeyeceksin?"

Ses kilisenin içinde yankılanırken, Maria görüntüyü görmemek için gözlerini kapattı sıkıca. Uyanmak istiyorum demek istiyor, yine de kelimeleri ağzından bir türlü çıkaramıyordu. Uyanmak istiyorum!

Aniden yerinden sıçramasıyla gözlerini açtı ve uzun süredir nefesini tutuyormuş gibi fırlayarak derin derin nefesler aldı. Yaptığı ilk şey boynunu kavramak olmuştu. Başının orada olduğundan emin olmak istiyordu adeta. Çığlıkları yüzünden içeri giren nedimeleri anlam veremeyerek kendisine bakarken, Maria'nın gözünden tek damla yaş süzüldü. Elleri titrerken de nedimelerinden birinin verdiği soğuk su dolu bardağı kavradı.

Uyanmıştı işte. Ama kabusunun etkisi hâlâ gitmemişti. En büyük korkusu, en büyük işkencesi artık kabuslarında da peşini bırakmayacak gibi duruyordu. Öyle ki uyanmadan hemen önce gördüğü ceset, başı boynundan ayrılmış bir şekilde yatan kendi cesediydi.

...

"Dük hazretleri, oğlunuz saraya vardı."

Eric için böyle başlamıştı sabah. Duyduğu tek bir cümle anında neşesine neşe katmış ve gençliğinden beri sırtladığı her türlü günahın yüküyle ağırlaşmış yaşlı bedenini hafifletmişti. "Eve haber yolla." dedi, üstünde uyukladığı çalışma masasından fırlarken. "Bana da derhal düzgün giysiler getir."

Haber yavaşça sarayın en küçük noktasına kadar yayılırken, Leonardo Brunella ve yanından hiç ayırmadığı sekreteri Mark Cranmer atlarını ahırlara teslim ediyor ve birlikte geldikleri askerlerin kışlalarına dönmeden önce bir süre daha burada durarak, yanlarında getirdikleri ulağı saklamalarını tembih ediyorlardı. "Ben majesteleri ile konuşana kadar ulağı kimseye göstermeyin." diyerek kelimelerinin altını bir kez daha çizdi Leo. "Tek bir kişi bile görmemeli."

Mark kendi kendine mırıldandı. "Özellikle de Charles Clout."

"Emredersiniz lordum."

Askerler yol boyunca kendilerine hiçbir zorluk çıkarmayan genç ulağı da alarak dinlenme yerlerine geçiyorlardı. Mark dostuna döndü ve üstünü düzeltti. "Majestelerine ne diyeceksin?"

"Kızıl sakallı adamdan ve Charles'dan söz etmeyeceğim." dedi yürümeye başlarken. "Devon'a vardık, arşivde sorun çıkmadığını gördük, şüphelendik ve gece de askerler ulağı yakalayıp mektubu bize verdikten sonra saraya döndük."

"Bunun iyi bir fikir olduğuna emin misin?" diye sordu onun peşinden gelen Mark. "Böyle bir suçlama Charles Clout'un başını baya ağrıtır. Başının ağrıdığını görmeye itirazım olduğu da söylenemez."

"Charles'a yönelik elimizde somut bir kanıt yok. Eğer böyle bir suçlama yaparsak kanıtımız da olmalı. Yoksa başı ağrıyanlar biz oluruz." Leo çoktan saraya girmişti bile. Ve girmesiyle haftalardır uzak kaldığı kalabalığın yüzüne yüzüne vurması bir oldu. "Ondan şüphelendiğimizi öğrendiği an arkasındaki bütün izleri silecektir." diyerek fısıldadı dostuna dönüp. "Sen eve geç, dinlen. Kolundaki yarayı da Cecilia'ya göstermeyi unutma."

"Hayır, hayır, hayır. Ona söylemeyeceğim..." diye itiraz etti Mark. "Yaralandığımı öğrenirse önce telaşlanır, sonra yumuşar, ardından da yaralandığım için beni suçlar."

Leonardo gülmüştü. "O senin eşin, er ya da geç yara izini görecektir."

"Bir çocuk tarafından yaralandığıma hâlâ inanamıyorum..." Mark'ın homurtusu yorgun çıkmıştı. "Oku atanın küçük bir çocuk olduğunu kimseye söylemek yok, anlaştık mı?"

"Söz veremem."

"Sana güvenmekle hata etmişim. Bir dahaki sefere hayatını falan kurtarmayacağım."

"Evine git artık." Leo bir kez daha gülmüş ve arkasını dönerek yoluna devam etmeye girişmişti. "Yarın sabah sarayda ol."

Mark ise öç almak ister gibi bağırdı dostunun arkasından. "Söz veremem!"

...

Brunella evinin içine aniden dolan hayat, göz ardı edilemeyecek kadar fazla renkliydi. "Akşam için yemeklere şimdiden girişin, etin sulu ve lezzetli olması için yavaş pişmesi lazım." demişti Simone. Çalışanlar ise eve haber geldiği andan beri kadının sözlerini dinliyor ve bir dediğini iki etmiyorlardı. "Yemek odasının da tozunu alın." dedikten sonra koltukta oturan gelinine döndü hemen. "Geldiğinde giyeceği temiz giysilerini yatağa çıkartmalarını söyledin mi?"

Hiçbir işe elini sürmeyen ve eskiden kendi hallettiği her şeyin şimdi Simone tarafından halledilmesini büyük bir hayal kırıklığı ile izleyen Stephanie başını aşağı yukarı salladı. "Söyledim."

Anna'nın ise keyfi yerindeydi. Tıpkı Stephenie gibi o da koltuklardan birinde oturuyor fakat onun kadar gergin görünmüyordu. Tam aksine, elinin altında oyuncakları ile meşgul olan Mary'nin saçlarıyla oynarken güzelce arkasına yaslanmış ve bahçeden kopardığı elmasını yerken de bir ayağını diğerinin üstüne atmıştı. İplerin annesinde oluşunu büyük bir mutlulukla izliyordu. "Yemekten önce banyoya girmeli." dedi, istifini bozmadan. "Onca yolun kirini masaya getirir yoksa."

Simone kızını onayladı. "Evet, evet..." derken gitmek üzere olan çalışanlardan birini durdurdu. "Küveti de hazırlasınlar."

"Hemen söylüyorum Leydi Brunella."

Stephanie'nin içinde tam olarak ne olduğu belli olmayan bir sıkkınlık vardı. Sonunda yüzüne hasret kaldığı ve dört gözle beklediği kocası dönmüştü. Mutlu ve heyecanlıydı. Fakat bu duygulara eşlik eden sıkkınlığını söküp atamıyordu bir türlü. Belki nedeni artık bu evde hiçbir otoritesinin kalmamasıydı. Belki sessiz çıkan tek sesinin de kesildiği ve tamamen görünmez birine dönüştüğü fikriydi. Veya belki de asıl nedeni, annesi de geldiğine göre Leo'nun bir daha kendisinin yüzüne bakmayacağı gerçeğiydi. Babası, annesi, kardeşi, çocukları... Sevdiği herkes aynı çatı altında. Ben ise sadece bir fazlalık olacağım diye geçirip duruyordu içinden. Artık ne bana ihtiyacı olacak, ne de yüzümü görmek isteyecek.

Fakat Simone daima sürprizlerle dolu biri gibiydi. Öyle ki ayakta durarak emirler yağdırdığı noktasından ayrılıp gelinine doğru yaklaştı ve ellerini beline koydu. "Orada öyle oturma." dedi, genç kadının şaşkın bakışları kendi gözleriyle buluşunca. "Yemek takımı ile ilgilen. Hangi takımı seçeceklerine karar ver ve gümüşleri parlatmalarını söyle."

Anna, annesinin neden böyle bir şey yaptığına anlam veremeyerek kaşlarını çatmıştı. Stephanie ise evin hazırlığında kendisine de görev verilmesine hem şaşırmış, hem de yüzünde çocuksu bir tebessüm gezinirken ayağa fırlamıştı. "Leo cam kadehli takımı seviyor. Onu hazırlamalarını söyleyeyim mi?" diye sordu.

"Hangi takımı istiyorsan hazırlat." dedikten sonra heyecandan yorgun düşen bedenini koltuğa bıraktı Simone. "Ama ellerini çabuk tutsunlar. Büyük ihtimalle öğleden sonra eve gelecek."

Stephanie başını sallayarak ayrıldı odadan. Sadece Anna, Simone ve kendi kendine oyalanan Mary kalmıştı.

"Neden yaptın ki bunu?" derken annesine doğru eğildi Anna.

"Neyi?"

"Yemek takımlarıyla ilgilenmesini söylemeyi. Eminim takımları onsuz da seçebilirler."

Simone, geliniyle aralarındaki sürtüşmelere rağmen inkar edemeyeceği bir gerçeği hatırlattı kızına. "O da bu ailenin bir parçası." dedi. "Üstelik yardım etmeye açık biri. Bırak da yardım etsin."

İkisi arasındaki fısıldaşmaları duymayan Mary başını kaldırıp bakmıştı. "Babam geldiğinde yeşil elbisemi giymek istiyorum. Babam o elbisenin içinde çok güzel göründüğümü söyledi."

"Mükemmel bir fikir." diyerek güldü Simone. Ardından kızına döndü. "Sen de boş boş oturacağına kalkıp Mary'nin giyinmesine yardım et."

Ama Anna bundan da memnun değildi. "Boş boş oturmuyorum ki. Elma yiyorum."

Simone yarısı yenmiş elmayı kızının elinden çekip aldı ve yavaşça arkasına yaslandı. "Artık yemiyorsun."

Birkaç homurtu ve göz devirmeden sonra istemese dahi ayağa kalkmıştı genç kız. Yeğeninin elinden tuttu ve onu odasına doğru götürmeye başladı. Şu an sarayda Edward ile birlikte olması gerekiyordu. Veya Mathis'le buluşup planları hakkında konuşmalılardı. Peki ya o ne yapıyordu? Büyük ihtimalle sessiz geçecek bir yemek için hazırlık yapılmasını izliyor ve yaklaşık dört dadısı olmasına rağmen yeğenini giydirmeye gidiyordu. Tam da bu yüzden günlerini evde geçirmek yerine sarayda geçiriyordu işte; çünkü ıssız olmasına alıştığı bu ev artık son derece gürültülü ve kalabalıktı. Eskiden sadece Aceline ve Leo ile oradan oraya dolaştığı kimsesiz evin içinde artık bin bir türlü ayak sesi ve konuşma vardı. Alışık değildi buna. Kökünde geniş olan bir aileden geliyor olsa da, asla o geniş aile hissini tatmamıştı. Ve kesinlikle tatmaktan zevk aldığı bir şey de değildi.

"Saçlarımı seninki gibi yap." diyerek halasının kafasındaki düşünce bulutlarını savdı Mary. "Senin taktığın taçlar gibi bir taç da istiyorum. Büyük ve parlak olanından."

Az önce içinden geçirdiği onca şeye rağmen küçük kızın sözcüklerine ve onları tatlı tatlı söyleme biçimine gafil avlanıp, nihayetinde de gülmesine engel olamamıştı. "Saçlarını yaparım ama taç takamam." dedi. "Saçların öyle bir tacı tutamayacak kadar hassas."

"Hayır." deyip inatlaştı kız. "Gayet de güçlüler."

"Başına ağır gelir, canını acıtır."

"Acıtmaz! Göründüğümden daha güçlüyüm bir kere."

Demek yeğeni, zaman zaman Anna'nın kendisini bile yıpratan o meşhur inadını da almıştı. "Madem öyle." dedi ve ellerini meydan okur gibi göğsünde birleştirdi. "Takalım o zaman. Ama canın acırsa karışmam."

Mary de minik kollarını birbirine dolayıp meydan okudu. "Acımayacak. Görürsün."

Şu işe bakın diye geçirdi içinden Anna. Bu kız büyüdüğünde annesine çok çektirecekti. Demek gerçekten de dedikleri doğruydu; insanın sevmediği ot, dibinde bitiyordu.

...

Leonardo Brunella ile yapılacak olan toplantı için hazırlanan görüşme odasının önünde, hiç olmadığı kadar sabırsız hisseden Eric dönüp duruyordu. Gözleri devamlı koridorun başındaki girişe kayıyor ve kırışmış elleri birbirini sıkıyordu. Oğlunun yüzünü bir an önce görme umuduyla dayanamayarak odadan çıkmış ve Edward'ın da izniyle onu koridorda beklemeye başlamıştı. Ama oğlu hâlâ gelmemişti, derken bir gölge vurdu girişin ahşap döşemelerine. Ve Eric hemen başını kaldırıp girişe baktı. Oradaydı. Gelmişti. Leonardo gülümseyerek kendisine doğru yürüyordu.

Sanki aradan geçen süre birkaç hafta değilmiş de, asırlar olmuş gibi bir rahatlama ve sevinçle öne atıldı adam. Oğluna doğru yaklaştı ve onu yakaladığı gibi kendine çekerek sıkıca sarıldı. Neredeyse aynı boyda olan ikili aynı anda başlarını gömerek, ellerini omuzlarına dolamışlardı. "Hoş geldin oğlum." diye fısıldadı Eric. "Evine hoş geldin."

Her ne kadar Leo sarılmaları veya bunun gibi sevgi göstergelerini artık fazla sevmese de babasına karşı koymamıştı. İlişkileri daima bir iyi, bir kötü olan baba ve oğlu arasında yine de özlenmeye değer bir bağ vardı. Sıkça yüzeye vurmayan, kendini belli etmeyen ama orada olduğunu bildikleri bir bağ. Ve inkar edemezdi ki, at üstünde huzursuz geçen haftaların sonucunda, nihayet babasına sarılmış olmak Leo'nun da hoşuna giden ve içini rahatlatan bir andı.

"İyisin, değil mi?" diyerek oğlunu omuzlarından tutup kendinden uzaklaştırdı Eric ve her yerini en küçük ayrıntısına kadar inceledi. "Bir yerinde bir şey yok ve iyisin?"

"İyiyim, merak etme." dedi Leo. "Bana bir şey olmadı."

"Yoksa başkasına mı oldu?"

"Mark yaralandı..." dedikten sonra babasının yüzünün aldığı ifadeyle hemen açıklamaya girişti. "Ciddi bir şey değil. Küçük bir kazaydı sadece ama hepimiz iyiyiz."

Eric'in gözleri telaştan kocaman açılmıştı. "O nerede peki, evine mi geçti? Nasıl yaralandı?"

"Dinlenmesi için eve gitmesini söyledim." diyerek başını salladı. "Yaralanma nedeni kulağa komik gelse de iyi olduğu için minnettarım. Nasıl olduğunu ise daha sonra anlatırım ama şimdi majestelerini daha fazla bekletmemek istiyorum."

"Elbette, elbette..." Eric durumu fazla kurcalamamış ve her ne kadar oğluyla burada, yalnız vakit geçirmek ve olan biten her şeyi uzun uzun dinlemek istese de ona katılarak odaya girmişti.

Baba ve oğlunu odada bekleyen Edward'a, konuşulanları dinlemek ve sekreterler odasındaki diğer çalışanları bilgilendirmek adına Francis eşlik ediyordu. İkisi de odaya giren kişileri görünce pozisyonlarını değiştirmiş; Francis not almak için masaya geçerken, Edward ise elindeki bardağı kenara koyup ellerini arkasında birleştirmişti.

Leonardo'yu görür görmez yüzünde büyük bir tebessüm belirdi. Ona doğru yürüdü ve belini büken genç adamı kolundan tutup sarıldı. "Lord Brunella, hoş geldiniz." dedi, sevecen ve samimi bir tavırla. "Sizi nihayet tekrar aramızda görmek büyük bir mutluluk."

"Majesteleri." diyerek karşılık verdi Leo. "Geri dönmüş olmak benim için de büyük mutluluk."

"Eminim sohbet edilmesi gereken bir sürü konu başlığı var, fakat lafı fazla uzatmadan göreviniz hakkında konuşmaya başlamak istiyorum." Edward bunu derken, kendisi gibi ayakta duran Leo ve Eric ile birlikte masaya doğru yönelmişti. "Hem işimizi çabuk bitirmek sizin de bir an önce evinize geçip dinlenmenizi sağlar. Günün geri kalanı için Eric'e de izin verdim." dedi ve gülümsedi. "Ayrıca babanıza sözüm vardı, gelişinizin şerefine yemek de düzenleyeceğim. Şansınız varken güzelce dinlenmenizi öneriyorum."

"Nezaketiniz bile bizi yeterince onurlandırıyor majesteleri." diyerek sandalyesine yerleşti Eric.

Francis ise karşısına oturan adama sessizce başıyla selam vermişti. "Hoş geldiniz lordum."

"Teşekkür ederim." Leo da ona aynı şekilde selam verip, hiç beklemeden krala döndü. "Sekreterim Mark Cranmer günün geri kalanında dinlenmek için evine gitti fakat yarın ilk iş kendisiyle birlikte görevin durum raporunu çıkarıp Bay Walterson'a teslim ederiz." dedi. "Lakin sanıyorum ki bu rapordan memnun kalmayacaksınız majesteleri."

Edward'ın ciddiyeti, kendi sandalyesine geçtiği an bütün yüzüne yayılmıştı. "Neden, neler buldunuz?"

"Sorun da bu, maalesef beklediğimiz şeyleri bulamadık." dedikten sonra derin bir nefes aldı. "Devon'daki arşivler temiz çıktı."

"Peki ya Cornwall?" deyip araya girmişti Eric.

Leo başını iki yana salladı. "Cornwall'a geçmedik. Fakat geçseydik orada da aynı durumla karşılaşacağımıza eminim."

Edward'ın kaşları soru sorar gibi çatılmıştı. "Cornwall'a neden geçmediniz?"

O an Leonardo'nun gözleri sadece bir veya iki saniyeliğine karşısında oturan ve not tutmaktan dolayı başını kaldırıp diğer gözlere bakamayan Francis'e kaymıştı. Ela bakışları, bir şeyler anlatmak ister gibi görünüyordu. "Bir an önce saraya dönmenin uygun olacağını düşündüm." dedi, bu işaretin hemen ardından. "Cornwall'a geçmek zaman kaybı olurdu."

Neyse ki tıpkı Eric gibi, Edward da bu işareti yakalamış ve yavaşça arkasına yaslanmıştı. "Anlıyorum..." der demez sekreterine döndü. "Francis, bizi yalnız bırakabilir misin?"

Francis mürekkebini yeni doldurduğu kalemiyle birlikte başını da kaldırıp baktı krala. Yoksa bir şey mi kaçırmıştı? "Elbette majesteleri." dedi, fakat hâlâ olan biteni anlamıyordu. "Bir sorun mu var?"

"Hayır, hayır sorun yok." diyerek omuz silkti kral. "Notlarını yarın Lord Brunella ve Bay Cranmer'ın ileteceği durum raporundan sonra tamamlayabilirsin. Şimdi ise senden yarın akşam için hoş bir yemek tertip etmeni istiyorum. Hazırlıklarla sen ilgilen."

Yemek ve eğlence hazırlığı kesinlikle Francis'in uğraşmaktan en nefret ettiği şeylerdi. Fakat bunu dile getiremeyeceğini bildiği için başını sallamış ve eşyalarını toparlayarak çıkmıştı odadan.

Kapının kapanma sesinden sonra tek kaldıklarından emin olan Leo masaya doğru eğildi. "Bazı gelişmeler var." dedi, kısık bir sesle. "Bu gelişmeleri sizinle yalnız konuşmak istedim çünkü bulduğumuz şeyin arkasında kimin olduğunu henüz bilmiyoruz."

"Ne buldunuz?" diye sordu Edward. Eric de aynı sorunun cevabını bekliyor gibi öne eğilmişti.

Leonardo'nun derin nefesi bir kez daha odaya yayılmıştı. "Devon'daki arşivin temiz çıkması mantıklı değildi majesteleri." dedi. "Özellikle de halkın durumunu kendi gözlerimle gördükten sonra Lord Wither'ın masum olduğuna inanmadım. Doğrusunu söylemek gerekirse hiçbirimiz inanmadık."

"Halkın durumu nasıldı?" diyerek yeniden araya girdi Eric.

"Kötü." diye cevap verdi Leo. "Sokaklar aç ve işsiz insanlarla dolu. Evler bakımsız, vatandaşlar yoksul ve zayıf. Kaleye girdiğimizde bile orada çalışanların yüzünde korku dolu bir ifade vardı. Güvende olmadıkları ve büyük bir sabırla farklı şeyleri umut ettikleri her hallerinden belliydi." diyerek krala döndü. "Lord Wither'ın kalesi ise halkın aksine, görmeyi beklemediğimiz bir şatafatla doluydu. Her türlü lüksün içinde yaşıyor. Kısacası anlayacağınız üzere, bazı şeylerin farkına varmak için arşivde küf aramaya gerek yoktu."

"Peki tam olarak bulduğunuz şey nedir?"

"Bir mektup majesteleri." dedi. "Devon'a vardığımız ve arşivde hiçbir şey bulamadığımız günün gecesini kalede geçirdik. Bir şeylerin yolunda olmadığını düşünerek gece vakti kalenin giriş ve çıkışlarına gizlice askerleri görevlendirdim. Sabaha doğru ise, kimse için uygun olmayan bir yolu kullanması söylenerek, Cornwall'a mektup götüren bir ulak yakaladık." dedikten sonra da cebindeki mektubu krala uzattı. "Lord Wither geleceğimizi biliyordu. Ve geldiğimiz gün Cornwall'a uyarı mektubu gönderdi. Bu mektubu elimize geçirdiğimiz an askerlere saraya dönme emri verdim. Öyle ki Lord Wither, mektubunun ulaşmadığının farkına varmadan oradan gitmeliydik. Kimseyi tehlikeye atmamalıydım."

Edward'ın yüzü, elindeki mektubu okuduğu her saniye renk değiştiriyor ve gerçekten de açık açık uyarmak amacıyla yazılmış bu sözcükleri zihnine kazıyordu. "Ulağı sorguladınız mı?" diye sordu ve mektubu sabırla bekleyen Eric'e uzattı.

"Sorguladık. Sizin de sorgulamak isteyeceğinizi düşünerek yanımızda getirdik. Şu an askerler, benim emrimle ulağı gizli bir yerde tutuyorlar."

"Neler dedi?"

Leo sıkıntıyla başını salladı. "Neyin içine çekildiği ile ilgili hiçbir fikri yok. Fakir bir aileden gelen ve ailesini geçindirmek için kaleye giren, genç ve toy biri. Fakat ilginç olan kısmı, dediğine göre Lord Wither yanında sadece en çok güvendiği birkaç kişiyi tutuyor ve onlar haricindeki hiçbir çalışanına büyük görevler vermiyormuş. Ulak olmasına rağmen Devon dışına çıkmamış. Haliyle neden böyle bir görevin kendisine verildiğini bilmiyor."

"Tedbir almışlar." diyerek mektubu masanın ortasına bıraktı Eric. Kaşları çatık ve sesi kısıktı. "Yakalanma riskini biliyor olmalılar."

"Büyük ihtimalle." deyip onayladı Leo.

Eric devam etti. "Eğer mektup yakalanırsa hem kendi gözlerinde önemsiz duran birini ateşe atmış olacaklardı, hem de kolayca inkar edebileceklerdi." dedikten sonra düşündü bir anlığına. "Bunun tuzak olma olasılığı var mı?"

"Var." derken, Leonardo kendinden oldukça emindi. "Fakat ulak orada doğmuş ve büyümüş biri. Yıllarca Lord Wither'ın halka çektirtiklerini şahsen yaşamış. Yani bu mektubu inkar etseler dahi ulağın vereceği ifade ile Lord Wither'ın sorguya alınması muhtemel."

Edward ise sessizce dinlemişti. "Halkın parasını kendi cebine koyduğu suçlaması ulağın ifadesi ile mahkemeye taşınsa da, saraya ödemesi gereken vergileri kendine saklaması hakkında doğrultabileceğimiz bir suçlamayı destekleyen hiçbir kanıt yok. Bu mektup ise sadece arşivde kalması gereken şeyleri sakladığını ve aynı şekilde Cornwall'a da bu konuda uyarı gönderdiğini gösteriyor."

"Bu suçlamaların mahkemeye gitmesi bile Devon halkının ve Lord Wither adına çalışanların ifade vermesi için yeterli." dedi Leo. "Bu ifadelerden yola çıkarak diğer suçlamaların da önünü açabiliriz."

"Umut ışığı insanların içinde yıllarca saklı kalmış şeyleri ortaya çıkarabilir." diyerek destekledi oğlunu Eric. "Ya da en azından Lord Wither'la iş birliği yapanların gözünü korkutabilir ve iyi bir anlaşmayla onların da ifade vermesini sağlayabiliriz."

Edward'ın tatmin olmak üzere olan bakışları hem ikisinin üstünde, hem de ortada duran mektupta geziniyordu. "Peki ya Cornwall?" diye sordu, elini çenesine koyup düşünürken. "Orada da vaziyetin aynı olduğunu nasıl kanıtlayacağız?"

"Aynı şekilde adım atarak." demişti Eric. "Sanki onların da yaptıklarını biliyormuşuz gibi davranırsak, oradan da yararlı bilgiler edineceğimize eminim." diye de ekledi. "Fakat korkarım bütün bunlardan daha büyük bir sorunumuz var majesteleri."

Onun sözünü ise Leo tamamladı. "Dediğim gibi geleceğimizi biliyorlardı. Saraydan biri Devon'a haber yollamış olmalı majesteleri. Ve sanıyorum ki bu kişi her kimse, çok da uzağınızda olmayan biri. Böylesi bir görevin bütün ayrıntılarını, oraya tam olarak ne aramaya gittiğimizi, uzağınızdaki birinin bilebileceğine ihtimal vermiyorum."

Edward tek kelime bile etmeden dinlemişti. Eric ise oğlunun her dediğine katılıyor, sarayda bir hain olduğu fikriyle iyice huzursuzlanıyordu. "Majesteleri," dedi ve sıkıntıyla bakan krala döndü. "Görevin kararlaştırıldığı toplantıda olan herkesi gözlem altına almakta yarar var. Görevle ilgili detayları ancak onlar biliyor. Devon ve Cornwall ile ilgili ise yapılabilecek en doğru şey toprak lordlarını derhal saraya çağırmak ve ilgili mahkemeleri açmak. Vakit kaybetmeden soruşturmalara başlamalıyız."

Edward ise düşünüyordu. Neyi düşündüğü belli olmasa da, birkaç saniye sonra ağzını açtı ve dalıp giden gözlerini Leonardo'ya çevirdi. "O halde toprak lordlarının buraya getirilmesiyle siz ilgilenin." dedi. "Fakat onlar buraya gelene kadar kimse bu durumdan haberdar olmamalı. Her şey normal ve yolundaymış gibi davranacağız." dedikten sonra danışmanına baktı. "Siz de bu süre içinde sarayda şüpheli olabileceğini düşündüğünüz kişilerle alakadar olun. Toplantıya katılanların listesi Francis'de var. O listedeki isimleri incelemenizi istiyorum."

Baba ve oğlu aynı anda başlarını sallayarak kabul ettiler.

Bunun üstüne Edward devam etti. "Lord Brunella, göreve birlikte katıldığınız askerleri Devon ve Cornwall'a gönderin. Asker takviyesi yapmak iyi olacaktır. Fakat siz burada kalacaksınız."

"Nasıl isterseniz majesteleri."

"Eric, senden istediğim şey eline geçecek listedeki isimleri uzaktan izlemen. Senin içgüdüne güveniyorum. Şüpheli davrandığını gördüğün biri olursa, unvanı ne olursa olsun bana bildir. Böyle bir durumda kimsenin unvanı umurumda değil."

"Hemen ilgileneceğim."

"Toprak lordları buraya getirildiğinde gerekli kanıtları öne sürerek Londra Kulesi'nde küçük bir mahkeme açacağız." diyerek konuşmasını sürdürüyordu Edward. "Eğer doğru soruları sorarsak, lordlardan birinin onlara haber veren kişiyi söyleyeceğini umuyorum. İşte o zaman işimiz kolaylaşacaktır. Fakat o zamana kadar sessiz kalacağız."

"Ulağı ne yapmamızı önerirsiniz majesteleri?" diye sordu Leo.

"Mahkemede onun da ifadesine ihtiyacımız olacak. Kendiniz sorguladığınızda adamın verdiği cevaplar sizi tatmin ettiyse saray tarafından sorgulanmasına lüzum yok, bu konuda size güvenim sonsuz." dedi ve ayağa kalktı. Onun kalkmasıyla Eric ve Leonardo da kalkmıştı. "Kalması için uygun bir yer ayarlanmasını sağlayacağım. İsmini ve varlığını ise gizli tutacağız."

"Majesteleri, sizinle konuşmak istediğim son bir şey daha var." Leo bunu diyerek arkasını dönmek üzere olan kralı durdurmuştu. "Görev ile alakalı olmasa da benim için son derece önemli." diyerek devam etti.

Edward ve Eric aynı anda döndüler. "Sizi dinliyorum."

"Sekreterim Mark Cranmer hakkında. Kendisi Devon'a yolculuğumuz sırasında hayatımı kurtardı." Ağzından çıkan kelimelerin ağırlığını bildiğinden dolayı büyük bir ciddiyet yerleşmişti yüzüne. "Köylerden birinin yakınında kamp kurmuştuk. Orada yaşayan çocuklardan biri avlanmayı öğrenmek için gizlice babasının okunu almış ve tavşan avlamaya çalışırken yayın kontrolünü kaybetmiş. Bay Cranmer beni itekleyerek kolundan vuruldu. Ciddi bir yara değildi fakat..." dedikten sonra derin bir nefes aldı. Sanki o an yaşadığı korku, bedenine saniyelik de olsa yeniden saldırmış gibi hissediyordu. Korkusu ise az kalsın ölüyor olma korkusu değil, hayatındaki en değerli insanlardan birini kaybetme korkusuydu. "Ciddi bir yara değildi fakat eğer beni iteklemeseydi o ok göğsüme saplanabilir ve beni orada öldürebilirdi. Şu an burada, nefes alarak duruyor olmamı ona borçluyum."

Eric'in tüyleri, hikayenin tamamını dinlerken diken diken olmuş ve derisini acıtarak havaya kalkmıştı. Düşüncesi bile midesini ağzına getiriyordu; Bu sabah saray kapılarından içeri girenin, oğlu değil de oğlunun cesedi olabileceği düşüncesi oracıkta ruhunun bir parçasını kaskatı kesmişti.

Edward'da da aynı düşünce dolanıyor olmalıydı ki, yüzündeki ifade, aklından geçen olasılıkların korkusundan rahatsız olduğunu apaçık belli edebiliyordu. "Sekreterinizin cesareti, tebrik etmeye değer bir cesaret." dedi. "Ondaki bu cesaretin ve onurun herkese örnek olmasını sağlamak ve kendisine, sizin hayatınızı kurtarmak için kendi hayatını riske atmasından dolayı teşekkür etmek amacıyla, elbette Bay Cranmer da kabul ederse, Kraliyet Şövalyeliği Nişanı Üyesi unvanını vermek istiyorum. Bu teklifimi benim için ona iletebilir misiniz?"

Leonardo'nun şaşkınlığı ve elbette mutluluğu hemen yüzüne yerleşmiş, dostunun yaşayacağı sevinci düşündükçe de hissettiği bu mutluluk ikiye katlanmıştı. "Hemen ileteceğim majesteleri." dedi ve sözcüklerini aklında toparlamaya çalıştı. "Teklifiniz için kendi adıma teşekkür ederim."

"Teşekküre gerek yok." diyerek gülümsedi Edward. "Onun gibi bir dosta hepimizin ihtiyacı var." dedikten sonra ise danışmanına baktı. "Günün geri kalanını dilediğiniz gibi ailenizle geçirebilirsiniz. Şimdi izninizle halletmem gereken diğer meseleler var."

Eric de gülümseyerek belini bükmüş ve kral odadan çıkarken oğlunun yanına ilerlemişti. "Mark sandığımızdan daha cesurmuş." deyip oğlunun koluna girdi. Ve uzun uzun izledi sadece.

"Herkesin sandığından daha özel bir kişiliği var." Leo ise babasının uzun ve minnettar bakışlarını, önüne bakıp yürüdüğü için görmüyordu. "Sen eve geç, ben de Mark'a majestelerinin teklifini iletip eve geçeceğim." dedikten sonra babasının kendisiyle birlikte yürümediğini fark edince durdu. Ancak o zaman görebilmişti o bakışları. "Ne oldu?"

"Sadece seninle gurur duyduğumu ve burada, yanımda olduğun için ne kadar minnettar olduğumu söylemek istiyorum." dedi, birkaç adım atıp oğlunun tam önüne gelirken. "Sana ve kardeşlerine karşı küçüklüğünüzde ne kadar ihmalkar davranmış olsam da, sizleri ve bana yaşattığınız mutluluğu hiçbir şeye değişmem." deyip, koca bir tebessümle oğlunun yanağını okşadı.

Leonardo'nun bunları duyarak hissettiği şeyi ise tarif etmek kolay değildi. Beklenmedik bir şeydi. Şaşırtıcı ve insanın bütün kelimelerini ortadan kaldıran bir duyguydu. Tuhaftı da. Ama en önemlisi, güzeldi. "Teşekkür ederim, baba." derken vücudunu ele geçiren ılıklığın neden hoşuna bu kadar gittiğini tartmaya çalışıyordu. "Böyle hissetmene sevindim..."

Eric, duygularına fazla kapıldığını, gözlerinin dolmasından fark edebilmişti. Gülümseyerek elini oğlunun yanağından çekti ve bir adım geri gitti. "Eve fazla gecikme." dedi. "Seni bekleyen bir sürpriz var."

Leonardo kaşlarını kaldırdı. "Sürpriz mi?"

"Geldiğinde görürsün."

Yolları orada ayrılıyor; Eric yüzündeki tebessüm ve içindeki sevinçle eve doğru geçerken, Leonardo ise şaşkınlık ve ruhunu kaplayan sıcaklıkla babasının gidişini izliyordu. Ne böyle bir tepki beklemişti, ne böyle sözcükleri, ne de böylesine içten bir tebessümü. Fakat şikayetçi olduğu söylenemezdi. Sadece alışkın değildi o kadar. Üstelik bütün bunların yanı sıra bir de kendisini evde bekleyen bir sürpriz vardı. Hepsinin tek bir açıklaması olabilirdi, o da Leonardo görevdeyken dünya tersine dönmüştü. Veya daha az bir olasılıkla, babası değişiyordu. Artık duygularını daha çok belli ediyor ve önceliğine işlerini koymaktansa ailesini koyuyordu. İkisinden biri diye düşündü, adım atmaya başlayıp. Fakat Eric Brunella'yı tanıyanlar için, ilk olasılık kesinlikle daha büyüktü.

...

"Dur, dur, dur... Demek istediğin şey, majestelerinin bana bir çocuk tarafından tavşan avlayayım derken vurulduğum için Kraliyet Şövalyeliği Nişanı Üyesi unvanı teklif ettiği mi?"

Mark'ın sesi hiç olmadığı kadar yüksek ve heyecan dolu çıkıyordu. Fakat hemen yanında duran Cecilia'nın yüzünde ise akıl karışıklığı vardı. "Bana askerler kampta talim yaparken vurulduğunu söylemiştin?"

"Son derece uzun ve karmaşık bir hikaye sevgilim-" diyerek kendini savunmak istedi, fakat Cecilia'nın sert vuruşu koluna düşünce irkilmesine engel olamadı.

"Mark!"

Leonardo ise belli etmemeye çalışarak gülüyor ve başını öne eğerek ses çıkarmıyordu.

"Vurduğun kolum yaralı kolum!" diye bağırdı Mark, karısına dönüp.

Cecilia'nın cevabı da kısaca "Biliyorum." oldu.

Mark'ın kaşları havada, ağzı da açık kalmıştı. "Bazen içinden bir canavar çıkacağını ve beni yiyeceğini düşünüyorum."

"Lütfen, herhangi bir şeyi yemek senin uzmanlık alanın."

Mark alınmış bir ifadeyle ağzı hâlâ açık kalakalmışken Leo'ya bakıyordu. "İnanabiliyor musun?"

"Hak ettin..." diye fısıldadı Leonardo, ve boğazını temizleyerek konuyu değiştirdi. "Sanıyorum ki bu tepkin, teklifi kabul ettiğin anlamına geliyor."

"Gözüm kapalı kabul ediyorum." dedi Mark. "Sormasına bile gerek yoktu."

"O zaman yarın majestelerine cevabını iletirim."

Ama Mark çoktan çocuksu bir sırıtışla dalıp gitmişti bile. "Kraliyet Şövalyeliği Nişanı Üyesi..." diye fısıldayarak tekrar etti kendi kendine. "Sör olarak anılacağım! Sör Mark Cranmer..." dedikten sonra da dostuna çevirdi başını. "Eğer bu unvanın bana geleceğini bilseydim parayla adam tutturup seni vurmasını söyler ve hayatını daha erken kurtarırdım."

Cecilia gözlerini devirip arkasını dönerken, Leo'nun yüzü anlamsız bakıyordu. "Bildiğim iyi oldu." dedi. "Şimdi eve geçmem gerek."

"Bekle, bekle!"

"Ne oldu?"

Mark dostunu kolundan kavrayıp itinayla sesini kıstı. "Majesteleri ile malum konu hakkında konuştun mu?"

"Cecilia'ya söylemedin mi?"

"Henüz söylemedim." diye düzeltti onu. "Sen geldiğinde hasret gidermek üzereydik ama şimdi senin yüzünden önümüzdeki birkaç gün suratıma bakmayacak."

"Bir çocuk tarafından vurulduğunu sen söyledin, ben söylemedim-"

"Tamam, sorun değil. Özrünü kabul ediyorum."

Leo'nun yüzü bir kez daha anlamsız bir ifade almış ve kendi kendine neden onca insan arasından sekreteri olarak bu adamı seçtiğini sorgulamıştı. En yakın arkadaşı ve tek dostu olduğuna değinmiyordu bile. "Konuştum ve bilgilendirdim." dedi. "Detayları yarın anlatırım. Şimdi gerçekten eve geçmem gerek."

"Charles Clout'u gördün mü peki?"

"Görmedim, Mark."

"Güzel, güzel. Sadece emin olayım dedim. Sinirlerine hakim olamıyorsun da..."

Leo derin bir iç çekti ve "Ben eve gidiyorum." diyerek arkasını döndü. Kapıdan çıkıp, arabasına binip, eve gitmeden önce duyduğu son şey ise Mark'ın bahçeden gelen seslenişiydi.

"Teklifi kabul ettiğimi söylemeyi unutma!"

...

Günler süren yorucu ve yavaş yolculuğunun sonunda, Leydi Hamilton nihayet saraya varmıştı. Gelme nedeni ise belliydi; günler önce, müstakbel İngiltere Kraliçesi olan Señorita Deborah Angelova tarafından eline bir davet mektubu geçmişti. Kadın taç giyme törenine kadar saray halkı ve aristokrat ailelerle yakınlık kurmayı dilediğini, bunun için de Lord Hamilton'ın karısıyla birkaç unvan sahibi leydiyi daha yanına çağırıp, güçlü bir arkadaşlığın ilk adımlarını atmak istediğini yazmıştı. Leydi Margaret Hamilton ise bu imkanı iyi değerlendirmenin, geleceğe mükemmel bir yatırım yapmak olacağının bilincinde biriydi. Kaçırması imkansızdı.

Yanına aldığı iki arabacı ve iki hizmetli ile, bir daha asla yolunun düşmemesini umduğu sarayın duvarlarına bakarken buldu kendini. Ne yaparsa yapsın yine de kaçamıyor, saklanamıyor ve doğrusunu söylemek gerekirse sarayın sunduğu ihtişamlı hayattan nasibini almış biri olarak içten içe ne kaçmak, ne de saklanmak istiyordu. Nedime olarak çalıştığı günler geride kalmıştı. Artık kimsenin getir götür işlerini yapmıyor, tam aksine, kendi hizmetinde onlarca insanın olmasından büyük zevk alıyordu. Kısacası Leydi Hamilton olmak ve bir kez daha müstakbel kraliçe ile yakınlık kurmak, onun için gümüş tepside sunulmuş muazzam bir hayattı.

Hamilton ailesinin arabası ve içindeki iki arabacı yavaş yavaş saray kapısından ayrılırken, aynı kapıların içinden genç bir adam koşarak geldi yanlarına. "Leydi Hamilton." diyerek saygıyla eğildi. "Señorita Deborah, davetini kabul ettiğiniz için teşekkürlerini iletmemi istediler."

Adamın konuşmasında o kadar ağır bir İspanyol aksanı vardı ki, tam olarak neler dediğini anlamak zordu. "Asıl ben kendisine teşekkür ederim." dedi, anladığını umduğu cümleye cevap olarak.

"Lütfen, beni takip edin." Adam öne doğru kolunu uzatmış, ama kadının arkasından gelen iki hizmetliyi görünce durup sesini kısmıştı. "Rica etsem, çalışanlarınıza burada beklemelerini söyleyebilir misiniz?"

Leydi Hamilton kaşlarını kaldırdı. "Neden ki?"

Ve adam sesini daha da kıstı. "Señorita Deborah mahremiyetine son derece önem verir." dedi. "Arkadaşlık kurmakla ilgilenmediği ve özellikle de güvenmediği kimseyi huzuruna almaz."

Arkadaşlık kurmakla ilgilenmediği ve güvenmediği sözcükleri o an başını döndürmüştü kadının. Görünüşe göre müstakbel İngiltere Kraliçesi gerçekten de kendisinin arkadaşlığını istiyordu. İstemeli de diye fısıldadı iç sesi. Sonuçta Lordlar Kamarası Sözcüsü'nün eşi olarak kraliyet için oldukça önemli biriydi. "Elbette, anlıyorum." diyerek gülümsedi ve arkasındaki iki genç kıza baktı. "Siz burada kalın ve beni bekleyin. Sakın aylak aylak sarayda dolaştığınızı görmeyeyim."

Kızlar ağızlarını açmamış ve başlarını bükerek onaylamışlardı.

Adam sıcacık gülümsedi bir kez daha. "Bu taraftan."

İkisi yan yana saraya girdiklerinde, tuhaf bir şekilde gözle görülür hiçbir yerde tanıdık tek yüz yoktu. Ancak saniyeler sonra Leydi Hamilton'ın aklında, bunun neden olabileceğine dair bir cümle belirdi; öğle yemeği vaktiydi. Ve eski bir nedime olarak o kadar iyi biliyordu ki, öğle yemeği vakti ne çalışanlar etrafta gezinirdi, ne de saray mensupları. "Señorita ile yemek mi yiyeceğiz?" diye sordu önden giden adama.

"Señorita yemeğini çoktan yedi." diyerek cevap verdi güler yüzlü ve ağır aksanlı adam. "Fakat siz ve diğer leydiler için bahçede hoş bir masa hazırlattı. Çay içmek için- ama sizi uyarıyorum." derken de durup kadına baktı. "Señorita...henüz İngiltere'nin adetlerine alışma aşamasında. Lütfen buranın çaylarını içmenin de hâlâ alışma aşamalarından biri olduğunu göz önünde bulundurun. Kesinlikle masada bu konu hakkında yorum yapmayın. Pek hoşuna gitmeyen bir durum."

Leydi Hamilton büyük bir ciddiyetle başını sallamıştı. "Kendisini çok iyi anlıyorum. Ve elbette, bu konuda yorum yapmam. Tavsiye için teşekkür ederim."

Adam içten bir şekilde tıpkı onun yaptığı gibi başını salladı ve yürümeye devam etti. "Sizin için sarayın misafir odalarından biri hazırlatıldı. Akşam yemeğinden önce Señorita yerleşmeniz için izin verecektir. Çalışanlarınıza biz haber yollarız."

Yavaş yavaş bahçeye adım atmışlardı bile. Bunu yaparken ise neredeyse sarayın iç kısmına dahi girmemişlerdi. Bahçeye çıkmak için genellikle kullanılan yol burası değildi. Margaret bunu çok iyi hatırlıyordu. "Tam olarak bahçenin hangi kanadında çay içeceğiz?" diye sordu, takip ettiği adam daha ıssız yerlere doğru yönelirken.

"Dediğim gibi, mahremiyet Señorita Deborah için çok önemli. Bu yüzden doğu kanadına büyük bir çadır hazırlatıldı."

Doğu kanadı mı... Orası neredeyse sarayın arka bahçesine açılıyordu. "İlginç bir yer seçimi."

"Señorita'nın en sevdiği bölge orasıdır. Sessiz ve tenha olması büyük önem teşkil ediyor."

"Görebiliyorum..."

Belli bir noktadan sonra adam durdu ve elini hafifçe öne uzattı. "Lütfen, önden buyrun."

Leydi Hamilton ise hiçbir şekilde sorgulamadan ilerlemeye devam etti. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü... Belki de sorgulaması gerekiyordu. "Daha fazla ilerleyecek miyiz?" diye sordu dayanamayarak.

"Hayır, burada duracağız." dedi adam. Fakat tuhaf bir şekilde, İspanyol aksanı gitmişti.

Tam o an, Leydi Hamilton'ın midesine huzursuz bir sancının yayıldığı andı. Geldikleri yere tedirgin gözlerle baktığında, sarayın oldukça geride kaldığını ve bahçenin uzun zamandır el değmemiş, ayak basılmamış yerlerine geldiklerini gördü. Soru sormak amacıyla arkasını dönüp adama bakmak istedi. Fakat görüş açısını kaplayan siyah bir cisim yüzünden bunu yapamamıştı.

Ondan sonrası ise saatler sürecek bir karanlıktı.

...

Leonardo'nun kendisini evde bekleyen sürpriz hakkında tek bir fikri bile yoktu. Yol boyunca aklından bir sürü olasılık geçirmişti elbette; mesela sürpriz, eve alınan yeni bir eşya olabilirdi. Veya belki babası yeni bir at almıştı. Yemekte hazırlatılan bir yemek, çocukları için yeni elbiseler, hatta bahçeye dikilen yeni bir ağaç bile olma ihtimali vardı. Fakat karşılaşacağı şey, saatlerce düşünse dahi doğru tahmin edebileceği bir şey değildi. Sürprizlerin en güzelinin, yani çocukluğundan beri görmediği annesinin, şu an o koca evin içinde durup dört gözle oğlunu beklediğini asla ama asla tahmin edemezdi.

Ailenin ambleminin damgalandığı kemerlerle sarıp sarmalanmış atlar, aynı amblemin kapısına boyandığı arabayı hızla çekerken, Leonardo da başını elleri arasına alıp bir an önce eve varmayı ve kendini yumuşacık yatağının kollarına bırakmayı arzuluyordu. Kafasında planlamayı çoktan yapmıştı. Eve gidecek, bir veya iki saat uyuyacak, bir şeyler yiyecek, çocukları ile hasret giderdikten sonra çalışma masasına geçecek ve görevinden dolayı askıya aldığı işlerini teker teker halletmeye başlayacaktı. Yarın sabah ise erkenden saraya gitmeyi ve kraldan aldığı emri uygulamak için kollarını sıvamayı düşünüyordu. Ne kaybedecek vakti vardı, ne de kaybedilmiş vakitle uğraşmak için sabrı. Eve geri dönmüş olmasına rağmen, biliyordu ki hiçbir şey değişmemişti. Ve tutturduğu rutinle yoluna devam etmek, daima en güvenli seçenekti.

Atların nalları çakıl taşlı yolu dövmeyi bırakınca, Leo da başını kaldırdı ve perdeyi aralayarak cılız güneşin bütün gücüyle aydınlatmaya çalıştığı eve baktı. Pencerede gördüğü ilk tanıdık yüz karısına aitti. Onu ise iki çocuğunun sevinç dolu küçük yüzleri eşlik ediyordu.

Arabacı kapıyı açtı, eğildi ve Lord Brunella arabadan inince de kapıyı kapatarak atlara gitmeleri için işaret verdi. O sırada Leonardo çoktan yürümeye başlamış; kapının açılıp da, içeriden kızının fırlamasıyla yere eğilerek onu sıkıca kolları arasına almıştı. Dolgun ve yumuşak yanaklarına öpücükler konduruyor, sarı ve kahverengi karışımı buklelerinden yayılan o cennet kokusunu içine çekerken gözlerini kapatıp usanmadan öpmeye devam ediyordu. Mary ise babasının fazla uzamış sakallarından gıdıklandığı için mi, yoksa nihayet babasının kollarına kavuştuğu için mi bilinmese de, canlı ve şen kahkahalar atarak karşılık veriyordu.

"Sonunda geldin!" diye bağırdı, babasının yanaklarını minicik elleriyle kavrayıp. "Ama bir daha gitme."

"Hiçbir yere gitmiyorum." diyerek doğruldu Leo ve kızını kucağında taşımaya devam ederek kapıya doğru yürüdü.

"Elbisemi beğendin mi?"

"Ne giyersen giy beğeneceğimi biliyorsun."

Mary güldü ve kollarını sıkıca babasının boynuna doladı. "Anna'nın taçlarından birini de takacağım." dedi. "Ama onun için akşam yemeğini beklememiz gerek. Anneme söyleme."

Leonardo ana o kadar kaptırmıştı ki kendini, bir anlığına Anna'nın da evin içinde olduğunu unutmuştu. Sanki hiç geri dönmemiş ve eve adımını atmamış gibiydi. Bunun için suçluluk duygusu hissetmeli miydi, ondan da emin değildi gerçi.

Kızına cevap vermektense gülümsedi ve kapının ağzında bekleyen Stephanie ile onun kucağındaki oğluna yaklaştı. Nihayet hepsi buluşmuştu. Oğlu neler olup bittiğinden haberi olmasa da etrafındaki neşe ortamından dolayı gülüyor, Stephanie ise mutluluktan ve kocasını sağ salim görmenin verdiği rahatlıktan dolayı oracıkta ağlayacak gibi duruyordu. Asla bitmeyecekmiş gibi hissettiren o birkaç haftanın sonucunda canından çok sevmesine engel olamadığı adamın yanı başında oluşu, kimsenin tahmin edemeyeceği bir sevinç veriyordu kadına.

"Babam olanları anlattı." diye fısıldadı ve boşta kalan eliyle kocasının yanağını okşadı. "Mark'a bin kere teşekkür etsem bile azdır. O olmasaydı sen de burada olmazdın. Ve ben bununla yaşayamazdım."

Stephanie'den duymayı beklemediği sözlere karşılık olarak aynı şekilde yanağını okşadı hafifçe. "Önemli olan burada olmam. Kötü olasılıkları düşünmeyelim."

İkisinin arasına giren şey huysuzlanmaya başlayan Frederick ile sabırsızlanan Mary olmuştu. "Büyükbabamın sürprizi içeride! İçeri girelim!" diye bağırdı küçük kız. Onun bağırışı ise Frederick'in aniden ağlamasına neden oldu.

Onlar da öyle yaptılar. Her ne kadar Stephanie'nin yüz ifadesi içeri girerken değişmiş olsa da, kızının sözleri Leonardo'nun malum sürprize olan merakını körüklemişti.

Eve adım attıklarında görünen ilk yüzler, çocukları almak için hazır bekleyen dadıların yüzleriydi. Teker teker çocukları anne-babalarının kucaklarından alarak bir adım geri gittiler. Stephanie yana geçmiş, Leonardo ise salonun kapısında durmuştu.

"Tam olarak ne sürprizi?" diye sorarken karısına döndü.

Ama Stephanie cevap vermemişti. Oracıkta sürprizi mahvedebilir, kocasına annesinin geldiğini söyleyebilir ve geldiği günden beri de her şeyi kontrol etmeye başlayarak kendisine zor anlar yaşattığını ekleyebilirdi. Fakat Leonardo'ya olan aşkı bunların bile üstünde kalıyordu. Onun yıllarca ayrı kaldığı annesiyle ilk defa buluşmasını görmek ve tabii ki Leo'nun bu anı doya doya yaşamasını istiyordu.

Hiçbir cevap alamamış Leo daha da meraklı kavradı kapının kolunu. Yavaşça açtı ve ilk adımını attı. Önce Anna'nın oturduğu yerden kalkışı görünmüştü. Yanında babası duruyordu. Derken en uçtaki koltuklarda bir figür daha göründü. Hatırlamak sadece bir veya iki saniyesini almış, içeri giren adımları durmuş ve ağzı şaşkınlıktan açık kalmıştı. Gördüğü yüz, hayatında bir daha asla göremeyeceğini sandığı bir yüzdü. İngiltere'ye ilk geldikleri zamanlarda her gece rüyalarına giren ve her defasında da sıkıca sarılıp o rüyanın gerçek olmasını dilerken aklına iyice kazıdığı yüzün ta kendisi, hemen hemen birkaç adım ötesinde duruyordu.

Şaşkınlığı yavaşça eriyip, yerini özlemden bile daha ağır bir duyguya bırakırken, Leo göz yaşlarından bulanıklaşmış görüşünün el verdiği kadarıyla aralarındaki o birkaç adımı da kapattı. Fakat adımları hâlâ ağır, ağzı hâlâ açıktı. Bir türlü inanamıyordu sanki. Emin olmak için başını çevirip babasına baktığında, Eric'in de gözlerinin dolduğunu ve gülerek kendisini izlerken bir eliyle Anna'ya sarıldığını gördü.

Bakışları yeniden ayakta öylece bekleyen annesininkiyle buluştu. Ve tek bir kelime döküldü dudaklarından. "Anne?"

Simone için oğlunun sesini ve en önemlisi de onca yıldan sonra bir kez daha anne deyişini duymak, bardağı taşıran son damla olmuştu. Daha fazla kendini geride tutamayarak öne doğru atıldı ve Leo'nun yaşları gözlerinden bir bir dökülürken sıkıca oğluna sarıldı.

Annesinin sarılmasıyla Leo'nun da bütün kasları gevşemiş ve ağlıyor olmayı bile umursamadan başını annesinin boynuna gömmüştü. Kokusu bile hâlâ hatırladığı gibiydi. "Anne..." diye fısıldadı kadının kulağına. Ellerini onun beline hiç olmadığı kadar sıkı sardı ve daha çok ağladı.

"Geldim." diye cevap vermişti Simone, tıpkı onun gibi ağlarken. Bir elini kendinden uzun oğlunun saçlarına gömüp her telini okşuyor, diğer eliyle de oğlunun omzunu kavrayarak sıkıyordu. İçinden geçen sözcükler ise minnet sözcüklerinden başkası değildi. Gelmişti sonunda. Oğluna kavuşmuş ve her şey çok geç olmadan kokusunu yine içine çekebilmişti.

Leo annesinin kollarındayken aniden küçüklüğüne dönmüş gibi hissediyordu. Düşüp yaralandığında yanına koştuğu, acıktığında dert yandığı, üzüldüğünde dizine uzandığı ve sesini dinlerken huzur bulduğu kişinin kollarındaydı. Burada onsuz geçirdiği hayatının her günü içten içe sıcaklığına hasret kaldığı tek kişinin, annesinin kollarındaydı işte.

Şüphesiz hayatında alıp görebileceği en güzel sürprizdi. Ve belki de yıllar sonra ilk defa, yaşadığı şu anın ne öncesini ne de sonrasını düşünüyordu. Hayır, umursadığı tek şey annesiydi.

...

O gün güneş batana kadar kimse salondan ayrılmamıştı. Konuşacaklar bitmiyor, atılan kahkahaların ardı arkası kesilmiyordu. Uzun zamandan sonra belki de ilk defa bu kadar fazla kahkaha aynı anda atılıyordu Brunella evinde. Şaşırtıcı bir durumdu. Herkesin kafasında bambaşka konular dönse de, bu dönen konulardan apayrı kelimeler dudaklarından gülümseyerek çıkıyordu.

Mesela Stephanie kocasının yokluğunda çektiği can sıkıntısını veya Simone ile ettikleri o küçük sohbeti anlatmıyordu. Eric kendine sakladığı evlilik konusunu açmıyor, Anna adım adım ilerlediği tehlikeli oyunlardan söz etmiyor, Leo görevi boyunca aklından çıkmamış ve hain olmasından şüphelendiği o ismi dile getirmiyordu. Ne Simone gelini, yaptıkları ve burada olma amacı hakkında konuşuyor, ne de Anna ve Leo aralarındaki soğukluğu belli edecek bir harekette bulunuyordu. Sanki gerçekten de tek bir sorunu bile olmayan, sıcacık ve samimi bir aile gibi görünüyorlardı. Oysa ki istisnasız ailedeki her üyenin bir diğerinden sakladığı bir sır ve yüzlerine söyledikleri yalanlar vardı.

"Majestelerinin tertip edeceği yemeğe hep birlikte katılalım." dedi Eric, hazırlığı bitmiş sofraya oturmadan hemen önce. "Leo'nun başarısını hep birlikte kutlamamız lazım."

"Sarayı pek sevmesem de oğlum için orada olacağım." diyerek Leo'nun elini tuttu Simone. Leo annesine sıcacık gülümseyerek sandalyesini onun için çekerken de devam etti. "Hem Kral Edward'la tanışma şansım da olur."

Anna da kendi sandalyesine oturuyordu. "Tanıdığında çok seveceğine eminim. Majesteleri son derece kibar biri."

Stephanie ise kimsenin duymayacağından emin olarak kendi kendine homurdandı. "Elbette bunu en iyi Anna bilir..."

"Oturma, oturma!" diye seslenerek halasının yanına koştu Mary. "Odaya çıkmamız lazım."

"Ah, doğru." Anna yavaşça geri kalkıp yeğeninin elini tutarken, masadaki kimse neler olduğunu anlamamıştı.

"Nereye?" diye sordu Eric.

Elbette Leo hatırlıyordu. "Yemeğinizi soğutmadan gelin." dedi kızına dönüp.

İkisi el ele yemek odasından çıkıp gitmiş, ailenin geri kalanı ise yerlerine oturmuştu. Özenle seçilmiş yemek takımı, kadehler, parlatılmış gümüş çatal bıçaklar ve kokusu bile ağız sulandırmaya yeten yemekler ailenin ambleminin ortasına işlendiği ahşap masada seriliydi. Kenarlarda bekleyen çalışanlar ailenin masaya geçmesiyle hareketlenmiş ve çoktan açılmış şarap şişelerini alıp kadehleri doldurmaya başlamıştı. Bazıları mutfaktan yeni yemekler getiriyor, bazıları da çoktan masada olan yemeklerin gümüş kapaklarını kaldırıyordu. İnkar edilmesi güç derecede güzel bir ortam hakimdi odanın içinde. Bir diğer deyişle, ailenin alışık olmadığı bir ortamdı.

"Demek sekreterin hayatını kurtardı." dedi Simone, oğluna dönüp. "Neydi adı, Bay Cranmer mıydı?"

"Mark."

"Oldukça cesur biri gibi geliyor kulağa."

Eric doldurulmuş kadehinden ilk yudumunu alırken araya girdi. "Majestelerinin Mark'a vereceği unvan tam yerinde bir unvan. Hak ediyor. Çalışkan ve iyi kalpli bir oğlan."

"Kendisinden beklemediğim bir davranıştı." dedi Stephanie. "Fakat yaptığı şey için ona minnettarım."

Leonardo başını sallayarak onaylıyordu. "Mark aklı bir karış havada gibi görünebilir ama kesinlikle göründüğünden daha fazlası."

Simone'un ise yüzünde hiç sönmeyen bir tebessüm vardı. "O halde arkadaşını bir ara mutlaka yemeğe davet edelim. Artık ona büyük bir borcumuz var."

Sohbetler böyle böyle devam ederken yemek odasına girip çıkan çalışanların arasında bambaşka bir yüz belirmişti. Anna'nın geniş gülümsemesi odayı doldurmuş ve ellerini çırparak bütün dikkatleri üzerine çekmişti. "Size çok özel birini taktim etmeme izin verin." dedi, dramatik bir edayla kenara kayarken. "Leydi Mary Fleur Brunella."

Ve bütün gözler kapıya döndü. Gördükleri şey ise Stephanie hariç herkesin kahkaha atmasına neden olmuştu. Mary, neredeyse kendisinin iki katı ağırlığında ve minik başından kesinlikle daha geniş duran bir taç ile olabildiğince hareketsiz yürümeye çalışıyordu. Başını tıpkı halasının tembihlediği gibi dik tutuyor, tacın düşmemesi adına adımlarını ağır atıyordu. Anna öyle demişti çünkü; taç takmak, başını daima dik tutman gerek anlamına gelir. Bu yüzden herkes taç takamaz...

"Tanrım." Net duyulabilen bu tek sözcük Eric'e aitti. Kaşlarını havaya kaldırmış, uzun bir kahkaha atmış ve torununun ördek yavrusuna benzeyen adımlarına hayran kalmasına engel olamamıştı.

Simone sanki karşısında Anna ve Aceline'ın küçüklüğünü görmüş gibi duygusallaşırken, Leo babasına eşlik ederek gülmüş; Stephanie de kaşlarını çatarak, kucağına sermek üzere olduğu mendili geri masaya koymuştu.

"Leydi Brunella." diyerek yeğenine döndü Anna. "Nefes kesici görünüyorsunuz."

"Teşekkür ederim Leydi Brunella." deyip karşılık verdi Mary. Taç tam düşmek üzere olup bir gözünü kapatınca da çabucak eliyle geri kaldırdı. "Siz de öyle."

Leo ayağa kalkarak "Son derece nefes kesici." demişti. Yere çömeldi ve elini kızına uzatarak yürümesine yardımcı oldu. "Size eşlik etmeme izin verin."

Tek gülmeyen kişi olarak Stephanie'nin kaşları hâlâ çatıktı. "Leo, tacı çıkarmasına yardımcı olur musun?" dedi kimsenin yüzüne bakmazken. "Düşüp bir yerini incitebilir. Tacın saçlarına zarar vermesine değinmiyorum bile."

Bu duruma hazırlıklı olan Anna gülmeye devam ederken kendi sandalyesine geçiyordu. "Lütfen kıskanma Stephanie. Eğer nazik olursan sana da taçlarımdan birini ödünç verebilirim."

Simone derin bir iç çekti kızına bakıp. "Anna..."

Karısına dönüp, "Bir şey olmaz." diyerek kardeşinin dediğini duymamazlıktan gelmeyi seçmişti Leo. "Düşmesin diye elinden tutuyorum."

Bütün gözlerin üstünde olduğunu bilse de, Stephanie inadından kolay vazgeçmiyordu. "Masaya öyle oturmasın. Yemek yerken tabağına düşürebilir."

"Alt tarafı bir taç." dedi Anna. "Hem Mary karşılaşacağı zorlukları bilerek tacı takmayı kabul etti. Kararlarının sonuçlarını göze alabilecek yaşta."

"O daha bir çocuk."

"Bu bir bahane değil."

"Bu kadar yeterli." deyip ikisinin arasına girdi Simone. Anında kahkahalar solmuş ve masa daima alışık olduğu o gergin sessizliğe gömülmüştü. "Anna'nın yapmaya çalıştığı şey çok iyi, elbette Mary bir çocuk olsa dahi kararlarının sonuçlarını tatmalı." dedi, sakin bir sesle. "Fakat Stephanie'nin de dediği gibi yemek yerken kendisini zorlayabilir. En iyisi yemek sırasında çıkarması, sonrasında dilerse yeniden takması." dedikten sonra ise sessizce babasının kolunda duran torununa bakıp şefkatle gülümsedi. "Muazzam görünüyorsun tatlım, taç sana çok yakışmış. Yemekten sonra takmaya devam etmeye ne dersin?"

Mary her ne kadar bunu yapmayı istemese de, annesinin kızgın bakışları altında direnmek istemiyordu. Babasına iyice sokulup sadece başını aşağı yukarı salladı ve tacı çıkarıp kenara koydu.

Simone derin bir nefesin ardından "Şimdi, artık yemeye başlayalım." deyince Leo ve Mary masaya geçti, mendiller kucaklara serildi ve kimseden tek bir ses bile çıkmazken tabaklara yavaş yavaş yemeklerden alınmaya başlandı.

Yine yapmıştı yapacağını, Stephanie yine bütün neşeyi kaçırmıştı. En azından Anna'nın düşüncesi bu yöndeydi. Stephanie de aynı şeyi düşünüyor ve içinden, Anna'nın yine o muhteşem hünerini konuşturup bütün neşeyi kaçırdığını geçiriyordu. Eric kadehinden yudumluyor, Leo kızının tabağına koyduklarını kesiyor, Simone ise tedbirli gözlerle her birini teker teker izliyordu. Bu evdeki her birey uysallaştırılması gereken yırtıcı bir hayvandı. Eğer uysallaştırılmazlarsa sonuna kadar kavga etme ve öyle ya da böyle içlerinden birine zarar verme olasılıkları vardı. Kesinlikle daha önce gelmeliydim dedi Simone'un kafasının içindeki ses. Onsuz bunca yıl dayanmış olmaları bile bir mucize gibi geliyordu kulağa.

"Anna?" diyerek kaşları çatık bir vaziyette yemeğini yiyen kızına döndü. "Yemekten sonra bize biraz piyano çalmak ister misin?"

"Piyano çalabildiğini bilmiyordum." dedi Eric.

Simone gülümsedi. "Yanımıza geldiğinde ablası öğretti."

"Henüz tek başıma çalabilecek kadar iyi değilim." dedikten sonra kadehini aldı eline Anna. "Hem, yemekten sonra saraya geçmem gerekiyor."

Ne Leo, ne de Stephanie şaşırmıştı buna. Zıt kişilikleri olsa da, ikisi de aynı anda gözlerini devirmişti. Simone doğruca kocasına bakmış, Eric ise çatalını bırakmıştı. "Bu saatte neden saraya geçmen gerekiyor?"

Anna nihayet başını tabağından kaldırıp babasına baktı. "Yarın hava yağmurlu olacak gibi, yollar çamur olmadan gitsem iyi olur. Ayrıca Nat hâlâ sarayda, ona akşam geri döneceğimi söyledim."

"Onun yerine Natalie buraya gelsin ve yarını evde geçir." dedi Eric. "Hemen araç hazırlatılmasını söyleyebilirim."

"Majestelerinin vereceği yemek için elbise seçmem gerekiyor. Bütün özel elbiselerim sarayda-"

"Bu saatte saraya gitmene izin veremem Anna."

"Sorun da bu." diyerek meydan okudu genç kız. "Senden izin istemiyorum baba."

Simone bir kez daha araya girmişti. "Eric, saraya gitmek istiyorsa gitsin. Yanına refakatçi olarak oğlanlardan birini veririz."

Ama Eric onu duymamazlıktan gelmişti. Veya sinirleri öyle hızlı tepesine çıkmıştı ki, istese bile duyamamıştı. "Baban olarak otoriteme saygı duymalısın." derken kızına bakmaya devam ediyordu. "Şimdiye kadar hiçbir şeyine karışmamaya çalıştım Anna, fakat sınırlarımı zorluyorsun."

Anna ise babasında olan kızgınlığı paylaşırken gülmemek için zor tutuyordu kendini. "Bu, şimdiye kadar hiçbir şeyime karışmamış halin mi yoksa birkaç gün öncesine kadar beni evlendirmek istediğini öylece unutacak mıyız?"

İşte Leo şimdi konuşmaya başlamıştı. "Evlendirmek mi?"

"Eric, Anna... Bu kadar yeterli." dese de, sesi oracıkta kayboldu Simone'un.

"Sınırlarımı zorlamaya devam ediyorsun Anna."

"Tıpkı senin benimkileri zorladığın gibi."

Leo emin olmak için yeniden sordu. "Anna'yı evlendirmeye mi çalışıyorsun?"

Bütün bunlar olurken, Simone keskin keskin gelinine bakıyordu elbette. "Çocukları odalarına gönder." dedi kısık bir sesle. Stephanie de kadının lafını ikiletmeden dadılara başıyla işaret verdi.

Anna devam etti. "Babam olarak üstümde otorite sağlamaya çalışıyorsun fakat daha benim seçimlerime saygı duyman gerektiğini bile bilmiyorsun."

Eric de devam ediyordu. "Eğer çocuk gibi davranıp sürekli bana kafa tutmazsan ben de sana saygı duyarım."

"Eğer beni çocuk yerine koymaktan vazgeçersen ben de sana kafa tutmak zorunda kalmam."

"Eric, bu kadar yeter dedim!"

Leo annesine döndü hemen. "Neler olup bittiğini bana anlatacak mısınız?"

Abisinin sorusuna ise Anna cevap verdi. "Olan ne biliyor musun? Senin o değerli karın sırf benden kurtulmak için babamın aklına evlilik fikrini soktu ve şimdi de babam onunla birlik olup beni evlendirmeye çalışıyor!"

Stephanie kocasının bakışları altında eriyerek oturduğu sandalyede iyice küçülüyordu. Simone başını ovalıyor, Eric ise dişlerini sıkıyordu.

"Otorite mi görmek istiyorsun?" diye sordu kızına. "Madem öyle, yarın ilk iş saraya gidiyor ve Charles Clout ile konuşuyorum. Ve sen de itiraz etmeden onunla evleniyorsun."

Leo anında babasına döndü. "Ne?!"

Simone da "Böyle bir şey yapmayacaksın." diye tısladı masanın öbür ucundan.

Ama Eric hiç olmadığı kadar ciddiydi. "Artık çocuk olmadığını söylüyor ve öyle davranılmak istiyorsun. Peki o zaman, al sana yetişkin muamelesi. Eğer çocuk değilsen demektir ki evlenecek yaşa gelmişsin. Ve baban olarak ben kiminle evleneceğini söylersem onunla evleneceksin."

"Anna'yı istemediği biriyle evlendirmene izin vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun!" diyerek ayağa fırladı Leo. "Özellikle de Charles Clout gibi biriyle!"

"Bunu konuşmuştuk Eric." dedi Simone. Gözleri kısık ve elleri sıkıca kapalıydı. Sakin kalmaya çalıştığı her halinden belliydi. "Böyle bir şeye kalkışırsan sonu senin için hiç iyi bitmez."

"Hiçbirinizin iznine ya da onayına ihtiyacım yok." derken kollarını önünde birleştirerek arkasına yaslandı Eric. Artık canına tak etmiş, sinirleri bastıramayacağı bir noktaya erişmiş ve inadı bütün gücüyle yüzeye fırlamıştı. "Anna çocuk olmadığını söylüyor. O halde bir yetişkin gibi bazı şeyleri kabul etmesi gerektiğini ve daima istediği şeyleri alamayacağını bilmeli." dedi. "Yarın saraya gidiyorum, Charles Clout ile konuşuyorum ve evliliğiniz için majestelerinden onay alıyorum. En kısa sürede de düğün hazırlıklarına başlıyoruz."

"Charles Clout'un bunu kabul edeceğini nereden çıkardın?" diye kükredi Leo. "Hatırlamıyor olabilirsin ama beş yıl önce o adamın kardeşinin ve ailesinin sonunu kendi ellerinle getirdin. Verdiğin şu kararın ne kadar saçma olduğunun farkında mısın?!"

"Charles azimli ve zeki biri. Wellington Dükü'nün kızıyla evlenmek onu sarayda üst sıraya çıkarır." dedi Eric. "Onun pozisyonundaki biri için bile, geçmişimiz nasıl olursa olsun, geri çeviremeyeceği bir teklif-"

Leo babasının lafını kesti. "Anna evlenmeyecek."

Simone oğlunun sözünü devam ettirdi. "Bu fikri kafandan çıkarsan iyi olur."

Bunca süre sessiz kalan Anna ise arkasına yaslanmış bir şekilde izliyor ve dinliyordu. Aklından neler geçtiğini hesap etmek zor olsa da, kesinlikle iyi şeyler geçirmediği belliydi. Ailesi gürültülü bir kavgaya tutuşmuşken usulca belini hareket ettirdi ve tabağını birazcık kaydırarak dirseklerini masaya dayadı. "Tamam." dedi sadece. Ve demesiyle herkes susup ona döndü. "Peki, Charles Clout ile evlenirim."

Leo doğru duyup duymadığını hesap etmeye çalışarak fısıldadı. "Ne?"

"Öyle bir şey yapmayacaksın Anna."

Ama Anna hem annesini, hem de abisini susturdu. "Kabul ediyorum." derken babasına baktı. "Yarın git ve konuş. Charles Clout ile evlenmeyi kabul ediyorum."

Eric bile şaşırmıştı. "Kabul ediyor musun?"

Kavga boyunca başını kaldırıp bakmaya dahi çekinen Stephanie kaşlarını kaldırarak izliyor, Leo hayal kırıklığı ve öfke karışımı nefesler alıp veriyor, Simone da kızının ağzından çıkana mantıklı bir anlam bulmaya çalışıyordu.

Hepsinin aksine Anna son derece rahattı. "Yanlış duymadınız. Babam madem beni evlendirmek istiyor, evlendirsin o zaman. Ama bunu yaparsa neler olacağını söyleyeyim." derken de güzelce babasına döndü yüzünü. "Bir daha asla yüzümü göremezsin. Sesimi duyamazsın. Hayatım boyunca asla bu eve adım atmam, suratına bakmam ve konuşmam. Ölüm yatağında adımı haykırsan bile." Söylediği son söz, masadaki herkesin gözlerini Eric'e çevirmesine neden olmuştu. Görmeyi bekledikleri gibi, adamın yüzü kireç beyazına boyanmış gibiydi. "Beni Charles Clout ile evlendirmek istiyorsan peki, yarın git ve konuş. Hazırlıkları yap." dedi. Ardından başını dikleştirdi ve son kelimelerinin babasının aklına iyice kazınması için öne eğildi. "Fakat onun yüzüğünü parmağıma taktığım an bir kızını daha ölü sayman gerekecek. Çünkü sen de benim için öleceksin."

Eric'in bedeni ağırlaşıyor ve gözleri masaya sabitlenmiş bir şekilde öylece oturuyordu. Leo ve Simone aynı sert bakışlarla adama bakarken, Anna kucağındaki mendili masaya fırlatarak kalktı ve hiç vakit kaybetmeden çıktı. Stephanie yutkunmak zorunda kalmıştı. Bu kavganın öyle ya da böyle kendi başına patlayacağını biliyordu. Ya Simone'dan azar işitecekti, ya da kocasından. Fakat Leonardo'nun bu konuyu karısıyla tartışacak gücü bile kalmamış gibiydi. Ağzından tek bir harf bile çıkarmadan terk etti masayı. Tabii ki Stephanie de öyle.

Simone ise ne diyeceğini bilmiyordu. Diyebileceği herhangi bir şey kalmış mıydı, ondan bile emin değildi. "Ne desem dinlemeyeceksin." diye fısıldadı sadece. Başını hayal kırıklığıyla iki yana salladı ve doğruldu. "Asla uslanmıyorsun. Bu gidişle babandan bile daha beter bir baba olacağını göremiyorsun Eric." dedikten sonra arkasına bakmadan çıkıp gitti.

Karısının cümlesi, bir darbe daha indirmişti adamın kalbine. Belki de haklıydı, belki de babasından bile daha kötü bir baba olmuştu çocuklarına. Ve belki de yıllar yıllar önce o yaşlı meşe ağacının altında ettiği laf doğruydu; ne babasından aldığı kanı damarlarından son damlasına kadar akıtabilmişti, ne de yüzünü söküp atabilmişti. Nihayetinde de olmamak için çok uğraştığı şeye dönüşmüştü. Yani, arkasından yas tutmaya bile değmeyecek bir babaya.

...

Mathis dışarıda esen kar soğuğuna aldırmadan eski kulübenin yıkılmak üzere gibi görünen verandasına çökmüş ve görmek istediği kişiyi görene kadar da oradan ayrılmamıştı. Yaklaşan atın sesi, önünde serili olan ormanın çarşaf misali karanlığını yırtıp yaklaşıyordu adeta. O atın üstündeki tanıdık yüzü saptamasıyla yerinden kalktı ve üzerindeki tozları çırparak kabanına sıkıca sarıldı. "Geciktin Brunella." dedi, dişlerinin arasından. "Bu defa gerçekten de geciktin."

"Lütfen Mathis, bunlarla uğraşacak vaktim yok." derken Anna'nın suratında bin bir farklı duygu gezinip duruyordu. En belirgin olanı da şaşırtıcı şekilde öfkeydi.

"Neyin var?" diye sormasına engel olamadı.

Anna ise atını verandanın korkuluklarına bağlayarak derin bir nefes aldı. "Yok bir şey." dedi. "Kadın içeride mi?"

Mathis yok bir şey cevabından elbette tatmin olmamıştı. Anna'nın kızgın olduğu anlarda nasıl görünebileceğini biliyor ve şu an karşısında duran kızın ifadesini o anlardan birine benzetemiyordu. Daha farklı bir öfke hakimdi sanki. "İçeride." deyip başını sallamış, hemen ardından da kapıya yönelen kızın kolunu tutarak durdurmuştu. "Bu yaptığımızın sonu ne olacak hiç hesaba kattın mı?"

"Ne demek istiyorsun?"

"Ya istediğin yanıtları duyamazsan, ya gerçekten de hiçbir şey bilmiyorsa... O zaman kadını ne yapacağız?"

İşte Mathis'in bahsettiği öfke belirmişti. Hem de hiç olmadığı kadar sert bir şekilde. Donuk gözlerini adama sabitledi ve sadece iki kelime söyledikten sonra kulübeye girdi. O iki kelime ise "Kadından kurtuluruz." olmuştu.

Mathis "Tanrım..." diye fısıldamasına engel olamadan bakakaldı ardından. Kesinlikle Anna'ya bir şeyler olmuştu. Kesinlikle yolunda olmayan bazı şeyler vardı. Kızın peşinden kulübeye girmeden önce içinden Leydi Hamilton'a şans diliyordu. Çünkü eğer tam da Anna'nın aradığı cevaplar kadında saklıysa ve bu cevapları bu gece verirse, kimse onu Anna'nın gazabından koruyamazdı.

Kulübenin gıcırdayan kapısı ses çıkarıp da ahşap zeminde ayak sesleri duyulunca, başına çuval geçirilerek sandalyeye bağlanmış duran Margaret Hamilton hemen kulaklarını kabartmış ve çırpınmaya başlamıştı. Umutsuzca neler olduğunu anlamaya çalışıyor, ağlıyor, titriyor ve ellerini bağlı oldukları sandalyeden kurtarmak istiyordu. Acınası durumda olduğunu düşünen tek kişi Anna değildi. Mathis de bu manzaraya bakarken aynı şeyi düşünmüştü.

"Yüzünü aç." dedi Anna.

Mathis de öyle yaparak kadının yüzündeki çuval parçasını bir çırpıda çekip çıkardı. Şimdi her şey daha da rahatsız ediciydi. Öyle ki kadının dağılmış saçları, yanaklarını göle çevirmiş yaşlardan dolayı yüzüne yapışmıştı. Gözleri kızarmış ve şişmiş, dudakları korkudan birbirine kenetlenmiş, çenesi ise soğukta bırakılan kuş gibi titremeye başlamıştı. Burnunu çekerek önündeki kızla adama bakıyor fakat dudaklarından tek bir kelime bile çıkaramıyordu.

Anna, onun bu haline aldırmadan sürücü eldivenlerini usulca çıkarıp avucunda sıktı ve devam etti. "Sizi bu şekilde buraya getirdiğimiz için özür dileriz Leydi Hamilton." Sesindeki alaycı ton sinir bozucuydu. "Kendimi tanıtmama izin verin. Ben Anna Brunella. Aceline Brunella'nın kız kardeşi." dedikten sonra öne eğilip kadının gözlerinin tam içine baktı. "Size sormamız gereken bazı sorular var. Ve eğer buradan tek parça halinde çıkmak istiyorsanız, bu sorulara doğru yanıtlar vermenizi öneririm."

...

Margaret Hamilton için hayatının en kötü günü o arabadan indikten ve o yabancı adamı takip ettikten sonra başlamıştı. En uzun gecesini geçireceği gerçeği ise cabasıydı. Fakat ondan da öte bir şey vardı; o da yıllar boyunca kaçmak için çok uğraştığı anılarının teker teker geri dönmüş olmasıydı. Hepsi bir araya gelmiş ve önünde duran kızın insanı delip geçen gözlerinde birleşmişti. Ve o gözlerden kaçamayacağını adı gibi biliyordu.

"Sizden istediğimiz çok zor değil." dedi önündeki kız. "Ben sadece sorularına yanıt arayan biriyim. Bu yüzden ilk sorumdan başlamak istiyorum." dedikten sonra ise kaşlarını çattı. "Söyler misiniz, ablamın hizmetinde çalışan sıradan bir nedimeden, nasıl oldu da Lordlar Kamarası Sözcüsü Lord Hamilton'ın karısı oluverdiniz?"

Margaret cevap veremedi buna. Sanki biri dudaklarına sıcak mühür dökmüş ve sonsuza dek kapalı kalmaları için damgalamıştı. Tek yapabildiği şey daha çok ağlamak olmuştu. Daha çok titremek ve daha çok çırpınmak. "Bu yaptığınız yanınıza kalmaz!" diye bağırdı, kendinden bile beklemediği bir tonla. "Kocam gerekirse bütün ülkeyi karış karış arar ve beni bulur. Bedelini ağır ödersiniz!"

Anna ise anlamadığını belli eden bir şekilde dudaklarını büzdü. "Ne yapıyoruz ki? Sadece sohbet ediyoruz." dedi.

"Onun gazabından asla kurtulamazsınız! Bana zarar verdiğiniz an sizin peşinize düşer-"

Ama cümlesini tamamlayamadan Anna'nın kaşlarını çatarak yanındaki masaya sert bir yumruk indirmesi bir olmuştu. Ani gürültü kadını oracıkta susturmuş gibi görünüyordu.

"Hiçbir şeyden korkmadığımı anlatma biçimimden hoşlanmazsın Margaret." diyerek ellerini sandalyenin kollarına koydu ve yüzünü kadının yüzüne yaklaştırdı. "Peşime koca bir ordu düşse bile bu gece buradan yanıtlar olmadan ayrılmayacağım. Sen de öyle." dedi. "O yüzden konuşmaya başla."

"Hiçbir şey bilmiyorum!" diye bağırdı Margaret kızın yüzüne doğru. "Hiçbir şey bilmiyorum!"

"Ablamın öldüğü gece o odada görev yapıyordun. O gece neler olduğunu anlat."

"Hiçbir şey olmadı-"

"Neden ablamın ölümünden sonra Leydi Hamilton oldun? O evliliği kim ayarladı?"

Margaret artık hıçkırıyordu. Savuracağı hiçbir tehdit onu buradan çıkarmayacaktı, biliyordu. Ama asla cevap veremezdi bu sorulara. Asla yapamazdı. "Bilmiyorum..." diye ağladı başını öne eğip. "Yalvarırım, hiçbir şey bilmiyorum!"

"Sabrımı sınıyorsun."

"Sadece görevini yapan nedimelerden biriydim! Başka hiçbir şey olmadı!"

Anna gerilen omuzlarını geriye götürüp sakinleşmeye çalıştı. Gözleri Mathis'in kenarda sessizce izleyen gözleriyle buluşunca da bir adım geri giderek uzaklaştı kadından. "Parmağını kes." dedi ve demesiyle kadın çığlık atmaya başladı. "Cevap vermediği her sorum için bir parmak."

Mathis donup kalmıştı. "Brunella?"

"Hayır, hayır! Hayır yalvarırım!"

"Oyun oynamıyorum Margaret." dedi Anna. "Alamadığım her cevap için bir parmak." dedikten sonra yeniden adama baktı. "Kes dedim!"

İşlerin bu noktaya geleceğini asla tahmin etmemiş olan Mathis bir süre soru sorar gibi kıza baktıktan sonra beline sarılı küçük bıçağını çıkardı.

Margaret ise o kadar sert çırpınıyordu ki, sandalyeyi bile kırabilirdi. "Hayır! Hayır, yapma!"

Adım adım yaklaşan Mathis son kez emin olmak için Anna'ya baktı. Anna başını sallayarak onayladıktan sonra da bıçağı büyük bir kararlılıkla kadının bağlanmış sandalyeden sarkan baş parmağına dayadı.

"Hayır!"

"Cevap vermeye hazır mısın?" diye sordu Anna.

"Evet, evet vereceğim! Vereceğim!"

Ve Mathis geri çekilerek durdu.

Oda aniden sessizliğe gömülmüştü. Anna kollarını önünde birleştirdi ve ağlamaktan patlayacak gibi görünen kadına üstten baktı. "Ablamın öldüğü gece neler oldu?"

Margaret bir şeyler geveliyor, fakat tam olarak neler dediği anlaşılmıyordu. Ağzından çıkan tek şey bağırarak ağlamaktan dolayı saçılan tükürük damlacıklarıydı.

"O gece neler oldu?" diye sesini yükseltti Anna.

O gece... O gece çok şey olmuştu. Nereden başlayacağını bile bilmiyordu.

...

"Dediklerimi dinliyor musun Margaret?"

Margaret tedirgin nefesler alıp vermekten önünde duran kadının yüzünü bile göremiyordu. Başını hafifçe kaldırdı ve karanlık koridorda etrafına bakındı. Ne bir ses vardı, ne de görünürde tek bir ruh. "Yapamam." dedi sadece.

Kadın gözlerini devirip cevap vermişti. "Kötü bir şey olmayacak ki. Sadece bunu alıp, çayına birkaç damla dökeceksin."

"Hayır, hayır... Bu doğru gelmiyor bana." dedikten sonra sesini alçaltıp başını yeniden büktü. "Biri beni görürse işim biter, hayatta yaşatmazlar! Müstakbel İngiltere Kraliçesi'nden bahsediyoruz, ona zarar verirsem beni öldürürler!"

"Kimse seni öldürmeyecek." Kadın daha da yaklaştı genç kıza. Dudaklarını yaladıktan sonra da devam etti. "Fark etmeyecekler bile. Şüphelenmeyecekler."

Margaret ellerini sertçe sıkıyor ve kendi parmaklarını çekiştirip duruyordu. "Ne işe yarıyor ki bu?" dedi ve gözleriyle kadının elindeki minik şişeyi gösterdi. "Leydi Aceline'a ne yapacak?"

"Hiçbir şey." Kadının sesi o kadar rahat çıkıyordu ki, yalan söylediğini anlamak imkansızdı. "Leydi Aceline'a zarar dahi vermeyecek. Sadece düşük yapmasını sağlayacak, o kadar."

"Düşük mü?"

"Karnındaki piçinden kurtulmamızı sağlayacak. Kim bilir kimin bebeği olan bir çocuğun veliaht olmasını gerçekten istiyor musun?"

"Bunu bilemeyiz..." diyerek başını sertçe iki yana salladı. "Bizi alakadar etmiyor, karışmamalıyız..."

"Majestelerini gerçekten hayal kırıklığına uğratmak mı istiyorsun?" diye sordu kadın. "Seni bu göreve o atadı. Hayal kırıklığına uğrarsa çok kötü şeyler olur."

Margaret gözlerini iyice açarak baktı ona. "Beni bu göreve o atamış olabilir fakat ya kadın da bebeğiyle birlikte ölürse?! Ya başına bir iş gelirse, o zaman kim kurtaracak beni?"

"Tanrım, hiçbir şey olmayacak diyorum sana! Sence majesteleri bu riski alır mı?"

"Yapamam-"

"Al bunu." diyerek şişeyi kızın eline tutuşturdu. "Çayına birkaç damla damlat. Önce-"

"Yapamam..."

"Önce canı biraz acıyacak."

"Lütfen-"

"Fakat kadına zarar vermeyecek. Düşük yapacak ve o kadar. Hamileliğin bu aylarında düşük daima olur, yediği bir şey bile dokunmuş olabilir. Kimse şüphelenmeyecek..."

Margaret elindeki şişeye bakıyordu. Göğsü hızlıca inip çıkıyor, elleri titriyor fakat yine de gözlerini şişeden ayıramıyordu. "Sadece düşük yapacak." diye tekrarladı kendi kendine. Burnunu çekti ve kadına çevirdi başını. "Sadece düşük."

"Sadece düşük."

"O kadar."

"Ne daha azı, ne de daha fazlası." dedi kadın. "Elbette bu iyiliğin karşılıksız kalmayacak." dedikten sonra da gülümsedi ve kızın elini tuttu. "Eğer görevini sorunsuz yerine getirirsen majesteleri güçlü bağlantılarını kullanarak sana mükemmel bir evlilik ayarlayacak."

"Evlilik mi?"

"Lordlar Kamarası Sözcüsü Lord Hamilton'ın bekar oğlu evlenmek için gelin arayışına girmiş. Babası görevden ayrılmadan evlenmek istiyor." derken gülüyordu. "Bir sonraki Leydi Hamilton sen olabilirsin."

Margaret'ın gözleri kocaman açılmıştı. İçi zehir dolu şişeyi tuttuğunu bile unutarak emin olmak için kaşlarını kaldırdı. "Bunu benim için gerçekten yapar mı?"

Kadının kendine güveni sonsuzdu. "Sen onun için bir iyilik yap, o da senin için yapsın."

O günün ilerleyen saatlerinde her şey olması gerektiği gibi gidiyordu. Leydi Aceline akşam vakti yemeğini yemiş, diğer nedimelerine odalarına gitmeleri için izin vermiş ve hizmetinde kalan üç nedimesiyle çayını içmeye başlamıştı. Bebeği için ördüğü battaniye, oturduğu koltuğun tam yanında duruyordu. Diğer yanında ise Margaret'ın getirdiği çayı vardı.

"Teşekkür ederim Margaret." diyerek sıcacık gülümsedi kıza ve ördüğü battaniyeye bakarak karnını okşadı. Fincanını kavradı ve ilk yudumunu aldı.

Margaret ise kapalı duran kapının diğer ucundan dinliyordu olup biteni. Sadece düşük yapacak diye tekrarladı kendi kendine. Ne daha azı, ne de daha fazlası olacaktı.

Leydi Aceline, ikinci ve üçüncü yudumundan sonra öksürmeye başlamıştı. Önce sessiz sessiz geldi bu öksürükler, ardından daha da şiddetlendi. Bir şeyler yolunda değildi. Margaret içeri koşmalı mı yoksa yerinde mi durmalı bilmiyordu, derken bir öksürük daha geldi.

"Leydim?" diye seslenerek içeri koştu hemen. Cevap alamamıştı. Donup kalmış gibi hissediyordu. Asıl beklemediği şey, kadının son öksürüğünden sonra elinde beliren parlak kan damlalarıydı. "Leydim?" diye sordu yeniden. Oracıkta ağlamamak için kendini zor tutuyordu. "İ-iyi misiniz?"

"Git-" dedi Aceline, ve bir kez daha öksürdü. "Git ve kralı çağır-"

Neler oluyordu, böyle olmaması gerekiyordu herhalde. "Kimi çağırayım?" derken hafifçe eğilmişti. Sesi şimdiden titremeye başlamış ve kalp atışları hızlanmıştı. Kötü şeyler oluyordu, ağzından kan gelmemesi gerekiyordu. Çok kötü şeyler oluyordu...

Aceline karnına saplanan sancıyla yere yığılırken, hızla içeri giren diğer nedime dehşetle ağzını kapattı. "Aman Tanrım..." Koşarak yere çömeldi ve acılar içinde kıvranan kadını tuttu. "Orada öyle durma!" diye bağırdı Margaret'a dönüp. "Derhal majestelerine haber ver! Çabuk ol!"

Margaret da hiç olmadığı kadar hızlı koştu. Nefesi kesilene kadar da koşmaya devam etti. Nefesinin neden kesildiğini ise bilmiyordu; kalbi bacaklarına ayak uydurmaya mı çalışıyordu, yoksa az önce yaptığı şeyi anlaması mı neden oluyordu buna?

Ne yaptım ben dedi kafasının içindeki ses. Ne yaptım ben... Ne yapmış olursa olsun, geriye artık tek bir seçenek kalıyordu; sus ve yoluna devam et.

...

Margaret oturduğu yerde ağlamaya devam ederken, Anna ve Mathis de sessizce dinlemişlerdi. Öğrendiklerinden dolayı yutkunup belini duvara dayayan kişi Mathis'di. Anna ise... Anna'nın neler düşündüğü belli olmuyordu. Dudaklarında gezinen tiksinti, gözlerine oturmuş öfkeden bile daha fazlaydı.

"Bilmiyordum!" diye bağırdı Margaret. Yeniden ve yeniden. Hıçkırdı ve tekrarladı. "Öleceğini bilmiyordum, yemin ederim! Bilmiyordum..." dedikten sonra göğsüne çullanan ağırlıkla derin bir nefes aldı. "Bana sadece bebeğini düşürecek dediler... Bilseydim yapmazdım! Öleceğini bilseydim yapmazdım!"

Mathis kendi kendine fısıldamıştı. "Yani zehri veren Maria Eva'ydı..."

"Onu öldürmek istediğini bilmiyordum!" diye bağırarak cevap verdi adama Margaret. Artık bedeni bu kadar yaşı kaldıramıyor ve midesi yavaş yavaş ağzına geliyordu. "Bana yalan söylediler, bilmiyordum!"

"Brunella?"

Anna durduğu yerde donmuş gibiydi. Gözleri bile hareket etmiyordu. Bunca yıl içinde birikmiş öfke, acı, nefret... Hepsi dışarı çıkmak için aynı anda vakit kolluyordu sanki. Dudakları kenetlenmişti. Elleri sıkıydı. Göğsü hızlıca inip çıkıyor, yanaklarından sadece bir veya iki damla yaş akıp gidiyordu. Etine geçirdiği tırnaklarının yaydığı acıyı bile hissetmiyordu. Oracıkta buza dönüşmüştü bedeni.

Mathis dayanamayarak belini yasladığı duvardan doğruldu. "Brunella? Bir şeyler söyle..." dedi tedirginlikle. Kızın omzunu kavradı ve gözlerinin en derinlerine baktı. "İstediğini aldın. Kadını Kral Edward'a götür ve ablanın gerçek katilini söyle. Neyi bekliyorsun?"

Odada duyulan tek şey Margaret'ın hıçkırıklarıydı. Onun haricinde küçücük bir ses bile çıkarmıyordu Anna. Yavaşça başını hareket ettirip yanındaki Mathis'e baktı. Gözlerinde öyle büyük bir keder vardı ki, Mathis'in bile içine işlemişti.

Ardından yeniden başını hareket ettirip sandalyedeki kadına döndü. Derin derin nefesler alıp verirken, oracıkta çığlık atıp odada duran her şeyi paramparça etmemek için kendini zor tutuyordu. Masayı, kırık eşyaları, kapıları, pencereleri... Hepsini paramparça etmek istiyordu. Sesi kesilene kadar bağırmak, ağlamak ve etrafında ne varsa yeryüzünden silmek istiyordu. Ama bunları yapmamak için öyle bir direniyordu ki, etine giren tırnaklarının altında minik kan izleri belirirken bile bedenini oynatmaması için kendine emirler vermesi gerekmişti.

Sonunda ağzını açıp fısıldadı. "Hayır." dedi. Boğazına kadar gelen sert hıçkırığı yuttu ve başını iki yana sallarken kadına yaklaştı. "Öleceğini bilsen de yapardın."

"Yapmazdım, yapmazdım..."

"Düşük yapmasına ses çıkarmayan biri ölmesine de ses çıkarmaz."

"Öleceğini bilmiyordum-"

Anna'nın sızlayan göğsüne derin sancılar saplanıyordu. Yıllar önce ruhundan kopup giden parçanın acı verici boşluğunu öfke dolduruyordu. Kin ve nefret vardı. Ilık ılık akıp gidiyorlardı.

Ablasının çektiği acılar... Her saniye önünde ölüp gittiğini görmenin verdiği his. Eli kolu bağlı o odada durup, kan göle dönüşürken hissettiği binlerce şey. Tuttuğu el her çığlıkta daha da güçsüzleştiğinde, kayıp gittiğini bildiğinde ama onu kurtaramadığında hissettiği her şey aniden geri gelip kalbine girmişti. Yüzlerce küçük bıçaktan daha acı vericiydi. Daha iğrenç bir duyguydu bu.

Mathis bir kez daha tedirginlikle baktı Anna'ya. Aklından geçirdiklerini bilmek dahi istemiyordu. "Brunella?" diye sordu fısıldayarak. "Şimdi ne yapacağız?"

...

Maria Eva'nın kabusları... Asla dinmiyor ve bitmiyorlardı. Geceleri uyumaktan korkuyor, odasında dualar ederken gözleriyle kapıyı kontrol ediyor ve her an cellatların içeri girerek kendisini alıp götürmesini bekliyordu. Tam beş yıl boyunca beklemişti bunu. Her gece, hava her karardığında aynı şeyin korkusuyla diz çöküp dua ediyordu. Şüphesiz en büyük işkencesi bu korkuydu.

"Göklerin ve yerin yaratıcısı..." diye fısıldadı, ellerini sıkıca kapatıp. "Günahlarım için affet beni, yalvarırım affet. Günahsız bir bebeğin canını aldığım için affet beni. Tek istediğim-"

Ama o gece duası yarıda kesildi. Önce bahçeden bir çığlık duyuldu. Ardından da koridordan ayak sesleri yükseldi.

Geliyorlardı. Canını almak için geliyorlardı. Ağlamamak için dişlerini sıkarken gözlerini kapatıp duasına devam etmeye çalıştı. "Tek istediğim çektiğim acının karşılığıydı." dedikten sonra içinde tutamadığı bir hıçkırık yükseldi. "Göklerin ve yerin yaratıcısı, günahlarım için bağışla beni. Cennetindeki en güzel yeri bana ayır!"

"Leydim!"

"Affet beni!"

Kapı bile çalınmadan içeri bir kız koştu. "Leydim!"

"Günahlarımın bedelini en hafif şekilde ödet bana. Merhametini üstümden esirgeme..."

Kız koşmaktan nefessiz kalmıştı. "Leydim!" diyerek göğsünü tuttu. "Bahçe... Bahçede bir şey var!"

Maria gözlerini açarak başını kıza çevirdi. "Ne?"

Kız dayanamayarak ağlamaya başlamıştı. "Bahçede bir şey buldular!"

"Ne buldular?"

"Orada öylece duruyordu... Felaket... Felaket bir şey..."

Maria ayağa kalkarak kızı sarstı sertçe. "Ne buldular, neler oluyor?"

"Ceset..." Zavallı kız bayılmamak için elini duvara dayamıştı. Boğazı boydan boya kesilmiş kadının görüntüsü en net haliyle gözlerinde beliriyor, toprağın emmeye başladığı kanın kokusu burnuna musallat oluyordu. Sessizce ağlamaya devam ederken başını iki yana salladı hızla ve yutkundu. "Bahçede ceset buldular!"

Continue Reading

You'll Also Like

14.2K 615 28
"Benim uçurumumda açarsan, adın Alp Yıldızı olur... Çiçeğim." -2022 Watty Ödülleri KAZANANI- *** Aynı acıyı paylaşmış insanlar bir noktada buluşurdu...
212K 30.7K 50
Geçmiş hayatınızı yaşama şansınız olsaydı ne yapardınız? On yıllık ilişkisi büyük bir ihanet ile son bulduğunda Eda artık bir gerçeği kabul etmek zor...
9.7K 6.9K 72
Arafta kaldığım, ruhumun serzenişte olduğu ya da hissettiklerimi yazıya dökebildiğim zamanlarda yazdıklarımdan oluşan bir kitap. Biraz edebi, biraz k...
796 151 10
bilinmeyen: Bugün yine sensiz, 17 gün oldu. bilinmeyen: Ama kokun hala yüreğimde saklı, silinmiyor. Neden biliyor musun? bilinmeyen: Çünkü papatyalar...