RAKİP

By KathyCalanthe

1M 67.2K 18.4K

Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmedi... More

RAKİP
I. KIRMIZI ÇİZME
II. NEFES NEFESE
III. NABZIN RİTMİ
IV. KAYIP RUH
V. BİTİŞ ÇİZGİSİ
VI. YENİLGİ
VII. YASAK AŞKIN TEMELİ
VIII. KARADUT LEKESİ
IX. KALBE DÜŞEN KOR
X. GEÇMİŞİN KORKUSU
XI. MAZİNİN YANSIMASI
XII. YÜREK YARASINA TUZ
XIII. ÇEŞİTLİ SEVGİ
XIV. KANADI KIRIK KELEBEK
XV. SİLİK DOKUNUŞ
XVI. FIRTINALI ADAM
XVII. YÜKSELEN ATEŞ
XVIII. KÜLE DÖNEN UMUT
XIX. EKSİK KALAN
XX. MAĞLUP
XXI. SAVAŞ ÇANLARI
XXII. DAMLA DAMLA
XXIII. DİLEK HAKKI
XXIV. GÖRSEL ŞÖLEN
XXVI. MAHŞER ALANI
XXVII. KAHREDEN GERÇEKLİK
XXVIII. VEDA BUSESİ
XXIX. YIKILAN KÖPRÜ
XXX. YARDIM ÇAĞRISI
XXXI. KİLİTLİ KALAN SÖZLER
XXXII. KALPTEKİ HÜKÜMDAR
XXXIII. MEYDAN OKUMA
XXXIV. BUMERANG
XXXV. MİDNİGHT
XXXVI. CAPULET (PART I)
XXXVII. MONTAGUE (PART II)
XXXVIII. KADERİN OYUNU
XXXIX. ÇARPIŞMA ANI
XL. GELECEK PLANLARI
XLI. JULİETİN RÜYASI
XLII. 999
XLIII. İKİZ ALEV
XLIV. MİLYARLARCA KEZ
XLV. AŞKIN MEYVESİ
XLVI. ZAFER TADINDA (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM

XXV. MÜHÜRLENEN RUHLAR

17.3K 1.2K 412
By KathyCalanthe






Ruelle - War Of Hearts


🥂


Güneş gri bulutların ardında çırpınıyor, kendini göstermek istese de başarılı olamıyordu. Derin bir nefes alıp beyaz kazağımın kollarını avuç içlerime çektim. Çenemi sağ elime yaslarken solumda kalan büyük camlardan dışarıya baktım.

Büyük amfinin içindeki sıralardan birine oturmuş, dersin başlamasını beklerken bir yandan da bahçedeki öğrencileri izliyordum. Bugün hava kapalı ve soğuktu lakin bu herkesin hala bahçede oturuyor olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Okul arazisinin içinde iki tane kafe, bir tane de restoran vardı. Yine de herkes bahçede takılır, boş zamanlarını orada geçirirdi. Bizim de her zaman oturduğumuz büyük ağacın altına doğru baktım fakat arkadaşlarımdan hiçbir iz yoktu. Büyük ihtimal onlarda son dersin getirdiği isteksizlik ve uyuşuklukla sınıflarına gitmişlerdi. Normalde mitoloji dersi için daha heyecanlı ve istekli olurdum fakat dün gecenin etkisinden hala tam olarak çıkabilmiş değildim. Düşüncelerim birbirine girmiş, huysuzluğum ruhumu esir almıştı. Dudağımın kenarını sertçe dişleyip canımın acımasını sağlarken kafamdaki ses ile uyuştuğumu hissettim.

On dört yaşlarımdayken büyük bir depresyon geçirmiş ve günlerce okula gitmek için bile evden çıkamamıştım. Tek yaptığım odam da takılmak, uyumak ve öylece duvarlara bakmak olmuştu. O zamanlar kendime duyduğum nefret ve öfke o kadar yoğundu ki bunu anımsamak bile titrememe neden oldu. Her gece annemin atölyesine kapanıp, kıyafetleriyle uğraşması üzerine yalnız kalırdım. Yalnız kalmak istemeyen biri olarak defalarca kez kimsesiz bırakılmıştım ve bu sessizlik beni delirtmediği için şanslıydım. Bir süre sonra onunla atölyeye kapanmaya başlamış, tasarladığı o güzel elbiselerin beni mutlu etmesine izin vermiştim.

Mine Payidar oldukça yetenekli bir kadındı.

Çok net hatırlıyordum. Her zaman hayali herkes tarafından tanınan, bilinen bir modacı olmaktı. İnsanların onun kıyafetleriyle sarmalanmasını, kendilerini bu şekilde mutlu hissetmelerini isterdi. Dün gece etrafıma baktığım da uzun süre yalnız yaşamış, kendi başına bir şeyler başarmaya çalışmış bir kadın olarak annemle gurur duymuştum. Evet, ona hala kızgındım ve hayatımın sonuna kadar onu tam anlamıyla affedebileceğimi düşünmüyordum lakin hakkını da yiyemezdim. Kafasına koyduğunu başarmış, hayallerini gerçekleştirmişti. Bir yandan da kızıyordum işte hala. Hayatındaki her şeyi benden önce koyduğu için, öz kızını her defasında ikinci plana attığı için onu affedemiyordum içten içe.

Belki yaptığım şımarıklıktı lakin davranışlarını sindiremiyordum. Dün gece Ayaz da bende her şeye rağmen onun yanında olmuş, kimsenin ağzına laf vermemek için yüzlerimizdeki sahte gülümsemeler ile defilesini izlemiştik. Gecenin sonunda annem yanımıza geldiğinde ise tek istediğimin bir an önce oradan gitmek olduğunu anımsadım. Her şey için teşekkür edip, bize sarılmıştı. Daha doğrusu bana sarılmıştı zira Ayaz onun kolları arasından kıvrak bir şekilde sıyrılıp tepkisiz kalmayı tercih etmişti.

Babamdan öğrendiğim bilgiye göre yarın akşam doğum günüme gelecekti ki bu benim gerginliğimi ikiye katlıyordu. Kendim bir kenara koyuyordum, ben anneme ne kadar kızgın olsam da onu görmezden gelmeyi başarabiliyordum fakat ağabeyim öyle değildi. Dün gece olay çıkarmamasının tek nedeni Bade'nin ona dayadığı alkolden serseme dönmesi, Tuna ile Koray'ın ona sürekli refakat etmesiydi. Açıkçası doğum günümü kutlamak bile gelmiyordu içimden. Böylesine büyük bir davetin gereksizliğini gün geçip, doğum günüm yaklaştıkça daha iyi anlıyordum.

"Mira."

Duyduğum tok ses ile düşüncelerimden sıyrılıp sarsılarak kendime geldim. Şaşkın bakışlarım ne zaman geldiğini fark etmediğim adamı bulduğunda yanımda oturuyor olduğunu gördüm. Sol elini sandalyemin arkasına konumlandırmış, hafifçe üzerime eğilmişti. Kaşları hafifçe çatılmış, ela gözlerindeki siyah haleler irileşmişti. "İyi misin?"

Sorusuyla elimi çenemden çekip tebessüm ettim ve başımı aşağı yukarı salladım. Ela gözlerin sahibi bana inanmıyor gibi uzun bir süre şüpheyle yüzüme bakmaya devam etti. Dışarıdan nasıl gözüktüğümü bilmiyordum lakin bugün ters tarafımdan kalktığım kesindi. Bakışlarımı kaçırıp kazağımın kollarıyla oynamaya başladığım da Pars'ın bakışlarını hissetsem de dönüp bakmadım. Onun yerine gözlerimi etrafta dolaştırdım ve gördüğüm bakışlar ile neye uğradığımı şaşırdım. Sınıftaki kızların büyük bir çoğunluğu aralarında fısıldaşıyor bir yandan da bana ve yanımda oturan adama bakıyordu.

Kafamı çevirip Pars'a baktım. Siyah kotunun üstüne spor ayakkabılarıyla aynı renk beyaz bir sweet geçirmişti. Sağ elinde duran telefonuyla oynarken bakışlarımı fark edip kafasını kaldırdı. Yüzünde tek bir mimik oynamıyordu. Göz kırpıp tekrar telefonuna döndüğünde bende önüme baktım.

İnsanların neden bize baktığını anlayamıyordum. Gerçi buna alışmam gerekiyordu. Pars söz konusuysa bütün ilgi ve alaka onda toplanırdı. Bırakın kızları bazen erkeklerin bile ona bakarak fısıldaştıklarını, kıskançlıktan kavrulduklarını görüyordum.

Bacak bacak üstüne atıp düşüncelerimi susturduğum sıra içeri giren kişiyle Pars telefonunun ekran kilidini kapayıp, cebine koydu. Murat Hoca ardından kapıyı kapatıp masasına doğru ilerlerken yüzündeki tebessüm ile şakıdı. "Günaydın gençler. Kusura bakmayın geç kaldım biraz."

Murat Hoca elindeki kitapları masanın üstüne bırakıp derin bir nefes aldı. Kemikli siyah gözlüğünü düzeltip kahverengi gözlerini gelişi güzel öğrencilerinin üzerinde dolaştırdı. Murat Hoca yirmili yaşlarının sonlarında oldukça çekici bir adamdı. Bu yüzden sınıftaki kadın popülasyonu fazlaydı ve herkes dikkat ile onu dinlerdi. Karşımdaki adamda bunun bilincindeydi. Masasına yaslanıp yüzündeki tebessüm ile konuşmaya başladı. "Oyalanmadan derse başlayalım diyorum. Sınavlarınıza az kaldı ve Yunan Mitolojini bugün ki ders ile bitirmiş olacağız."

Not almak üzere önümdeki defteri araladığımda bakışlarım yanımdaki adama kaydı. Bütün ciddiyetiyle öylece karşıya bakarken en az benim kadar huysuz gözüküyordu. Bakışlarımı kaçırıp Murat Hoca'yı izlemeye devam ettim. Slaytı başlattığında karşımda kalan kelimelere çatık kaşlarla baktım. İsimlerden biri tanıdık gelse de diğeri hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu.

Murat Hoca bütün heyecanıyla dersi başlattı. "Eros ve Psyche. Kim olduklarını bilen var mı?"

Sorusuyla her daim ön sırada oturan uçuk pembe rengi saçlara sahip kız konuştu. "Eros, Güzellik Tanrıçası Afrodit'in oğlu."

Murat Hoca hafifçe başını sallayıp ahşap masanın üstüne oturdu. "Eros, Romalıların deyimiyle Cupid, Güzellik Tanrıçası Afrodit ile Savaş Tanrısı Ares'in oğlu. Yasak meyvesi desek daha doğru olur çünkü Afrodit istenmeden evlendiği kocası Tanrı Hephaistos'u, Ares ile aldatmıştır ve bu birliktelikten Eros doğmuştur."

Mitolojiyi severdim. Özellikle Yunan mitolojisine merakım vardı. Bu derse katılmadan önce hakkında bir şeyler bildiğimi sandığım Tanrı ve Tanrıçaların daha önce hiç duymadığım hikayeleriyle karşılaşmıştım ve bu da bunlardan biriydi.

Murat Hoca'nın anlattıklarının büyüsüne kapılarak dikkat ile onu dinlemeye başladım. Anlattığı her şey bilgi hazneme sonsuza dek kazanırken içten içe bu denli iyi bir öğretmen olmasına hayranlık duydum. Murat Hoca elindeki siyah kumanda ile slaytı ilerlettiğinde bir yandan da konuşmaya devam etti. "İsimleri Aşk ve Ruh anlamlarına gelen Eros ile Psyche'nin öyküsü MS. 2. yy.'da yaşamış Romalı yazar Lucius Apuleius'un "Dönüşümler" isimli kitabının 4 ve 5. bölümlerinde yaşlı bir kadının ağzından anlatılmaktadır." Yüzündeki tebessüm ile öğrencilerine baktı. "Tabi biz gerçekliğinden çok hikâyenin kendisiyle ilgileniyoruz çünkü Eros ve Psyche, aşkın özünü anlatıyor."

Murat Hoca uzun bir sessizlik ile öğrencilerinin heyecanını körüklemeye çalışmış ve başarılı olmuştu. Daha fazlasını bilmek istiyordum. Karşımdaki adam tekrar elindeki kumanda yardımıyla slaytı değiştirdiğinde çıkan slaytta dolaştırdım bakışlarımı. Oldukça yakışıklı bir şekilde tasvir edilen büyük kanatlara sahip bir adamın heykeliydi bu. Elinde tuttuğu yay ve ok ile kudretli ve korkutucu gözüküyordu. Yüzü öylesine mimiksiz, hayattan yoksun ve sertti ki bana yanımda oturan adamı anımsattı. Bakışlarım ela gözlerin sahibini bulduğunda arkasına yaslanmış öylece slayta baktığını gördüm. Güzelliğine kapılmaya fırsat vermeden önüme dönerek Murat Hoca'yı dinlemeye devam ettim. "İlk olarak Eros çoğu resimlerde, heykellerde ve hikayelerde tasvir edildiği gibi bebek bezli, haylaz ve ele avuca gelmez küçük bir melek değildi." Öğrencilerinden yükselen gülme seslerine bir tebessüm ile eşlik etti. "Aksine annesinin güzelliğini almış, görenlerin dönüp bir daha bakacağı kadar yakışıklı bir adammış. Aynı zamanda Savaş Tanrısı olan babası gibi sert mizaçlı, kolay kolay gülümsemeyen, ağır başlı biriymiş."

Kafamdaki Eros algısı yerle bir olurken şaşırdığımı hissettim.

"Adam dediğime bakmayın hala bir melek tabi." Yüzündeki tebessüm genişledi. "Eros'un simgeleri ok ve meşaledir çünkü aşk kalbi yaralar ve tutuşturur. Altın uçlu sivri okları hedeflediği kişileri âşık eder, kurşun uçlu küt okları ise aşktan yoksun kılar." Murat Hoca derin bir nefes aldı. "Eros hakkında bilmemiz gereken bir diğer şey de insanları aşık etmek gibi bir görevi olan meleğimizin aşk nedir bilmeyen, içine kapanık ve yalnız biri olmasıdır."

Birkaç sıra ilerimde oturan sarı saçlı kız kafası karışmış gibi konuştu. "Hocam bu pek mantıklı gelmiyor yani aşk meleği nasıl aşktan bihaber olabilir ki?"

Murat Hoca yüzündeki gülümsemeyle sarışın kıza baktı. "Güzel soru. Cevabı şu, Eros tam olarak bir Aşk Tanrısı değildi. Eros aşkın kendisiydi."

Ben dahil sınıftaki herkesin kafası karışırken karşımdaki adam gülümsemesiyle bir süre şaşkın yüzlerimize baktı. "Dersin sonuna doğru ne demek istediğimi anlayacaksınız. Şimdi hikâyeye geri dönelim."

Slayt değişip oldukça güzel bir kadın sureti belirdi. Uzun kahverengi saçlarıyla sarmalanmış, gözlerini sıkıca yumup huzurla tebessüm etmiş bir kadındı bu.

"Hikayemizin diğer kahramanı, Psyche. Kendisi Miletos kralının üç kızından en güzelidir. Her göreni büyüleyen ve ölümlü olan Psyche bir türlü evlenemez çünkü hiç kimse bu kadar güzel bir kızla evlenmeye cesaret edemez. Zaten cesaret etseler bile elleri boş döneceklerdir çünkü Psyche, âşık olmamaya yeminlidir ve bu tavrıyla övünmektedir."

Psyche'yi anladığımı hissettim.

"Halk Psyche'nin güzelliğine kendini o kadar kaptırır ki, Tanrıçaları Afrodit'e bile tapınmayı unuturlar. Hepsinin gözü onlar gibi ölümlü olan, bir Tanrıça'yı bile gölgede bırakacak bir cazibeyle kutsanan Psyche'nin üzerindedir. Güzellik Tanrıçası bu duruma çıldırır, bunun büyük bir hakaret olduğunu düşünür. Bu yüzden Afrodit kıskançlık ile bunun intikamını Psyche'den almak için oğlu Eros'u yanına çağırır."

Murat Hoca tekrar slaytı değiştirdi. Bakışlarım birbirine sıkıca sarılmış bir şekilde tasvir edilen biri melek diğeri insan iki kişi de dolaştı. "Afrodit oğlundan aşk okları yardımı ile, çirkin ve insanlar tarafından aşağılanan birisine Psyche'yi aşık etmesini ister. Amacı ona duyulan saygıyı ve hayranlığı yok etmektir fakat işler planladığı gibi gitmez. Eros, yay ve okunu alıp kızın yanına doğru uçar. Psyche'yi gördüğü an onun güzelliğinden etkilenen Eros oklarından birini kendi göğsüne saplar ve ölümlü kıza âşık olur, annesi Afrodit'in emrini yerine getiremez."

Murat Hoca camın kenarında durup bakışlarını yanımdaki adam ile buluşturdu. Kafamı hafifçe çevirip ona baktığımda telefonuyla ilgilendiğini gördüm. Kaşlarım hafifçe çatılırken neyle uğraştığını merak ettim.

"Pars." Murat Hoca'nın sesiyle ela gözlerin sahibi umursamaz bir şekilde başını kaldırıp ona seslenen adama baktı. "Sen bu hikâyeyi biliyor musun?"

İşittiği soruyla derin bir nefes aldı. Dünyanın en boş işiyle uğraşıyormuş gibi, isteksiz bir tavırla doğrulup sağ dirseğini sıraya yasladı. "Bildiğimi biliyorsunuz."

Murat Hocanın gülümsemesi tebessüme dönerken ön sıralarda oturan birkaç kişi kıkırdadı. Pars'ın ne kadar büyük bir ego fabrikası olduğunu unuttuğuma inanamıyordum. Tabi hakkını da yememeliydim, cidden bu konu da fazlasıyla iyiydi. Sanırım mitoloji onun için farklı bir anlam taşıyordu zira kimsenin bilmediği, çok popüler olmayan hikayeleri bile biliyordu.

Pars'ın sözlerine karşı Murat Hoca sağ elini hafifçe kaldırdı. "Lütfen, devam et."

Yanımdaki adam bir küfür mırıldanıp birkaç saniyeliğine bakışlarını kaçırdığında yaptığı hareketin yanlışlığını anlamasını umut ederek dürttüm onu. Ela gözleri beni bulduğunda, yüzündeki gerginliğin biraz da olsa yumuşadığını gördüm. İrileşen göz bebeklerinde kaybolduğumu hissediyordum. Pahalı parfümüne karışan kendine has kokusu ciğerlerimi doldururken Pars her baktığımda içimin erimesine neden olan dudaklarını araladı. "Eros, Psyche'yi gördüğü ilk an anlar. Yeni tanıştığı bu kız sanki ruh verir ona, kendini bildi bileli hissettiği içindeki o boşluğu doldurur."

Gözlerimin içine bakarak kurduğu cümleler ile beni ne hale düşürdüğünü asla bilemezdi. Sanki dünyanın bütün güzellikleri bir anda avucumun içine yerleştirilmişti. Pars bakışlarını ayırdı benden ve bizi izleyen adama baktı. Titreyen ellerimi birbirine bastırırken Murat Hoca dahil herkesin pür dikkat bize baktığını gördüm. Yanaklarım alev alev yanarken beynim uyuşmuş gibiydi.

Pars hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti. "Eros, Meltem Tanrısının da yardımıyla gecenin sessizliğinde esen rüzgarla birlikte kızı alıp kimsenin bilmediği sarayına götürdü. Eros kimliğini Psyche'den sakladı ve ona yüzünü asla göstermedi çünkü Pysche'nin onun sevgisinden şüphe etmesini, onunla sadece güzel olduğu için birlikte olduğunu düşünmesini istemiyordu. Bu yüzden de sadece gece ve karanlıkta görüşmek üzere sevdiği kadından söz aldı."

Murat Hoca masasının kenarına irileşirken memnun bir gülümsemeyle hafifçe kafasını salladı. "Aynen öyle. Gündüzleri muhteşem sarayında yaşayan Psyche, asla görmediği kocasına günden güne âşık olmuştu. Onun ile çok mutluydu fakat bir gün belki de tek kusuru olan merakına yenilir. O gece elinde tuttuğu kandilden yayılan ışıkla sevdiğinin yüzüne bakar ve âşık olduğu adamın heybetiyle sarsılır. Dünyadaki hiçbir ölümlü erkekle kıyaslanamayacak kadar yakışıklı olan Eros, Psche'nin aklını bir kere daha başından alır. Şaşkınlığının ve hayranlığının verdiği dikkatsizlikle kandilden düşen yağ ise Eros'un omzuna damlayarak onu uyandırdığında büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Eros, Psyche'yi terk eder. Psyche, tüm dünyayı dolaşarak Eros'u aramaya başlar."

Ön sırada oturan pembe saçlı kız hayran hayran bir iç çekti ve konuştu. "Bu yüzdendir ki her ruh yaşadığı sürece aşkını arar durur. Tıpkı onlar gibi."

Murat Hoca kemikli gözlüğünü düzeltti. "Felsefi bir açıdan değerlendirirsek evet." Derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti. "Psyche ne kadar arasa da bulamaz sevdiği adamı. Son çare Afrodit'ten yardım ister. Afrodit'in ona duyduğu öfke ise artık iki katıdır çünkü onun için her daim yanında olan, hayatını kontrol etmekten büyük zevk aldığı oğlunu elinden almıştır.  Afrodit tabiri caizse Psyche'ye kan kusturur. Onu zorlu imtihanlara sokar, ölümcül görevlerle sınar."

Çaprazımda kalan kızlardan biri Murat Hoca'nın lafını böldü. "Tipik kaynana hareketleri, hocam."

Sınıfla beraber gülümsedim. Eh, haksız sayılmazdı. Türk toplumundaki en belalı kurum, kaynanalıktı.

"Mükemmel bir benzetme." Ellerini kucağında birleştirdi. "Afrodit son bir görev verir Psyche'ye. Bunu başarırsa ona yardım edeceğini söyler ve onu yer altı dünyasının Kraliçesi, Persephone'nin aynasını çalmaya yollar. Psyche, Persephone'ye hikayesini, yakışıklı meleğe ne denli âşık olduğunu anlatır ve ondan aynasını ister.  Persephone aynasını verir ama aynayı açmaması gerektiğini söyler. Yolda Psyche merakına yenik düşer ve aynaya bakar. Sonrasında ise bir ölüm uykusu başlar. Sevdiği kadının varlığını hissedemeyen Eros çılgına döner ve Psyche'yi bulur. Onu kucakladığı gibi Göklerin Tanrısı, her şeyin üstündeki kişi olan Zeus'a götürür. Zeus adamın yalvarışlarına üzülüp Psyche'ye, geri gelmesi için ölümsüzlük verir. Böylelikle aşk sayesinde ruhta ölümsüz olur ve birlikte sonsuza dek mutlu yaşarlar."

Murat Hoca yüzündeki buruk tebessüm ile sınıftaki öğrencilerine bakarken hikâyeyi daha anlamlı ve derin kılan cümleleri sarf etti.

"Yunanca Psyche "Ruh" ve "Kelebek" anlamına gelmektedir. Bu nedenle hem ölüm sonrası bedeni terk eden "Ruh" hem de Eros'un eşi olan Psyche; "Kelebek Kanatları" ile temsil edilmiştir. Psyche'nin Eros'a yani Aşka giden yolda verdiği mücadele bir tırtılın "Kelebek" olma adına verdiği mücadeledir. Kelebeğin kozasını açarken, gösterdiği çabanın onu güçlendirmesi gibi Psyche'de aşkın ihanet ve sadakat kutuplarında olgunlaşır." Buruk tebessümü genişledi. "Unutmayın ki ruhun içinde aşk vardır ve aşk ruha dokunur. Aşkın tek başına sonsuz olması, ruh gittikten sonra bir anlam ifade etmez."

Hikâyenin iki tarafı vardı. Biri masalsı tarafıydı. İnsanı aşka inandıran, sevginin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlayabilecek türden bir destan. Diğer taraf ise akıl ve mantığın felsefeyle buluştuğu noktaydı. Hikâye herkesin güzellikten etkilenebileceğini ama aşkın dış görünüşü önemsemediğini söylüyordu. Ruhun içindeki merak aşka aitti çünkü ruh her zaman aşkın bir parçasıydı. Aşkı keşfetmek isteyen tarafı ağır basıyordu. İkisi bir araya geldiğinde güven ile sonsuz bir bağ kurabilirlerdi.

Murat Hoca dersi sonlandırdığında Pars titreyen telefonuna uzandı. Masanın üzerinde duran çantamı aldığım sıra güzel ela gözlerini, gözlerim ile buluşturdu. "Seni bir yere götüreceğim." Sözleriyle kendime engel olamayıp gülümsediğim de bedenini bana doğru döndürdü. "Bu kadar mutlu olacağını tahmin etmemiştim, Mea Mira."

Alaycı tebessümüne yerleşen küstahlık ona çok yakışıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsememi yok etmeye çalıştım. Saçlarımı savurup umursamaz gözükmeye çalışarak omuzlarımı silktim. "Mutlu olmadım. Sadece merak ettim." Konuyu yönlendirmeye çalışarak konuştum. "Nereye gideceğiz?"

"Sürpriz."

Yanağımdan hızlı bir makas alıp ayaklandığında temasının sıcaklığı karşısında kala kaldım. Karşımdaki adam telefonunu cebine yerleştirdi. "Beş dakikalığına Tuna'nın yanına gitmem gerek. Bahçe de bekle beni." 

Onu onaylayarak başımı salladım. Pars sınıftan çıktığında bende yerimden kalkıp çantamı omzuma attım. Gri koridorda yürürken bir yandan Başak'a mesaj atmak ile meşguldüm. Aynı zamanda üzerimde dolaşan bakışları görmezden gelmeye çalışıyordum. Genel de okuldaki kızların kıskanç ve öfkeli bakışlar ile beni izlemesine alışmaya başlamıştım lakin bugün üzerlerinde ekstra bir kıskançlık var gibiydi. Bana bakarak aralarında fısıldaşmaları iyice sinirlenmeme neden oluyordu.

Bahçeye çıkıp Başak'ı ahşap banklarda otururken buldum. Arkasına yaslanmış, önünde duran dergiyi karıştırıyordu.

"Selam."

Başını okuduğu dergiden kaldırıp yüzünü ele geçiren gülümsemeyle karşılık verdi. Karşısına oturup bacak bacak üstüne attım. "Selam, Dedikodu'yu gördün mü?"

Kaşlarım hafifçe çatılırken ilk neden bahsettiğini anlamadım. Ardından jetonun sesli bir şekilde düştüğünü hissettim. Dedikodu, ayda bir çıkan ve yaşadığımız yerdeki insanların hayatlarıyla, işleriyle gündeme geldiği bir dergiydi. Annemin defilesiyle ilgili bir yazı paylaşılmış olmalıydı yoksa Başak'ın yüzündeki bu heyecanın nedeni ne olabilirdi ki?

Başımı hayır anlamında iki yana salladığımda önünde duran dergiyi kapatıp bana uzattı. Kalın kâğıt birikintisini aldığımda karşılaştığım tabloyla yumruk yemiş gibi hissettim. Oturduğum için şanslıydım zira başım dönmeye başlamıştı. Dudaklarım şaşkınlıktan beş metre aralanırken bütün gün üstümde olan bakışların nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Gözlerimi hızla kırpıp gördüğüm şeyin gerçekliğinden emin olmaya çalıştım.

Derginin kapak fotoğrafında Pars ile ben vardım.

Pars belime sarılmış. Bütün ciddiyetiyle kameralara bakarken onu gülümseyerek izliyordum. Nefes alamadığımı hissettim. Sağ altta yazan küçük yazıyı idrak edene dek tekrar ve tekrar okudum.

İstanbul Sosyetesinin tanınan isimlerinden Pars Arıkan ile Mira Bars, Mine Payidar'ın defilesinde görüntülendi.

Dergiyi titreyen ellerim ile masanın üstüne bırakırken Başak şakayla karışık endişeli sesiyle konuştu. "Kız inmemi indi, tepki versene."

Başımı kaldırıp güzel gözlerine baktım. Nutkum tutulmuştu. Ciddi anlamda kal geldiğini düşünmeye başlıyordum. Beynim gördüklerimi idrak edemiyordu. Neden bir dedikodu dergisinin kapağındaydım? Bunun mantıklı bir açıklaması olabilir miydi?

Başak'ın yüzündeki gülümseme kaybolurken iyice endişelenmişe benziyordu. "Mira korkutma beni." Sağ elini yüzümün önünde sallamaya başladığın da transtan çıkmış gibi yerimden zıpladım. "Başak bu ne ya?" Bağırışım bahçe de yankılanırken kendime hâkim olamamıştım. Önümde duran dergiyi ittirdim. "Neden bizim fotoğrafımızı koymuşlar?"

Başak derin bir nefes alıp doğruldu, konuşuyor olmama şükreder gibi gökyüzüne baktı birkaç saniye ardından alaylı tebessümüyle gözlerimizi buluşturdu. "Canım kız güzel, oğlan güzel ikisi de tanınmış ailelerin çocukları. Davette sizi öyle görünce haber yapmışlar doğal olarak."

Şaşkınlığımı hala üzerimden atamıyordum. Bu doğal mıydı yani? Sertçe yutkundum. Ayaz ile babam bu dergiyi görürse olayı çok yanlış anlayacaklardı. Kendi kendimi durdurdum. Gerçekten yanlış mı anlayacaklardı peki? Sonuçta Pars'a bir zaafım olduğu barizdi. Onun ile aramızda ilişki diyemesem de bir bağ vardı. İnsanların bunu öğrenmesinden rahatsız olmamam gerekirdi lakin şu şekilde öğrenmeleri de şov olmuştu. Bu çevrede yaşayan herkes, bu dergiyi görmüş olmalıydı.

"Başak bunu herkes görmüştür değil mi?" Adeta sesime yerleşen korkuyla sorduğum soru karşısında karşımdaki kız ne diyeceğini şaşırmış gibi baka kaldı yüzüme. Aniden duyulan ses ise cevabı verme yetkisini eline almış gibi konuştu. "Aman, Mira." Öylesine dalmıştım ki ne ara geldiğini fark etmediğim kız çantasını ahşap masanın üstüne koyup sarı saçlarını savurdu. "Görseler ne olur zaten aranızda bir şey olduğu ortada." Başak, Bade'yi destekleyerek kafasını sallayıp mikrofonu eline aldı. "Ayrıca daha iyi." Yüzünde sinsi bir gülümseme vardı. "Artık kızlar Pars'a yaklaşamaz."

Bade yanıma otururken kahkahayla güldü. "Aynen, resmen alanını işaretledin."

Yanağımın içini dişleyip gülümsememi bastırdım. Haklıydılar, insanların özellikle hemcinslerimin Pars'ın boşta olmadığını düşünmeleri benim yararıma olurdu. Fakat bu şekilde dergilerde manşet olmak hiç alışık olmadığım bir şeydi ve beni rahatsız etmişti. Bade kafamı dağıtmaya çalışır gibi gülümseyerek baktığında tebessüm ettim. Sarı saçlarını bileğindeki tokayla gelişi güzel toplayıp sıkıntılı bir nefes verdi. "Aslında sizi yalnız yakaladığım iyi oldu. Hazır Ayaz ortalıkta yokken konuşmamız lazım."

Başak ile ikimiz aniden alarm moduna geçip dikkat kesilmiştik. Bade ellerini birbirine dolarken bir bana bir Başak'a bakarak konuşmaya başladı. "Ya defile de ben bir adam ile tanışmıştım." Kaşlarım hafifçe çatılırken o geceyi hatırladım. Annemin iş yaptığı reklam ajanslarından birinin sahibi defile sonrası yanımıza gelip Bade ile konuşmuştu. Diyaloglarının içeriğini bilmiyordum, kafam fazlasıyla dağınık olduğu için sormamıştım da. Adamı hatırladığımı belli eder gibi kafamı salladığım da Bade konuştu. "Adam numaramı nerden bulduysa bu sabah beni aradı. Bir şampuan reklamında oynamamı teklif etti."

"Oha."

Başak'ın tepkisine eşlik ederek şaşkınlığımı zirveye taşıdım. Son on dakikadır yaşadıklarım gerçeklikten fazlasıyla uzak gibi geliyordu. On sekizimi saatler kala hayatımın verilişini daha iyi idrak ediyordum. Bu şaka gibi bir durumdu. Ben dergide kapak olurken, Bade reklam teklifi alıyordu? Ne yani, gençlik dizisinin içinde sıkışıp kalmış mıydık? Hayır eğer öyleyse rahatlayacaktım.

"Nasıl yani?" Sesim öylesine yabancı gelmişti ki boğazımı gürültüyle temizledim. "Adam bildiğin reklam da oynamanı istedi yani öyle mi?"

Bade başını hızla sallarken yüzünü esir alan endişe duygusu bedenimi titretti. "Aslında baya tanıdık ve ünlü bir marka. Benim de böyle şeylere ilgim vardır. Sosyal medyadaki takipçi sayımı biliyorsunuz." Eh, bu konuda haksız sayılmazdı. Bade beğenilmeyi seven biriydi. Giyimine, kuşamına dikkat eder, sporunu yapar, sağlıklı yaşamaya çalışırdı. Hayatını ve sahip olduklarını sosyal medyasında paylaşarak hatırı sayılır bir kitle edinmişti kendine.

"Sorun ne o zaman?" Başak aklımdan geçenleri dile döktü. "Sende istiyorsan yap gitsin, eğlenirsin."

Bade gözlerini devirdi. O kadar kolay değil der gibi bakarken sorun olabilecek tek bir şey, hatta kişi geliyordu.

"Pars sorun çıkarır diye mi endişeleniyorsun?"

Sorum üzerine derin bir nefes aldı. "Benim ağabeyim değil de senin ağabeyin sorun çıkarabilir."

Ayaz faktörü kafama dank ederken sertçe yutkunup doğruldum. Bade doğru söylüyordu. Pars ne kadar kıskanç olsa da karşısındaki insanın hayatına karışmıyor, çıldırmadığı sürece müdahale etmeye çalışmıyordu fakat Ayaz için aynı şeyi söyleyemezdim. Özellikle söz konusu Bade olduğunda aşırı kıskanç bir insan haline gelebiliyordu.

"Bak o doğru." Başak işaret parmağını gelişi güzel salladı. "Ayaz biraz manyaktır."

Doğru söze ne denirdi ama bu haksızlıktı. Sırf birlikte olduğu adam istemiyor diye Bade kendini kısıtlamamalıydı. Ağabeyimin safından ayrılarak içimdeki feministin konuşmasına izin verdim. "Bence bu teklifi değerlendirmek istiyorsan Ayaz'ın sana destek olmaktan başka bir seçeneği yok."

Bade'nin güzel gözleri beni buldu. "Cidden mi?"

Sesindeki minnettarlık ateşimi harlarken onu cesaretlendirmek istedim. "Tabi ki de. Ayaz seni çok seviyor."

"Evet kendimi boşu boşuna germeden önce onunla konuşsam iyi olur."

Başak cebinden sigara paketini çıkarıp elinde döndürmeye başladı. "Ah şu erkekler." Dedi yüzündeki çapkın gülümsemesiyle. "Onlarla da olmuyor, onlarsız da."

"Âmin kardeşim."

Bade ile aynı anda konuşup aynı şeyleri söylediğimizde kahkahayla güldük. Kızlarla bir süre daha sohbet edip Parstan gelen mesaj üzerine yanlarından ayrıldığım da saat neredeyse beşe geliyordu. Otoparka gelmemi söylen kısa mesajından sonra hızla ona doğru yürümeye başladım. Siyah çizmelerim taş zeminde yankılanırken ilerimde duran yeni spor arabasını gördüm. Yolcu koltuğuna binip klimadan yayın sıcaklık ile sarmalandığımda Pars hızla otoparktan çıktı. Emniyet kemerimi takıp arkama yaslandım ve kuruyan dudaklarımı dilimin yardımıyla hafifçe ıslatıp ellerimi kucağıma yerleştirdim.

Zihnimde dönüp dolaşan soru yine benden habersiz dudaklarımdan kayıp gittiğinde yanımdaki adama döndüm. "Dergiyi gördün mü?"

Sorum üzerine Pars bütün umursamazlığıyla bana bakmadan konuştu. "Hangi dergi?"

"Dedikodu diye bir dergi var ya, bizim kızlar bakıyor hep."

Pars sağ dirseğini aramızda duran aparatın üstüne yerleştirip tek eliyle arabayı kullanırken hızla sola saptı. "Evet." Dediğinde sitenin çıkışına yöneldiğimizi fark ettim.

"Bizim fotoğrafımızı kapak yapmışlar."

"Biliyorum."

"Nereden biliyorsun?"

Pars güzel yüzünü tescillendiren gülümsemesiyle dönüp birkaç saniyeliğine gözlerime baktı. Ardından çok normal bir şey söylüyormuş gibi konuştu. "Yavrum genelde hakkımda haber yapmadan önce arayıp iznimi isterler."

"Nasıl yani?" Kendime hâkim olamayarak cırladım. "Sen onay mı verdin bizim fotoğrafımızı kapak yapsınlar diye?"

Bütün sakinliği ve umarsızlığı ile başını salladı ve siteden çıkarak İstanbul'un sokaklarına karışmaya başladı. Bana sormadan böyle bir şeye izin vermesine sinirlenmiştim fakat bir yandan da tuhaf bir duygu yeşermişti içimde. O dergideki fotoğrafı görenlerin çoğu benim için önemsizdi çünkü ben kendi küçük çevremde takılan belirli insanlarla görüşen bir insandım lakin yanımdaki adam öyle değildi. Onun böyle bir fotoğrafının yayınlanması demek, hayatındaki çoğu kişinin ona olan bakış açısının değişmesi denekti. Evet, çoğu kişiden kastım kadınlardı.

"Niye ki?"

Bakışları yüzümde dolaşıp dudaklarımda durdu bir süre. Ardından önüne dönüp alaylı bir tebessüm takındı. Beni sinir eden kendinden emin, ego fabrikası sesiyle konuştu. "Kadınların ilgisinden bunaldım da başım bağlı sansınlar istedim."

Bedenimi çevreleyen alev ile kanın beynime sıçradığını hissettim. Her ne kadar beni delirtmek için böyle konuştuğunu bilsem de elimde değildi, beni cidden sinirlendirmeyi başarıyordu. Kendimi tutamayarak ve desibelimin şiddetini ayarlayamayarak karşılık verdim. "Ay kıyamam ben sana. Kadınların ilgisinden bunaldın mı sen?"

Tavırlarım ne denli hoşuna gittiyse yüzünü ele geçiren gülümsemeden dolayı gözleri kısılmıştı.

"Egonu yesinler senin."

"Yok işte yemesinler diye."

Sözleriyle ölüm saçan bakışlarım ile ona doğru döndüm. Bana bakmasına gerek yoktu biraz aklı varsa susması gerektiğini hissederdi. Pars tek kelime etmeden gülümsemesini gizledi. Cama doğru dönüp onu yok saymaya çalışarak dışarıyı izlemeye başladım.

"Mira."

Tok sesi içimi titretirken ona bakmadım. "Ne var?"

"Bana bak."

Hızla omuzlarımı silkip dışarıyı izlemeye devam ettim.

"Güzelim bak hadi."

Güzelim kelimesi ruhumu fethederek sakinleşmemi sağladığında bunu ona belli etmemeye çalışarak hafifçe dönüp gözlerimi yüzünde dolaştırdım. Pars bakışlarını yolda ayırmadan kolunu uzatıp beni kendine çekti. Aniden başımı göğsünde bulu verdim. Kalbim raydan çıkmış bir tren gibi kontrolsüzce çarpmaya başlarken dünyanın en güzel kokusuyla kutsanmış gibiydim. Temasıyla bir alev gibi tutuştuğum adam saçlarımın arasına bir öpücük bıraktığında nefesim kesildi. Kendinden emin bir alaycılık ile konuştuğunda sertçe yutkundum. "Kıskandın mı sen beni?"

Sorusuna cevabım kesindi. Kıskanıyordum. Onun bir başkasıyla olma düşüncesi bile beni darmadağın ediyor, hançer gibi kalbime saplanıyordu. Ona hissettiğim duygular özel ve eşsizdi. Başka kimseyle paylaşamazdım bunları. Ondan başkasına düşmek, ondan başkasında kaybolmaz istemezdim fakat bunları ona söylemeyecektim. Bir şeyler başlayacaksa bunu o başlatacaktı. İlk adımı erkekler atmalı gibi bir düşünce yapısında değildim, asla da olmamıştım lakin bu durumda tükürdüklerini yalamasını istiyordum.

Kendimi zorlayarak istemeye istemeye kollarından ayrılıp kendi tarafıma çekildim. "Arkadaşının kardeşi seni niye kıskansın, Pars?"

Sorum üzerine meydan okurcasına baktı bana. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak istiyordu benimle. Bir iddiaya girmiştik ve ben kazanacaktım. Bunu bilmeliydi fakat o da en az benim kadar inatçı gözüküyordu. Derin bir nefes alıp hafifçe kafasını salladı. "Peki, Mea Mira. Sen öyle diyorsan."

Yüzündeki alaycı tebessümü saklamaya çalışarak tekrar yola bakmaya başladı. Dakikaların ardından lüks bir rezidansın önünde durduk. Siteden on dakika uzaklıktaki bu yere neden geldiğimizi anlayamamıştım.

Pars kapılardan geçip arabayı sağa doğru çevirdi. Büyük açık bir otoparka park edip tek kelime etmeden indiğinde emniyet kemerimi çözüp onu takip ettim. Çatılan kaşlarım ile etrafa bakarken kafam karışmıştı. Denize sıfır bir rezidanstı karşımdaki. Büyük bahçeyle çevrelenmişti. Başımı kaldırdığımda küfretmemek için kendimi zor tuttum. Bina gökyüzüne uzuyor, bulutlara karışıyor gibiydi. Sanki ucu bucağı olmayan bir yer, sonsuzluğa gidiyordu.

Avuç içimde hissettiğim sıcaklıkla irkildim. Bakışlarım beni ardından sürükleyen adamı buldu. Ardından elimin içindeki eline baktım. Büyük ve güçlü eli parmaklarımı sıkıca kavramıştı.

Binanın içine girdiğimizde dudaklarımı birbirine bastırdım. İçerisi lüks bir otelin girişini hatırlatmıştı bana. Siyah ve altın renklerin hâkim olduğu duvarlara, görkemli şamdanlara baktım. Siyah mermerleri aydınlatan sarı ışıklar yol gösteriyordu bize. Resepsiyonun ardında duran adam Pars'ı başıyla selamladığında yanımdaki güzel gözlü karşılık verdi. Gişelerden geçip asansöre yöneldiğimizde şaşkınlığımı üzerimden atarak sonunda konuştum. "Pars neredeyiz biz?"

Etrafa bakmayı bırakıp gözlerimi onunla buluşturdum. Boşta kalan elini cebine yerleştirmiş asansörü beklerken cevap vermedi. Metal kapılar gürültüyle açılıp içeriye girdiğimizde elimi hala sıkıca tutuyordu. İşaret parmağı dokunmatik tuş ile buluştuğunda gözlerim yuvalarından çıkacak zannettim. En üst kat olan kırk ikinci kata tuşladığın da terlediğimi hissettim. Yükseklikten korkmazdım lakin hoşlanmazdım da.

"Neden geldik buraya?"

Sorum yanımdaki adamın derin bir nefes almasına neden oldu. Sabrını zorluyormuşum gibi hissettim. Ela gözleri, gözlerimi buldu. "Mira çok konuşuyorsun."

Sözleriyle hızla elimi elinden kurtarıp hafifçe omzuna vurdum. "Hiç de bile." Kollarımı göğsümde birleştirip ona bakmamaya çalıştım. "Asıl sen hiç konuşmuyorsun. Susup duruyorsun hep."

"Huysuzluğun üstünde senin."

Gözlerimi kısarak baktım ona. Huysuz değildim, sadece hiçbir şey dememesine sinirleniyordum. Ayrıca çok konuştuğumda söylenemezdi. O sorularıma cevap vermediği için tekrarlamak zorunda kalıyordum o kadar.

Asansörün metal kapıları açılıp kırk iki yazısı yanıp sönmeye başladığında Pars önden ben arkadan koridora adım attık. Katta sadece iki daire var gibi gözüküyordu. Sağ tarafta kalana yöneldiğimizde gözlerimi kahverengiye boyanmış duvarlarda dolaştırdım. Melek figürleriyle donatılmış duvarlar başlı başına bir sanat eseri gibi duruyordu. Pars cebinden anahtar çıkardı. En azından duyduğum şıkırdama seslerinden çıkardığının bir anahtar olduğunu varsayıyordum.

Saniyeler sonra büyük kapının önünde durduğumuzda Pars baş parmağını kapının yanında duran metal aparata okuttu. Metal dedektör mavi renge büründükten sonra eski usul anahtar ile kapıyı açtı. İçeriye adım attığımızda gördüğüm manzarayla dudaklarım aralandı. Hayranlık ruhumu fethederken bacaklarım benden bağımsız bir şekilde yavaş adımlar ile ilerledi. Tam karşımda kalan ufuk çizgisi sonsuzluğu vaat ediyor gibiydi. Yere kadar uzanan siyah camlar bütün evi çevrelemişti. Batmaya başlayan güneşin turuncu çizgileri büyük salonda adeta dans ediyordu. Sol tarafta iki camın kesiştiği noktaya konumlanmış siyah kuyruklu piyano vardı. Hemen yanında uzun, siyah mermerden bir bar vardı. Tezgâhın ardı boydan boya içkiyle donatılmış, önüne uzun tabureler koyulmuştu. Barın hemen yanında kalan köşede ise büyük bir bilardo masası vardı. Gördüklerimi sindirmeye ve anlamaya çalışarak bakışlarımı etrafta dolaştırmaya devam ettim. Salonun sağ tarafına doğru ilerledim. Siyah L şeklindeki koltuk olması gerekenden üç kat daha büyüktü. Oldukça şık, lüks ve güzel dizayn edilmiş salona bakarken beni buraya getiren adamın sesiyle dünyaya geri döndüm.

"Beğendin mi?"

Ellerini siyah pantolonuna yerleştirmiş, duvara yaslanmış öylece beni izliyordu. Sorusuyla aralık duran dudaklarımı birbirine bastırdım. "Evet ama kimin burası?"

"Benim."

Göğüs kafesim sıkışırken nefes alamadığımı hissettim. "Nasıl?" Sözcükler bir mırıltı halinde dökülmüştü dudaklarımdan. Sertçe yutkunup tekrar konuştum. "Neden ki?"

Pars gerilmiş gibiydi. Bakışlarını kaçırıp sakinleşmeye çalışır gibi derin bir nefes aldı. Sanki söyleyeceği şeyler onu sinirlendiriyordun. Ela gözlerini gözlerim ile buluşturup yanıma adımladı.

"Babaannemin neden geldiğini." Tek kaşı havalandı. "Daha doğrusu dedemin onu niye getirttiğini öğrendim."

Tam karşımda durup güzel gözleriyle baktığında ruhum hissettiği sancıyla sarsıldı. Ela gözlerinin içindeki ateş öylesine can alıcıydı ki anlayamıyordum. Onu evinden uzaklaştıran, kendine ait bir yere muhtaç eden şey neydi?

Sessizliği bölen melodiyle karşımdaki adam bir küfür savurup bakışlarını kaçırdı. Cebine uzanıp telefonu eline aldı. Bir süre ekrana bakıp sessini kıstı ve tekrar bana döndü. "Sen evi dolaş hatta yukarıya çık. Ben geliyorum hemen."

Aramayı yanıtlayıp konuşmaya başladığında salondan çıkıp sağa yöneldi. Merak içimi aç bir kurt gibi kemiriyordu. Onu buraya iten şeyi öğrenmeyi kendime amaç edinirken yavaş adımlar ile salondan çıkıp griye boyanmış koridorda ilerlemeye başladım. Tam karşımda kalan odanın önünde durup içeriye baktım bir süre. Büyük odanın çevresi ahşap kitaplıklarla süslenmişti. Bir tek girişin sağında kalan duvar boştu. Oraya da büyük koyu yeşil bir dresuar koyulmuştu. Üzerinde ise bir pikap ve plaklar duruyordu. Odanın tam ortasında kalan üç kişilik chester koltuk kahverengi deriydi. Saatlerce bu odaya kapanıp kitap okuyabileceğimi düşündüm. Ardından Pars'ın evinde vakit geçirmenin benim ile ilgili bir durum olmadığını fark ederek odanın önünden ayrıldım.

Okuma odasının yanında kalan misafir odasına gelişi güzel bakıp yukarıya çıktım.

Mermer merdivenleri tırmanarak ikinci kata ulaştığımda Solumda kalan duvarın üstüne asılan büyük tabloya baktım. Oldukça yetenekli bir ressama ait gibi duran tabloda resmedilen Yunan Tanrıları tebessüm etmeme neden oldu. Pars mitolojiye bayılırdı. Şimdi daha iyi anlıyordum. Kendine ait bir kütüphane kurmuş, bir bilardo masası ve piyano almış, evinin içine bar inşa etmişti. Bu ev kesinlikle onu ve sevdiği şeyleri yansıtıyordu.

Peki beni niye buraya getirmişti?

Karşımda kalan iki odanın da kapısı açıktı. Biri erkek kıyafetleri ve ayakkabılarıyla dolup taşan bir mağazayı andıran giyinme odasıydı. Diğeri ise Pars'ın yatak odasıydı. Siyaha boyanmış odaya göz atmamaya çalışarak ilerledim ve sağım da kalan terasa adım attım.

Gözlerim gördüklerimin gerçekliğini sınar gibi sıkıca kapandı. Algılarım yavaşlarken hayal kuruyor olduğumu düşündüm. Mavi gözlerimi aralayıp tekrar karşımdaki görselde dolaştırdım bakışlarımı. Batan güneş büyük terasın üzerinde bir hale yaratıyordu. Denize doğru uçan martıların sesleri kulaklarımı şenlendirdi. Masanın sağında kalan beyaz koltukların çevrelediği bahçe şöminesinden yükselen ateş ruhumu ısıttı lakin asıl aklımı karıştıran ve beni şaşırtan sarı ışıklar ile çevrelenmiş terasın ortasında kalan büyük ahşap masanın yemekler ile donatılmış olmasıydı. Yaklaşan adım seslerini işiterek arkamı döndüm ve onu gördüm. Terasa adımlayıp bana doğru ilerlemeye başladığında kendimi tutamayarak konuşum. "Pars bunlar ne?"

Ela gözleri etrafta dolaştı. Omuzlarını umursamazlığını belli edercesine silkti. "Geçen gün doğum gününde yemeklerimi hep Poyraz hazırlar demiştin." Gözleri, gözlerimi kutsadı. "Bu sefer ben hazırlamak istedim."

İçimde yaşayan, sevgiye aç küçük kız mutluluk gözyaşlarına bulanırken yüzüme yayılan gülümsemeyle durup karşımdaki adama bakmaya devam ettim. "Bunlar benim için yani?"

Benim için böyle bir şey hazırlamasının ne kadar kıymetli olduğunu tasvir bile edemezdim. Pars yüzündeki tebessüm ile ellerini belime yerleştirip beni döndürdü ve az ilerimizde kalan ahşap masaya yönlendirdi. "Yemekleri kendim yaptım. O yüzden hepsini yemek zorundasın."

Gözlerim masanın üzerindeki tabaklarda dolaştı. Sadece süslemeleriyle bile ünlü ve pahalı şeflerin elinde hayat bulmuşa benziyorlardı. Pars ellerini belimden çekip beni ahşap sandalyeye oturttu. Solumda kalan şarap şişesini alıp çaprazıma yani baş köşeye geçtiğinde hala yemeklere bakıyordum. Kırmızı şarap ile dolan kadehi bana verdi ve kendisine bir viski koydu. Arkasına yaslanıp yüzündeki tebessüm ile beni izlerken masadaki yemekleri işaret etti. "Hadi yesene."

Yüzümden silemediğim gülümsemeyle çatalımı alıp önümde duran tabağa baktım. Havuç taratordan alıp yemeğe başladığımda kaşlarım çatıldı. Pars doğrulup dikkat ile baktı bana. Sanki beğenmediğim için endişelenmiş gibiydi lakin ben şaşırmıştım. Daha önce defalarca kez yedim şeyin tadı nasıl bu denli farklı ve mükemmel olabilirdi ki. Hızla ağzımdaki lokmayı yutup bir çatal daha aldığımda ela gözlerini üzerimde dolaştıran adam gülümseyip viskisini yudumladı.

Pars İtalyan ve Türk mutfağını harmanlayarak mükemmel bir yemek hazırlamıştı öyle ki ilk yirmi dakika adamın yüzüne bile bakmamış, yemeklerin hepsini deneyerek resmen karnımı doyurmuştum. Tonnato sosuyla harmanlanmış ince dilimlenmiş eti çatalıma geçirip Pars'a doğru uzattığımda eğilip lokmayı aldı. Viskisini yudumlayıp beni izliyor arada ağzına beslediklerim hariç hiçbir şey yemiyordu. Etten bir çatalda kendim için alıp hızla çiğnedim ve lokmamı yuttuktan sonra ela gözlere baktım. "Sen nasıl öğrendin bu kadar iyi yemek yapmayı?"

Sorum üzerine tebessüm etti. "Ben küçükken bir aşçımız vardı. Çok tatlı bir kadındı."

Şarabımdan büyük bir yudum alıp dikkatle dinledim onu.

"O öğretti bana. Tabi sonra kendimi de geliştirdim." Güzel dudaklarındaki tebessümüyle bana bakıyordu. "Güzel olmuş mu?"

"Bayıldım." Dedim saf bir dürüstlük ile. "Enfesler."

Cidden de öyleydiler.

Şimdi neden Başak'ın sürekli Pars'a yemek yaptırdığını anlamıştım, cadı ağzının tadını biliyordu.

Yemekler gözümü kör etmiş olmalıydı ki bir süredir aklımdan uzaklaşan gerçeği hatırladım. Yüzüm istemsizce asılırken şarabımdan bir yudum daha aldım.

"Yeni evin hayırlı olsun bu arada." Ciddileşen yüzünde dolaştırdım gözlerimi. "Çok beğendim. Tam senin tarzın."

Sözlerim üzerine bakışlarını kaçıran adam hızla ayağa kalkıp beyaz koltuklara doğru ilerlemeye başladı. Şarabımı alıp onu takip ettim. Kendini beyaz koltuklara atıp sol ayağını ateşin kenarındaki gri çıkıntıya yerleştirdi. Bakışları gökyüzünde dolaşırken yanındaki boşluğa oturup vücudumu ona döndürdüm ve ayaklarımı karnıma doğru çekip onu izlemeye başladım. Gözlerini yanan ateşe çevirdiğinde duygudan arınmış sesiyle konuştu.

"Annem geliyor, Mira."

Ne diyeceğimi bilemez bir halde kala kaldım. Ateşten yayılan sıcaklık yanaklarımı kırmızıya bularken ne tepki vermem gerektiğini kestiremiyordum. Pars konuşmama gerek kalmasına müsaade etmeden içini dökmeye devam etti. "Babaannem ile annem çok yakınlar. Benim anneannem biraz soğuk kadındı. Yıllar önce vefat etti." Ne ara tazelediğini fark etmediğim içkisinden büyük bir yudum aldı. "Babaannem daha çok annelik yapmıştır yani." Histerik bir tebessüm yeşerdi yüzünde. Öyle ki yüz ifadesi ürpermeme neden oldu. "Ama yeterli olmadı herhalde."

Bakışlarını gözlerim ile buluşturdu. İlk defa şu an görüyordum bu duyguyu. Ela gözlerindeki his içime binlerce okun saplanmasına neden oluyordu. Utanıyor gibiydi. Sanki söyleyeceklerini duymamı hem istiyor hem istemiyordu.

Bakışlarını kaçırıp yine ateşe odaklandı ardından ağzında acı bir tat bırakmış gibi dökülen sözleri söyledi. "Benim annem alkolik."

Sözleriyle tezatlık oluşturan bir hareket ile viskisinden büyük bir yudum alıp doğruldu ve cebinden sigara paketini çıkardı. Ne yapacağımı bilemez bir halde öylece bakmak ile yetindim. Pars'ın annesine düşkün olduğunu duymuştum. Onun için bu durumun fazlasıyla zor olduğuna emindim. Böylesine özel bir şeyi benimle paylaştığına bile inanamıyordum.

Yaktığı sigarasından bir duman alıp konuşmaya devam etti. "Tedavi görüyor. Yani görüyordu."

Ateşi izliyor, bir yandan da biriktirdiği zehri döküyordu. Arkasına yaslanıp güzel yüzünü görüş alanıma sundu.

"Aylar önce bir akşam krize girdi. Babam ile kavga etti. Annem biraz saplantılıdır, içki alınca kendini o kadar kaybetti ki bana saldırdı."

Son cümle nefesimin kesilmesine neden oldu. Kaşlarım istemsizce çatılırken başımı öne eğip ifademi görmemesini sağladım. Ailecek oldukça zor bir dönemden geçmişler hatta hala geçiyorlar gibi duruyordu. Özellikle onun yaşadıklarını düşünemiyordum bile. Böylesine değer verdiği bir insandan gördüğü tepkiler onu yaralamış olmalıydı. Pars derin bir nefes aldığında tekrar ona baktım. Yüzüne taktığı maskenin ardında yaralı bir çocuk vardı. Annesine üzülen, onu özleyen bir çocuk. Bu zamana kadar ona karşı nasıl kör olabilmiştim bilmiyordum lakin şu an içimdeki hüzün ile boğuluyordum.

Pars viskisinden bir yudum daha aldı. "Doktoruyla konuştum. İyi olduğunu geri dönebileceğini söyledi ama onunla aynı evde kalamam, Mira."

Ela gözleri, gözlerimdeydi. Şefkat ile parlayan bakışlarıma yaslandı. Sanki üzerinden bir yük kalkmış gibiydi.

"Yine alkol içmeye başlarsa aramızdaki ilişki geri dönülemez bir hasar alabilir."

Başımı sallayarak onu onayladım. "Doğru olanı yapıyorsun sonuçta aynı evde yaşamamanız onun yanında olmayacağın anlamına gelmez."

Pars sözlerimi onaylarcasına gözlerini yumup açtı. Sigarasından son bir duman alıp doğruldu ve izmaritini şöminenin yanında duran küllüğe attı. Omzunun ardından baktı bir süre bana. Alaycı bakışları gözlerime tutundu. "Beni rahatlatan bir yanın var."

Tekrar arkasına yaslandığında gülümsedim. Ona biraz bile iyi geliyorsam kendimi mutlu hissederdim çünkü o bana fazlasıyla iyi geliyordu.

Biten kadehimi yere bıraktığımda derin bir nefes alıp gözlerini devirdi. "Tabi genelde beni delirtip sinir ediyorsun orası ayrı."

Başımı iki yana sallayıp onunla iddialaşmak isteyerek cesurca konuştum. "Yalan söyleme, bana bayılıyorsun bir kere."

İtiraz etmesini, beni delirtmesini bekledim lakin öyle olmadı. Arzuyla yanan gözleri, gözlerime mühürlendi. Son derece ciddi ve kendinden emin bir şekilde karşılık verdiğinde aklımı kaybettiğimi düşündüm.

"Sana ölüyorum ben."

Ruhum çığlıklar eşliğinde dört bir yana savruldu. Gözlerim karşımdaki adamın gerçekliğine sığınarak güçlü durmaya çalıştı. Ela gözlere sahip adam, hiç olmadığı kadar ciddi gözükürken ben içten içe göçüyordum. Duyduklarımın doğruluğunu sorgulamak ister gibi mırıldandım. "Ne?"

Pars'ın bakışları bir saniye olsun ayrılmıyordu gözlerimden. Sanki ruhumu görüyor, ona dökünüyor hatta yavaşça ele geçirmeye çalışıyordu. Göğüs kafesimi zorlayan kalbim kulaklarımın uğuldamasına neden oldu. On sekiz yıllık hayatımın hiçbir anında hissetmediğim bir heyecan ve arzu kapladı dört bir yanımı.

"Ya da seninle yaşamaya başlıyorum." Bir bilinmezliğin içinde sıkışıp kalmış gibiydi. Sorguluyor lakin cevap bulamıyordu. Bedenlerimiz bir mıknatıs gibi birbirine çekilirken kendine hâkim olmaya çalışır gibi cümlelerini seçerek konuştu. "Neden bilmiyorum ama ben her an seni istiyorum."

Pars elini belime yerleştirip beni kendine çektiğinde ona sürüklendim. Dudaklarımız buluşurken asırlar süren esaretim bitmiş gibi hissediyordum. Damarlarımda akan kan kaynayarak bedenimi içten içe yakarken bedenimi onun bedenine yaslayıp elimi kavisli yanağına yerleştirdim. Aklımın firar ettiğine artık emindim. Hislerim ve arzularım kontrolü ele geçirmişti. Onun dudaklarında hayat buluyor, onun öpüşüyle yaşadığımı hissediyordum. Hem arzu dolu bir şekilde nazikçe öpüyordu beni, hem en büyük açlığıymışım gibi sömürüyordu ruhumu.

Aniden erkeksi bir mırıltıyla atılıp bacağımı kavradı ve tek hareketiyle beni kucağına oturttu. Büyük elinin biri belimde diğeri saçlarımın arasındaydı.

Kendimi sarhoş gibi hissediyordum. Tatlı bir mayhoşluk onun dudaklarından bana bulaşıyor gibiydi. Saçına dolaşan parmaklarım, yüzünü tavaf eden elim ile kendimi aniden itip nefes nefese geriye çekildim. Yanağımda asılı kalan eliyle bana bakarken o da en az benim kadar kendinden geçmiş gözüküyordu. Derin bir nefes alıp yüzüne yerleşen tebessüm ile mümkünmüş gibi aklımı daha çok başımdan alırken bir yandan yanağımı okşadı. Sıkıca belimi sardı ve yüzünü yüzüme yaklaştırıp titreyen bedenime güldü.

"Tebrikler, Mira Bars." Kırmızılaşmış dudaklarını tekrar dudaklarıma bastırıp geriye çekildiğinde durmasını istemediğimi fark ettim. "İddiayı kazandın."

Kalbim tekledi. Şu an yaşadıklarımın gerçekliğini sorgularken ağlamak istedim. Bu bir rüyaysa asla uyanmak istemiyor, sonsuza dek onun kollarında yaşamayı diliyordum. Sevinç ile kahkaha attığımda içimde yeşeren mutluluğa engel olamadım.

Emin olmak ister gibi sordum. "Cidden mi?"

Çocuksu tavırlarım bedenimi sarmalayan adamın hoşuna gitmiş gibiydi. Başını salladı. Gözlerimin içine bakarken oldukça kararlı gözüküyordu. "Teslim oluyorum."

Gülümsemem tebessüme dönerken ellerim yanaklarına konumlandı. Bir mimarın elinde hayat bulmuş şaheser gibiydi. Farkında olmadan ona teslim olmuş, onunla var olmuştum. Aynı şeyleri onun da paylaşıyor olması, bu daha önce hiç hissetmediğim bir tatmin kârlıktı. Ellerimi yüzünden çekip yüzümdeki gülümsemeyle baktım.

"Sonunda." Saçlarımı savurup kendimden emin durmaya çalıştım. "İyi savaştın. Bir ara beni hiç öpmeyeceksin sanmıştım."

Arkasına yaslanırken bir elini belime diğerini bacağıma yerleştirdi. Güzel gözlerini kısarak baktı bana. Alaycı bakışlarına eklenen tebessümü insanı çıldırtırdı. "Yavrum ikimizde biliyoruz ki bu seni ilk öpüşüm değil."

Yunanistan zihnimde yanıp sönen bir ışık gibi çaktığında gözlerimi devirdim. Tabi ki hatırlıyordu. Kendimi tutamayıp göğsüne vurduğumda erkeksi bir kıkırtı döküldü dudaklarından. Bu hallerim onu gerçekten eğlendiriyordu. "Neden hatırlamıyormuş gibi davrandın?"

Sorum üzerine bakışlarını kaçırdı. Yüzü ciddileşse de bakışlarındaki hayranlık ve ateş hala oradaydı. Gözlerimizi buluşturduğun da önüme düşen bir tutam saçı parmaklarının arasına sıkıştırdı. "Emin olmak istedim."

"Neyden emin olmak istedin?"

Bakışları gözlerimden dudaklarıma oradan boynuma sonra yanaklarıma ve burnuma en sonunda tekrar gözlerime değdi. "Sana olan açlığımın bitmeyeceğinden."

Tuhaftı. Ne demek istediğini anlayabiliyordum. Bu zamana kadar hiç kimseden böyle etkilenmemiş, kimseye böyle düşmemiştim. Bunun bitmesinden de beni yaralamasından da korkuyordum.

"Şimdi emin misin?" Sorum üzerine derin bir nefes aldı ve doğrulup yüzlerimizi yakınlaştırdı. Onun avuçlarının içinde kendimi küçücük hissediyordum.

"Fazlasıyla." Dudağının sağ tarafı hafifçe kıvrıldı. "Hatta o kadar fazla ki başına büyük bela aldın."

Ondan gelecek belayı sorun etmeyeceğime emindim. Yaklaşıp dudağına küçük bir öpücük bırakıp geri çekildim. Farkında değildik ama ikimizde boyumuzdan büyük işe kalkışıyorduk. Yine de düşmekten korkmadığımı hissediyordum. Acı çeksem de onun için çekecek olmak beni anlamsızca rahatlatıyordu.

Telefonum aniden titrediğinde kendimi hafifçe kaldırıp arka cebimde duran aygıtı aldım. Babamın ismi ekranda yanıp sönerken kendimi hızla Pars'ın kucağından atıp koltuğun üstüne oturdum. Aramayı yanıtlarken utançtan yanıyordum. Babam yemeğe gelmemi söyleyerek telefonu kapattığında gülümseyerek yanımdaki adama baktım. "Gitsem iyi olacak."

Pars derin bir nefes alıp ayağa kalktı. Elini bana doğru uzattığında gülümsedim. Hızla evden çıkıp aşağı indiğimizde havanın soğukluğu yanmaya devam eden bedenime iyi gelmişti. Saat neredeyse sekiz olmuştu. Pars hızla siteden çıkıp kendini trafiğe attı. Beni eve bırakıp gittiğinde hızla odama çıktım. Yüzümden silemediğim gülümsemeyle ardımdan kapıyı kapatıp kahkahayla güldüm.

İçim içeme sığmıyordu. Sanki dünyam aniden renklenmiş, duyularım beş katına çıkmıştı. Solumda kalan ışığı açıp çantamı kenara doğru adeta fırlattığımda gözüme ilişen kutuyla durdum. Mavi kadife kutu beyaz örtümün üstüne özen ile yerleştirilmişti. Yatağımın kenarına oturup çatılan kaşlarım ile kutunun üzerindeki beyaz zarfı aldım. Katlandığı yerlerden açarak içindeki cümlede dolaştırdım gözlerimi.

Varlığına minnettarım.

Yüzümdeki tebessüm ile parmaklarımı zarfın üstünde dolaştırdım. İsmini yazmasına gerek yoktu. Bunun ondan geldiğine emindim. Mavi kutuyu araladığımda kalp krizi geçireceğimi düşündüm. Üzerime binen ağırlığı anlatmaya kelimelerim yetmezdi. Gözlerimi alan parlaklığıyla bana bakan şey, Poseidon'un kayıp ruhuydu. Kolyenin yanında duran diğer nota baktım.

Poseidon ruhunu buldu.

Tıpkı benim gibi.

B Ö L Ü M   S O N U

Sosyal  Medya Hesapları
İnstagram: kathy.calanthe
Twitter: CalantheKathy
TikTok: KathyCalanthe

Continue Reading

You'll Also Like

ANKA By Sia Liva

Teen Fiction

21.4K 1.5K 31
"Senin hikayen burada bitmiyor Efnan Ateş!" Uçurumun kenarında hayatına son vermek isteyen bir kişi, kalbine sakladığı kurşunları ortaya döküp son k...
1.2M 43.8K 50
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
708K 47.4K 44
Çilek Alança Yıldırım mı yoksa Çilek Alança Saruhan mı demeliyiz? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek, ailesinin gerçek olmadığını ve küçük...
2.7K 251 18
Tuzak sandığın her yol, aşk sandığın her sevgi, gözlerinde aradığın yaşam belirtisi; virane. "Sen gittin, ben öldüm. Benim ışığımı sen söndürdün, Az...