12 GECE | OGÜN ENES

By aytenokay

97.7K 6.9K 3.5K

🌙 WATTYS 2018 | KALP KIRANLAR KAZANANI 🌙 12 GECE | OGÜN ENES O, umursamaz adamdı. Korkmazdı. Üzülmezdi. Kı... More

12 GECE | OGÜN ENES
BÖLÜM 1: ÖLEN YILDIZLI GECELER
BÖLÜM 2: KÜL KOKUSU
BÖLÜM 3: SÖYLE MAJESTELERİ...
BÖLÜM 4: GECE GÜNEŞİ
BÖLÜM 5: ZERDALİ
BÖLÜM 6: DURDURUN DÜNYA'YI KAYBEDECEK VAR
BÖLÜM 7: BENİM GÖLGEM BİR CASPER
BÖLÜM 8: KOL SAATİMDE DAMARLARIN SAKLI
BÖLÜM 9: BU KEFENE ANILAR SARILI
BÖLÜM 10: SESSİZ SİNEMA
BÖLÜM 11: BİR ŞARKI MIRILDAN İÇİNDEN
BÖLÜM 12: GECELER BİZE AİT
BÖLÜM 13: EL FENERİ
BÖLÜM 14: KIRIK GÖKKUŞAĞI RÜZGÂRI
BÖLÜM 15: İNCİNMİŞ BİR ŞİİR YAPRAĞI
BÖLÜM 16: GÖĞE BAKMA DURAĞI
BÖLÜM 17: GECELER SİYAH ÇÜNKÜ OKYANUS MAVİYİ YEDİ
BÖLÜM 18: SEVGİ VE NEFRET
BÖLÜM 19: ESKİ GEMİ
BÖLÜM 20: SATIRLARIMDAKİ PARMAK İZLERİ
BÖLÜM 21: BİLMEZSİN BİR YEL SAVURUR SENİN KOKUNU
BÖLÜM 22: GECEYE FISILDADIM SUSKUN AYRILIKLARI
BÖLÜM 23: BİR YALAN KALSIN SENDEN
FİNAL: HÂLÂ KAPANMAMIŞ YARALAR
12 GECE | MISRA KARATAŞ
BÖLÜM 1: ŞEREFE SEVGİLİM
BÖLÜM 2: SOLUK TENLİ YILDIZLAR
BÖLÜM 3: SEN SÜKÛT BEN MENFİ
BÖLÜM 4: KAYBOLAN SOKAK ARALARI
BÖLÜM 5: KÜF TUTMUŞ YEMİNLER
BÖLÜM 6: ŞEHİR BENİ UNUTMUŞ
BÖLÜM 7: SENSİZLİĞİN EN AĞIR TONUYUM BEN
BÖLÜM 8: DÜŞMANI ZAMAN OLAN KAHRAMAN
BÖLÜM 9: GALATA'NIN KIZ KULESİ
BÖLÜM 10: ÖLÜ KALDIRIMLARDA SÖNEN İZMARİTLER
BÖLÜM 11: SEVMEYİ BİLMEYENLERİN MEYHANESİ
BÖLÜM 13: BİR İNTİHARA SIĞINAN CİNAYET
BÖLÜM 14: BENİ KALBİNE SOR
BÖLÜM 15: DİNGİN YARALARDAN GEÇMİŞTİR HER FIRTINA
BÖLÜM 16: AÇIK KAFESLERDE BİN BİR CESET
BÖLÜM 17: TENİMDE TUTSAK İZLERİN
BÖLÜM 18: ZAMANIN VE İNSANLARIN ÖTESİNDE
BÖLÜM 19: KARA MAHZENİN KAPILARI
BÖLÜM 20: UÇURUMU YAŞAR GÖZLERİN
BÖLÜM 21: BİR ÖLÜNÜN PENÇESİNDE
BÖLÜM 22: İNTİKAM ÇANLARI
BÖLÜM 23: GÖMÜLÜ SIRLAR
FİNAL: SON PERDE OYUNU

BÖLÜM 12: SATIR BAŞINDA KALBİM HEP KIRIKTI

688 62 49
By aytenokay

*Ayça Özefe - Kolay Gelir*

Sıcağında kavrulacağım, yokluğunda üşüyeceğim bir mevsim gibisin sen. Hiç arafında kalmadım. Nasıl bir duygudur gitmişliğin, bilemem. Ben yaşayamam sensizliği. Kendimi alıştırmadım buna, Dünya. Hemen yanımda duran yokluğuna kendimi hiç alıştırmamıştım. Omzuma yasladığın başındaki o ağırlığı, avuçlarıma aniden sızan küçük parmaklarının varlığı, rüzgârın etkisiyle çeneme kadar uzanan o saç tellerinin hissi çıkmıyor zihnimden. Satır satır işlenmişsin ruhuma. Kaç hançeri geçirirsen geçir şu yüreğe, çıkmaz onun canı. Biliyorum, Dünya. Sen döndüğün sürece senin gölgene muhtaç kalacağımı biliyorum. Artık yakınmıyorum buna. Son kez sığınıyorum sana. Bir kez daha vur beni. Göm cesedimi. İçine. Kimsenin bana dokunamayacağı o suskun gecelerine...

Mısra'yı beklerken dikildiğim o okul duvarından içeriye baktığımda, hep içimde garip bir acı oluşurdu. Okul formalarıyla yanımdan geçip gidenlere bakardım. Hocalarıyla konuşanlara, arkadaşlarıyla çardakta oturanlara, bazen de kapı ağzına çıkıp gizlice sigara içenlere... Gülümserdim buruk bir hisle. Okulu bırakmak zorunda olduğumu anladığım günden kalma bir izdi bu bende. Son kez içeriye adım attığımı fark ettiğimde uzun uzun bakmıştım okulun duvarlarına. Yıpranmış duvarlarını bile özler olmuştum. Oysa okuyup çok büyük bir adam olacaktım ben. Saygınlığımı kazanacak, babamı artık girmek istemediğimiz o evden kurtaracaktım. Olmadı. Üç beş liraya dâhi muhtaç kalmışlığımıza boyun eğdim. Önce okulu, sonra da hayallerimi bıraktım ardımda. Son kez çıkıp gittim o kapıdan. Bir daha da dönmedim. Ta ki Mısra Karataş hayatıma bulanana kadar...

Mısra'nın kapıdan çıkmak yerine bana 'Gel' işareti yaptığını görünce yaslandığım duvardan ayrılmış ve kaşlarımı çatarak anlamayan gözlerle ona bakmıştım. O zaman diğer elinde tuttuğu dosyayı kaldırıp bana göstermişti. Elimdeki daha yarısına geldiğim sigarayı yere fırlatıp ayakkabımın ucuyla izmaritini ezdikten sonra Mısra'ya doğru yürümüştüm. Kapıda nöbet tutan çocuklar beni tanıdığı için okula girerken beni durdurmaya çalışmamışlardı. Tam tersine başlarını bir kez sallayarak bana selam vermişlerdi. Aynı şekilde ben de öyle...

Mısra'nın karşısında durduğumda ondan uzun olduğum için yine başını kaldırarak bakmıştı gözlerime. "Sorun ne, işin mi uzadı?"

Mısra başını salladı. İç çekerek kısa bir süreliğine etrafa bakındım. "Ne kadar sürer, bacaksız?"

Bilmiyorum dercesine omuzlarını kaldırıp indirdiğinde o masum bakışlarına gülümsemeden edememiştim. Öyle ki bir elimle yanağını sıkarken, boşta kalan yanağını da eğilip öpmüştüm. Onu aniden sıkıştırdığım için benden kaçmaya çalışsa da pek başarılı olamamıştı. Hatta benimle birlikte gülmeye başlamıştı bacaksız.

Yanağını sıkan elime tutundu, Mısra. Beni çekiştirmeye başladığında ona direnmemiştim. Okul binasına doğru ilerliyordu. Gözlerimi kaldırıp binanın duvarlarına ve pencerelerine bakınmaya başladım. Rengini değiştirmişlerdi. Benim okuduğum zamanlarda koyu kırmızı ve beyazdı. Şimdi ise koyu maviye dönmüştü o kızıllığı. Sanki okulun kuruyan son damlasıydım ben. Duvarların arasından sıyrılıp gittiğim gibi ölmüş ve bambaşka bir lügatte tekrardan dirilmişti. Okulun basamaklarını tırmandık. Mısra hâlâ benim bir adım önümdeydi. Onun zoruyla girdim içeriye. Öğretmenler odasına kadar çıktık o basamakları. İkinci kata geldiğimizde ince uzun hole bağlanan o dönemecin eşiğinde durmuştum. Mısra kaşlarını çatarak bana baktığında sorgulayıcı bakışlarını yüzümde hissedebilmiştim. Ben de ona çevirdim bakışlarımı, bir yandan da ona gülümsüyordum. "Ben buradayım, sen işini hallet gel."

Mısra kolunu kaldırıp bana bileğinde bir saat varmış gibi cildine dokundu. Sonra da odanın kapısını işaret edip kafasını sağa sola salladı. Hocanın burada olup olmadığını bilmiyordu.

"Bekleyelim mi?"

Kapıyı bir kez daha bana işaret edip, elimden çekiştirdi. Beni öğretmenler kapısına kadar yürüttükten sonra elindeki dosyanın üzerinde yazan şeyleri okutmaya çalışmıştı. Bir proje ödevi olmalı ki ilk sayfasında kendince hazırladığı bir kapakla karşılaşmıştım. Ödevi veren hocanın ismi de Leyla'ydı.

"Leyla mı hocanın adı?"

Kafasını salladı ve bana kapıyı gösterdi. Hocayı sormamı istiyordu. Sıkıntılı nefesimi dışarıya salarken, iç çekerek Mısra'nın gözlerine bakmıştım. "Ayak işlerini hep bana yaptırdığının farkında mısın bacaksız?"

Mısra isyanıma kıkırdayınca ben de dayanamayıp gülmüştüm. Elimi kaldırıp saçlarına daldırdım ve hafifçe örseledim onu. Elimden kurtulmaya çalışırken, bir yandan da dağılan saçlarını düzeltmeye çalışıyordu. Kızmıştı. O kaşlarını çattığında dâhi bambaşka bir şirinliğiyle karşılaşmayı seviyordum.

Kapıyı birkaç kez tıklattıktan sonra açtım. İçeride üç tane hoca vardı. Erkek hocalar kendi aralarında konuşurken, kadın hoca da önündeki dosyaları düzenliyordu. "Leyla Hoca burada mı acaba?" diye sorduğumda, kadın hoca başını çevirip bana bakmıştı.

"Benim."

"İçeriye gelebilir miyiz hocam?"

"Tabii ki."

Mısra'yı kolundan tuttuğum gibi hocaya doğru ilerlemiştim. "Sanırım bir ödev vermişsiniz hocam. Onu getirdik."

Mısra elindeki dosyayı hocanın önüne koydu. Leyla Hoca da hafifçe çatılan kaşları eşliğinde dosyayı incelemeye başlamıştı. "Doğru ya, seninle işimiz vardı," diye hayıflandı kendince. Ardından başını kaldırıp mahcup gözlerle Mısra'ya baktı. "Kusura bakma, bugün projenin son günü olunca hâliyle öğrenciler de başıma üşüştü. Aklımdan çıkmışsın, Mısra. Ama şimdi seninle ilgileneceğim, merak etme."

Mısra'nın dosyasını da eline alarak ayağa kalkmıştı ama gözleri daha çok bendeydi. "Senin adın neydi?"

"Ogün."

"Ogün mü?" Erkek hocalardan birisi kafasını çevirip şaşkın gözlerle bana baktığında, ben de aynı tepkiyi ona vermiştim.

Ertan Hoca.

Göz göze gelmemizle şaşkınlıkla aralanan dudaklarına zamanla bir gülümseme akın etmişti. "Hoş geldin, Ogün."

Onu karşılıksız bırakmadım. "Hoş buldum hocam."

Leyla Hoca ve Mısra anlamayan gözlerle bizi izlese de bir açıklama yapmak için uğraşmamıştım. Sadece yıllar önce okumam için çabalayan ve hatta evime kadar gelip babama okulu bıraktığım gerçeğini bizzat dile getiren o adamla bakışıyordum. Ertan Hoca, matematik öğretmenimdi. Bana sayıları sevdiren adam. Enerjik bir yapısı vardı. Bazen dersten sıkıldığımızı anladığında durduk yere bir Türkü patlatırdı, uyuklayanları nasıl ayıktırabileceğini iyi bilirdi. Çözemediğim soruları anlatması için onu az beklememiştim şu kapının karşısında. Öyle ki beni orada bulacağını bildiğinden erkenden çıkardı odasından. Benimle boş bir sınıfa geçer ve bana çözüm yollarını bir bir anlatırdı.

"Ogün, sen burada dur. Ben Mısra'nın işini halledip döneceğim."

Başımı salladığımda Mısra'nın omzuna elini koymuş ve kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı. Diğer hoca da derse gitmek için hazırlandı ve odayı terk etti. Ertan Hoca'yla baş başa kalmıştık. Oturduğu yerden kalkarken, bana çaprazında kalan sandalyeyi işaret etmişti. "Otursana."

Direnmedim. Bana gösterdiği yere oturmuş ve onu izlemeye devam etmiştim. Eline aldığı karton bardaklara sıcak su dolduruyordu.

"Nasılsın? Neler yapıyorsun?"

"İyiyim hocam, siz nasılsınız?"

"Ben de iyiyim." Bardaklara sallama çayı attıktan sonra geri oturmuştu koltuğuna. Bir bardağı da benim önüme koydu. "Uzun zaman oldu."

"Evet," diye fısıldadım. Bana hazırladığı çayı elime aldığımda, "Teşekkür ederim," demiştim ona.

"Afiyet olsun." O da çayından yudumladı. "Babanla aran nasıl?"

Sessizce yutkundum. "İyi."

"Mısra'yla bayağı samimi gibisin, neyi oluyorsun?"

Gülümsedim imasına. "Arkadaşıyım."

"Yeme beni." Bana takılmasına gülmüştüm. "Ona bakışlarını gördüm."

"Fazlasıyla değer verdiğim bir arkadaşım, hocam."

Buruk bir gülümsemeyle, "Fazlasıyla değer verdiğin..." diyerek beni tekrarlamıştı. "İnsanlar yaşlanınca eşlerine hayat arkadaşım diye hitap etmeye başlar. Dünya'nın ikiye bölündüğünü tam orada anlıyoruz demek ki. Burası ve sonrası... Hayat ve onun ötesi... Bunu kabullenmek de zaman aldığından, sevgilim diyoruz bir süre. Sonra da bir gece başını yastığa koyduğunda anlıyorsun, şu kısacık yaşamında seni taşıyabilen tek ruhun o olduğunu... Değil mi Ogün Bey?"

"Sakıncasız."

Ertan Hoca bir kahkaha patlattığında ben de ona eşlik etmiştim. Ne olursa olsun o hâlâ benim hocamdı ve bu gibi durumları onunla konuşmak garip hissettiriyordu. Utanıyordum. Doğal olarak konu ne kadar çabuk kapanırsa benim için o kadar iyiydi.

Kollarını masaya yaslayıp bana doğru eğildiğinde yüzündeki gülümseme silinmeye yüz tutmuştu. Düşünceliydi. Avuçlarına sıkıştırdığı bardağı izliyordu ama sıkıntılı nefesini dışarıya saldığında o bardakla ilgilenmediğini çoktan anlamıştım. "Durumun nasıl, Ogün?"

"Ne gibi?"

Gözlerini kaldırıp bana baktı. "Hâlâ çalışıyor musun?"

Başımı salladım.

"Nerde?"

"Aynı işime devam ediyorum."

"Bazen sesini duyuyorum televizyonda. Sen olduğunu fark edince bir garip oluyorum. Hem gurur duyuyorum, hem de vicdan yapıyorum kendime. Orayı hak ediyor musun diye... Çok daha iyi yerlere gelebilirdin. Başarılıydın. İnatçıydın. Geleceğin çok parlaktı, Ogün. Ama elimden bir şey gelmedi. Seni geri döndüremedim şu okula. Hep gözüm orta sıradaki o son masaya kaydı. Başka bir öğrenci geçmişti masaya ama bana boş gibi geliyordu her seferinde, çünkü sen yoktun. Teneffüslerimi bana zehir eden öğrencim bir anda çekip gitmişti. Zamanla şunu dedim kendime: O her şeyi hızlı öğreniyordu Ertan, hayatı da erkenden öğrenmesini bildi."

Gözlerim dolduğu için bakışlarımı ondan kaçırmış ve bir süre öylece etrafa bakınmıştım. Kendimi sıktığımdan avuçlarımdaki karton bardağın büzüştüğünü hissedebilmiştim. Birkaç kez yutkunarak boğazımdaki o düğümü yok etmeye çalıştım. Geçmişimde kalan birileriyle yüzleşmeyi bu yüzden sevmiyordum işte. Onların böylesine umutlandığı Ogün Enes olamamıştım. İnsanların gözünde artık bir serseriden farksızdım. Benden korkuyorlardı. Bana saygı göstermiyorlardı. Beni zeki bulmuyorlardı. Yakışıklı da değildim. Kısacası bir şey olmayı başaramamıştım. Oysa ne büyük hayallerim vardı benim. Herkesin tanıdığı ve minnet ettiği bir adam olacaktım. Ben de onlara minnet edecektim. Saygıyla karşılanacaktım. Bilgin olduğum düşünülecekti. Takım elbiselerin içinde bulacaktım kendimi. Belki de bir şirkette çalışırdım. İçeriye adım attığım an beni selamlayacakları bir mertebede olurdum. O hayalini kurduğum evi alırdım. Babamla yayılırdık bahçedeki koltuğa. Ellerimizde bir bira varken, gökyüzüne baka baka söylerdik bir şarkı. Bir daha tıkılmazdı o nefret ettiğimiz evin içine. Kapımızın ne zaman kırılacağını bilmeden başımızı koyduğumuz o yastıkta tedirgin bir şekilde uyumazdık. Koruma tutardım babama. Kimse dokunmazdı ona. Onu yutup gidecek olan toprak dâhi...

"Hani derler ya, bu ülkeye çöpçü de lazım..." Ertan Hoca'ya buruk bir gülümsemeyle baktım. "Bu ülkenin çöpçüsü de benim, şu içtiğimiz çayları toplamak için saatlerce güneşin altında ter döken tarlada çalışanı da, inşatta metrelerce yüksekte iş güvenliği olmadan ailesine para götürebilmek için çalışan o adam da, her yeni güne başladığında senin gözlerini rahat rahat açabilmen adına soğukta nöbet tutan ve hatta yeri geldiğince canını feda eden Mehmetçiği de benim.. Bir diplomamız yok ama oradayız. Bir yerlerdeyiz ve birileri için hep çabalıyoruz. Gerekirse katil bile oluyoruz, içimizdekileri öldürüyoruz, ama bunu diğerlerine belli etmiyoruz da. Haberlere çıkıyoruz bazen. Çok değil, üç beş dakikalığına. Bizden bahsediliyor ve yine unutuluyoruz. Hayat devam ediyor." Başımı hafifçe sağa sola salladım. "Çünkü bu hayatın da bir diploması yok, hocam. Her an bir çöpçü, bir işçi, bir asker olarak karşına çıkabilir. Onlara ne kadar ihtiyacın olduğunu anlarsın. Gerekirse sen de bizim gibi bir katil olursun."

Elimdeki bardağı onun önüne koydum. "Bana bunu öğretmediniz mi hocam?"

"Neyi Ogün?"

"İnsanlık için iyi olmayı..."

Oysa bildiğimi sandığım şeyden çok daha uzak bir yerdeydim. Bir sokağın başındaydım. Hemen arkamda kalan sokak lambasının yansımasıyla gölgem uzun uzadıya dökülmüştü taştan döşemelerin üzerine. Karşımdaki binaya bakıyordum. Üçüncü katında beni bekleyen o kötü ruha... Onun için iyi olmaya değmezdi bu dünya. Onun pisliğini toplayan bir çöpçü olmaya, içtiği o bardağın içine akıttığı onca kana, sığındığı o binanın taşlarını örmeye, bu topraklardaki varlığının korunmasına değmezdi. İşte bunlar öğretilmemişti bana. Bu yüzden daha sokağın başındayken kaybolmuştum ben. Silahın kabzasını sıkı sıkıya tutan elim terlediğinde hissettim paramparça olan benliğimi.

Artık bir ölümü taşıyordum avuçlarımda.

ayten okay

Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

634K 49.2K 5
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
10.6M 47.5K 11
"Eğer olur ya, olması imkansız da; hani olacağı tutar. Gökyüzünden papatyalar yağarsa, bu senin yüzünden olmalı. İşte o an; zamanı durdurarak ölümlüy...
1.4M 43.2K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
1.4M 114K 71
Pars, Atlas'ın önce ilk aşkı, sonra oyun arkadaşı oldu. Oynadıkları oyunun ipleri ayaklarına dolandı. Biri kaldı diğeri kaçtı. Çok zaman sonra kapı y...