BÖLÜM 17: GECELER SİYAH ÇÜNKÜ OKYANUS MAVİYİ YEDİ

2K 168 49
                                    

Bölüm Müziği: Furkan Ermiş - İçimdeki Özlemdi

Gözlerimi açtığımda bilincim bir an nerede olduğunu keşfedememişti. Uyku sersemi bir şekilde yattığım yerde oturur bir pozisyona geldim ve etrafıma bakındım. İşte o zaman zihnimde anılar bir bütün oluşturmaya başlamıştı. Tek tek tutunup sürüklendiğim sahnelerin içinde uyandığım koltuğa bakındım.

"Söylesene bana Mısra..."

Gözlerimi yumarken bir elimi kaldırıp sertçe yüzümü sıvazlamıştım.

"Senin annemden ne farkın kaldı şimdi?"

Bir keresinde mesajlaşırken ona, "Bir gün annenle karşı karşıya gelirsen, ne yaparsın?" diye sormuştum. O da bana, "Öyle bir şey olmayacak..." diye karşılık vermişti.

"Nasıl emin olabiliyorsun?"

"Çünkü onu tanımıyorum ve tanımadığım şeyler de çok fazla canımı yakamaz, bacaksız..."

Şimdi de beni tanımıyordu. Beni istemiyordu. Beni canını yakamayacak kadar kendinden uzaklaştırıyordu... Bende değişen şey neydi? Bu kadar öfkelendiği... İstemediği şey neydi? İşte onu bulamıyordum. Düşünüyordum. Yaptıklarımı sorguluyordum, ama ona ne yaparsam yapayım bundan memnun kalmıyordu. Eski Mısra'yı görmek istediğini söylüyordu. Oysa hep ona aynı sevgiyi beslemişken...

Bana söylediği o şeylerden sonra kollarının arasında ağlamama izin verdi. Ama o kadar tepkisizdi ki, bir ara sadece bu tepkisizliğine boğulmuştum. Ne sarılıyor, ne de geriye itiyordu. Bomboştu. Tekin Amcam'ın dediği gibi, o kadar uzaktı ki bize, sarıldığım bedeninden bile vazgeçmişliğini sorguladım. Korktum. Ona daha sıkı tutundum. Belki de sadece tutunduğumu sanmıştım. Çünkü bir zamandan sonra gözlerimi açacak dirayeti bile bulamamıştım kendimde. O kadar çok ağladım ki, içim dışıma çıksın istedim. Kollarının arasında ölmek... Yeni bir günde kendi yüzümle karşı karşıya kalmadan önce yok olup gitmek istedim. Ne de olsa, o eski neşesi, girişken tavırları, konuşkan hali bitmişti. Tükenmişti. O, Ogün Enes'i çoktan yitirmişti...

Kalkamadım oturduğumuz o yerden. Bunu fark etmiş gibi beni kucağına aldı. Onu uyurken gördüğüm koltuğa götürdü beni. Yatırdı. Üstüme battaniyeyi örttü. Elinin tersiyle gözyaşlarımı sildi. Ama bir kez olsun gözlerime bakmamıştı. Sonra da çıkmıştı salondan. Son duyduğum şey ise evin açık kalan kapısının kapanma sesiydi. Hâlâ evde miydi yoksa çıkıp gitmiş miydi bilmiyordum. Sadece titriyordum. Buz kesmişim gibi, dişlerimi birbirine çarpa çarpa kıvrandım yattığım o yerde. Ağladım. Sustum. Yeniden ağladım. Sonra bir daha da susamadım...

Son gecemizde mi böyle olacaktı? Bu kadar sessiz mi çekip gidecekti? Sanki hiçbir şey yokmuş gibi... Sanki hiç canı yanmıyormuş gibi... Artık gülümsemelerini bile esirgediği kızın gözlerine dâhi bakmadan mı arkasını dönüp gidecekti? Gerisinde kalan Mısra'nın ona koştuğunu hiç mi görmeyecekti? Orada mı bitecekti her şey? Biz, tam olarak, orada mı ölecektik?

Çok düşündüm. Bu sefer hepsinden fazla düşünmüştüm. Tekin Amcam'ın dediklerini düşündüm. Annemin... Yaren'in... Zehra'nın... Hepsini düşündüm. Uyku boğazımdaki o düğümün üstüne çöküp beni boğmaya başladığında bile ben sadece onu düşünüyordum.

Oturduğum yerden kalkıp salondan ayrıldım. Genel tıkırtıyı takip ettim. Mutfak kapısına ulaştığımda, evin birçok odası gibi buranın da artık kullanılmayacak kadar dağınık olduğunu görebilmiştim. Ogün mutfak masasında oturuyordu. Elinde bir içki, masanın üzerinde de söndürülmüş izmaritler vardı. Saçları yine dağınıktı. Üşümüş olmalı ki üzerine bir ceket giymişti ama yine bir omzundan düşen ceketini düzeltme gereği duymamıştı. Gözleri yorgundu. Damar damar olmuştu. Hatta öyle ki yorgun gözlerindeki direncini kaybetmeye başlamış sayılırdı, ama zihni hâlâ kendisiyle kavga edebilecek kadar açıktı. Bunu biliyorum, çünkü Ogün Enes ancak böyle zamanlarda içerdi içkisini...

Sakince onun diğer tarafında kalan sandalyeye oturdum ve onu izlemeye devam ettim. Geldiğimi hissetmişti, fakat bir an olsun gözlerini bana çevirmedi. Yine boşluğun içinde kaybolmaya başlamıştı. Ellerini tutmak istedim, geri dönsün diye. Ama cesaret de edemedim. Sadece onu izledim. Mutfağa yeni yeni süzülmekte olan gün ışığı yüzünün bir kısmına dokunuyordu. Gözlerine dokunan gün ışığı ne yakışırdı ona. Kahverengi gözleri, gün ışığıyla bal rengine dönerdi. Gözleri hafifçe kısılırdı. Hafif çekik olan gözleri daha da küçülürdü. Bu yüzden taktığı şapkalarını çıkarıp kendi kafama geçirirdim, gün ışığı tenine dokunsun diye. Şapka kafama büyük gelirdi. O da gülerdi benim bu hallerime. İki mükemmelliğini bir arada yakaladığımı bilmezdi... Şimdi ise sadece karanlığa sığınıyordu. Geceler onun yuvası olmuştu.

"Yalan söyledim." Bunu söylerken belli belirsiz gülümsemişti ve aynı belirsizlikte kafasını sağa sola sallamıştı. "Hayalî defterini defalarca kez okudum."

Bunu söylemesini beklemediğim için şaşkın gözlerle ona bakmıştım. Gözlerini yumup kafasını arkasında kalan duvara yasladı. Boynundaki âdemelması daha belirgin hale gelmişti. Öyle ki artık sessiz yutkunuşlarında bile nasıl hareket ettiğini görebiliyordum. "Çok güzeldin be," diye yakındı o tuhaf gülüşüyle. "Çok güzeldin! Bir rüya gibi... Bir gün olur da bu rüyadan alıkoyulursam, bir daha yaşayayım diye yalvaracağım bir rüya gibiydin." Zamanla dudaklarındaki gülümsemesi silindi. "Ama uyandım." Gözlerini araladığında bakışları hâlâ boşlukta olsa da kaşlarının çatıklığını derinleştirmiş ve yeniden yutkunmuştu. "Ve o zaman her şey bitti. Bir daha uyuyamadım. Bir daha o hayallere dalamadım. Bir daha avuçlarımı ısıtacak kimsem olmadı..."

Bakışlarını bana çevirdiğinde benim gibi sessizce ağladığını görebilmiştim. Bu gözlerine burkulmamak elde değildi. "Ama olsun. Olsun be bacaksız kız... En azından seninle büyüdüm." Yeniden gülümsedi o kasabanın içinden geçen adam, kırık binaların arasındaki o kıza. "Sen buna değerdin."

Bir resmi tutuşturmuş gibiydi avuçlarımın arasına. O resmin bir tarafı yanıktı. Küllerinden kurtulan tarafında ise bir çocuk vardı. Gülümsüyordu. Sanki o fotoğraf karesinde, bu gülümsemenin hiç değişmeyeceğini bilir gibi... Sanki yanan bir diğer tarafını hiç görmeyecekmişiz gibi... Sadece gülümsüyordu o fotoğraf karesinin içinde... Sonra onun gözlerine bakarken buluyordum kendimi. Aynı ifade, aynı hisle, beni en derinden parçalara ayıran küçük bir fotoğraf karesiydi o işte...

Masada elimi ona doğru uzattım. Kolunu kavradı titreyen parmak uçlarım. Burnumu içine çekerken kolunu kaldırıp avuçlarına fısıldamak istedim. O zaman masada kalmasını sağlayan bir şekilde güç uyguladı koluna. Gözlerimi kaldırıp onun gözlerine baktım. Buğulu bakışlarımın arasından, "Lütfen..." demiştim âdeta. "Lütfen, izin ver..."

"Olmaz," dedi o durgun bakışları bana. "Artık olmaz..."

Gözlerim düştü. Düştüğü yerde de karanlık caddede bana yıldızı işaret edip yok olan o adamı aramaya başlamıştım. Koşmuştum düşen yıldızın kalıntılarına. Caddenin yolu hiç bitmeyecekmiş gibi uzadı. Sessizdi her yer. Sanki bir konuşamayan ben değilmişim gibi... Elimdeki bir tarafı yanmış olan fotoğrafla enkaza gittim. İşte o zaman Pulsar'ın tam Dünya'nın kalbine düşüp söndüğünü anlayabilmiştim...

Önüme bir şey koyup kalkmıştı oturduğu yerden. Koyduğu şeye baktım. Altını çize çize okumuş olduğu hayalî defterimden bir sayfayı açıp benim de okumam için önüme koymuştu.

Bugün gördüğüm şeye inanmayacaksın kulaksız...

Bir balıkçının avlanmak için açıldığı o okyanusta kaybolduğunu fark ettim. Mızrağının ucunda ölümünü bekleyen bir denizkızıyla göz göze geldi. Balıkçı, mızrağını saplamak için kolunu arkaya doğru germişti. Altlarındaki okyanusla, üstlerindeki gökyüzünün rengi bir olmuştu sanki. İşte o zaman garip bir şey oldu.

Kutsal bir güç gibi...

Ulaşılmaz, varlığı kanıtlanamaz tuhaf bir şey...

Okyanus, denizkızını avcısına doğru itmişti. Balıkçı adam da mızrağını suya fırlatmıştı. O zaman gökyüzünün karanlığını bile delip geçecek kadar hızla giden mızrağın denizkızını sıyırıp geçtiğini fark etmem biraz zamanımı almıştı.

Ne de olsa, balıkçı avından vazgeçmişti. Denizkızı da artık karanlıktan korkmaya...

Belki de bu yüzden geceler siyahtı, çünkü okyanus içlerindeki maviyi yemişti.

ayten okay

12 GECE | OGÜN ENESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin